Cumartesi, Ekim 29, 2005

29 EKİM BAYRAMIM, KARAR GÜNÜM !...

Müslümanım demenin ayıp, Türk’üm demenin yasaklandığı günümüzde, hamasetim şahlandı!...
Türklüğümle gururlu; “Ne mutlu Türküm diyene.” Diyenlerin çokluğuyla onurluyum!...
Adlarına “Ulusal” denen ama asla ulusal olmayan “Yaygın basın ve Medya”nın köşelere ufacık ve emaneten koydukları Bayrak ve Atatürk resimlerine inat edercesine yayın yapan TRT ekranlarından, Cumhuriyet Bayramımız’ın naklen yayınını izliyorum…
İstiklal Harbimizin yaşayan kahramanlarıyla söyleşileri yayınlıyorlar…
Yaşları 90 ve üzerinde olmasına rağmen, savaş günlerini anlatırken yeniden gençleşen, yeniden yedi düvele kafa tutacak imanı yakalayan Gazilerimizi; göysüm kabararak, gözlerim yaşararak izliyorum…
Annesinin;” Oğlum, vatanı kurtarmadan dönme!..Beni ya şehit ya da gazi anası et!..” talimat ve duasıyla cepheye gönderdiği Gazimiz’i dinlerken hıçkırıyorum!...
Savaş boyunca ayağından çizmesini çıkaramayan, galibiyet sonrası çizmesini çıkardığında çorabının terden çürümüş olduğunu anlatan Gazimizi dinlerken de…
Elbiselerindeki bitleri, kızgın kumlarla temizleyip yeniden giydiklerini anlatan Gazimizi dinlerken; bu muhteşem emeklere saygı duruşu gösteriyorum…
Bize bu kadar pahalıya mal olan Cumhuriyetimizle, Bağımsızlığımızla oynamak isteyenlere öfkeleniyorum!...
Bize bu kadar pahalıya mal olan Vatanımızı; AB uğruna da olsa peşkeş çekenlere lanetler okuyorum!...
Ve karar veriyorum!...
Ayağında çorabını çürütme pahasına, bitlerini sıcak kumlarla ovarak temizleme pahasına; “Parmağını çıkarsan vurulursun!..Yağmur gibi mermi altında savaş..” mak pahasına; her karışında onlarca,yüzlerce şehit kanı pahasına bize emanet edilen bu vatana –yeniden- sahip çıkmaya karar veriyorum!...
Emanete sahip çıkmak için gerekirse bir daha, bir daha, bir daha ölmeğe karar veriyorum!...
Tek başıma kalsam da, sadece ve sadece ben kalsam da susmamaya karar veriyorum!...
Allah(c.c.)’ını seven, sesime ses versin!...
Vatanını seven, sesime ses versin!...
Şühedanın hatırını bilen, sesime ses versin!...
Herkesin sustuğu; kiminin korkudan, kiminin AB cenneti vaadiyle kandırılarak saklandığı günümüzde “Ben de varım!...” diyebilen, sesime ses versin!...
Farkında mıyız?... Bu Millet çok sustu!...
Milletin suskunluğunu, aptallık diye adlandıran en-tellek-tüellerimiz çıktı!...
Bu milletin; “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer.” Diyenlere kafa tutmak için; “Avrupa Garsonları”na kafa tutmak için; “İnadına Tayyip” sloganıyla, ezici bir çoğunlukla iş başına getirdiği “Avrupa Garsonu” değil, “AB Komisi” çıktı!...
Bu büyük milleti çaresiz bıraktıklarını zannedenler çıktı!...
Hadi artık!...
Gün, bu gündür!...
Çarenin bittiğinin sanıldığı yerde, milletin çare olarak kendine dönmesi gereke gündür!...
Gün, başkaldırma günüdür!...
Gün; herkesin inadına, her günü bayrammışçasına yaşamak ve yaşatmak için, hiç indirmemecesine Bayrak asma günüdür!...
Gün; milletin Türk Milleti gibi davranma günüdür!...
Gün; partisizleşerek Devlete, mezhepsizleşerek Dine, yeniden kahramanlaşarak bağımsızlığa, bağımsızlık adına Cumhuriyete sarılma günüdür!...
Elbette birlikten dirlik doğar…
Birlik içindeki Türk’ün eğilmezliğini, yenilmezliğini bütün dünyaya bir daha hatırlatmak günüdür!...
Susmayın Allah(c.c.) aşkına!...
Sesinizi kesmeyin şüheda aşkına!...
Saklanmayın vatan aşkına!...
Biz susarsak, biz saklanırsak, biz aymazlaşırsak Batı adındaki Haçlı; Irak’a da girer, Suriye’ye de…
Biz susarsak Haçlı; Filistinliye de zulüm uygular, Kerkük’te ki soydaşlarımıza da!...
Artık dik durun!...
Artık dik duralım!...
Artık Türk gibi duralım ki; duruşumuzun heybetini unutan korkalar, hatırlayarak sussunlar!...
Bize ne,sağcılıktan-solculuktan!...
Bize ne,sünnilikten-alevilikten!...
Bize ne, şu partililikten-bu partililikten BİZE NEEEE?!...
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

“Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.”

“Tarihi ben mi yazdım tarih mi beni öven
Ben miyim böyle tevekküle baş eğen.”

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”
Aklımız başımıza geldiği gün, aklımızı başımıza devşirdiğimiz gün; “Ne mutlu Türküm diyene..”
“Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti’ne…”
TEVEKKELTÜ TAALALLAH…
Selam,sevgi, dua…
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@mynet.com
tokkali_53@yahoo.com

Cuma, Ekim 28, 2005

ŞAKLABANLAR GEÇİDİ !...


Bir şaklabanlar geçidir başladı ve ne hikmetse bitmiyor da bitmiyor!...
İlahiyat Profesörü unvanıyla, ehli-İslam’ın sözüne itimat edebileceği bir konumdaki unvanıyla, sosyetik programlarda arz-ı endam edenleri izliyoruz…
Ehl-i İslam’a yarayacak sözler ve davranışların haricinde her şeyi yapıyor!...
Bunu görmezden gelelim, münferit bir olaydır…Kuluyla Mevla’sı, karışmayalım diyoruz; bu kere de karşımıza kadın imamlarla çıkıyorlar!...
Kadından imam olur mu olmaz mı?
Tarihte kadın imam olmuş mu, olmamış mı?
Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) zamanında böyle bir uygulama var mı, yok mu?...
Sorular, sorular, sorular!...
Soruları soran sorana ama cevap veren yok!...
Diyanet İşleri Başkanımız’a yöneltilince de cevaplar muğlak!...Cevaplardan tek anladığım; “İslam’ın modernleşmesi…”
Ve bunu söyleyen, Diyanet İşleri Başkanımız…
Yani günümüzün Şeyh-ül İslam’ı…
Yani dinimizi yönetsin diye siyasi erk tarafından atanmış kişi…
Aklıma hemen tarihte bazı padişahların, içki haramını delmek içim devrin Şeyh_ül İslam’ından likörün haram olmayacağına dair fetvalar alarak, likör içtikleri geliyor…
Bu da bana; siyasi veya her hangi bir erk tarafından atanan kişiden, Şeyh-ül İslam da Diyanet İşleri Başkanı da olmayacağını, olamayacağını, olmamasını düşündürüyor…
Bana göre; karıştırabildiğim kadar kaynaklara göre, kadından imam olmaz…
Olur diyenler de kaynak gösterseler dahi ben; kadın imamın arkasında namaz kılmam!...
Bu da benim fanatizmim olsun…
Nasılsa; birileri yapınca oluyor!...
Bir kere de ben yapmayayım ve olsun ne olur?!...
Bu mukaddes günlerde,arada gerçek mana da yayın yapanlar, yayın yaparken hizmet verenler kaynayıp gidiyor ona isyan edesim geliyor!...
Bu hizmet veren yayınları izlerken de –her şeye, bütün art niyetlilere rağmen- Devletim’in varlığını hissediyorum ve iftihar ediyorum…
Balkanlar’da, Avrupa’da, Uzak Doğu’da iftar sofraları kurarak; oradaki din kardeşlerimizle hem-hal olan, oradaki soydaşlarımızla bizleri kucaklaştıran İftar Programını izleyince –tekrarlıyorum- Devletim’in varlığıyla bir kere daha iftihar ediyorum…
Siyasilerimiz, başka işlerle meşguller!...
Siyasi literatürümüze kazandırdıkları takıyye siyasetiyle destekli olarak; Dinler Arası Diyalog arkasına da saklanarak AB’ye girebilmek için ne lazımsa yapmakla meşguller!...
Sanki mesafe de alıyorlar!...
Siyasilerimizden, siyasi erkten öğrendikleri takıyye sanatıyla da din adamlarımız da “İslam’da Modernleşme” tezi ile kadın imam icat etmeye çalışıyorlar!...
Kadın vaize tamam…
Kadın müftü yardımcısına da tamam…
Ama kadın imama hayır kardeşim!... Milyon kere milyon hayır!...
Dini siyasi malzeme eden siyaset adamlarımızın tamamına yakını; AB uğruna on sene önce söylediklerinin tamamen zıddını söylemeye başlayınca, bu mesele de muğlak kalıyor veya birileri yapınca olacak gibi!...
Gözüm Erbakan Hoca’yı arıyor!...
Nermin Erbakan’a Allah(c.c.)’tan rahmetler, Erbakan Hoca’ya da baş sağlığı dileklerimi sunduktan sonra –tekrarlıyorum- gözlerim, Hoca’yı arıyor!...
Kendine has üslubuyla; “ Hadi oradan! Hadi oradan!...Patates dinliler siziiii !...” demesini, özlüyorum….
Kendi rahle-i tedrisinden geçmiş bu Avrupa Garsonları’na –yine kendi üslubuyla- hadlerini bildirmesini bekliyorum…
Kızanlar, lütfen beni bağışlasınlar ama; ben bu günlerde Mücahit Erbakan’ı özledim!...
Hiç değilse Hocada, takıyye yoktu!...
Hoca; otuz beş yıldan fazladır tek bir çizgide, tek bir üslupla milletin karşısındaydı!...
Şimdiki takıyyecilerin; dünlerini mi, bu günlerini mi sevelim diye açmazdayız!...Bunların yarınlarından da ciddi manada endişeliyiz!...
Şaklabanlar resmi geçidine mecburuz vel hasılı kelam!...
Konuşması gerekenler, -ne hikmetse- susmakta ısrarlılar!...
Belki de devasa meseleler dururken bu ufacık –ama dinimizi deforme edecek güçteki- meseleler hakkında konuşmaya tenezzül etmiyorlardır ama; bilmeliler ki bu ufacık mesele, milleti çok ilgilendiriyor!...
Uzaktan kumandayla gündem tayin eden güç; müzakere başlıklarının incelenmesi gereken bu günlerde halkımızın, milletimizin dikkatini buraya çekiyor da olabilir!...
Şaklabanlar resmi geçidi içinde bu da saklanmış olabilir!...
Ama birileri de ; millet adına, din adına, inanç adına bu şaklabanlıklara dur demeli değil mi?..
Bu AB; nasıl bir şeydir Allah aşkına?...
Hristiyanlığın, Yahudiliğin aleyhine olan hiçbir şeye cevaz vermez ama iş İslam’a geline müdahele etmek çağdışılık olur, insan haklarına müdahele olur!...
Misyonere karşı çıkılmaz, medeniyet gereğidir!...
Siyonizme karşı çıkılmaz AB medeniyeti gereğidir!...
Ama kadın imama karşı çıkarsan, İslam’ın Modernleşmesine; “Niye kardeşim? Benim dinim semavi bütün dinlerin en genci, en sonuncusu değil midir? Kur’an da Allah(c.c.) “Dininizi tamamladım.” Dememiş midir?... Doğrularını söyleyerek karşı çıkarsam; benim dinim en son din olmasına rağmen modern değil midir?...
Şaklabanlara, Hayır!...
Takıyyeye Hayır!...
Dinimi Diyanet İşleri Başkanı makamında oturmasına rağmen sahipsiz bırakana Hayır!...
Kadın imama
–bir daha tekrarlıyorum- kim evet derse desin benden milyon kere milyon Hayır!...
TEVEKKELTÜ TAALALLAH…
Selam, sevgi, dua…
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ekim 26, 2005

AKLIM KARIŞTI !...


Seçilmişlikle hükümranlık arasındaki farkı arıyorum!...
Aklım karıştı!…
“Millet Vekili” ünvanıyla seçilmiş olmalarına rağmen “Genel Başkanların Vekilleri” yüzünden, sistemimiz can çekişiyor!...
Meclis çoğunluğuna güvenerek şımaran ikinci Menderes örneğini izliyoruz!...
Çiftçiyle kesin kavgalılar, “Gözünüzü toprak doyursun!...” diyebiliyorlar!...
Sendikalarla kavgalılar; “ Bu memlekette sadece siz yoksunuz.Siyaseti siz belirleyemezsiniz!...” diyorlar!...
Memura; “Bundan fazlasını veremeyiz.Beğenmeyen gitsin!...” diyorlar!...
Basın ve medya ile kavgalılar!...
Yargı ile kavgalılar, intikam alma hevesindeler!...
YÖK ile önce gizlice başlatılan ve sonradan aşikar ettikleri bir biçimde kavgalılar!...
Milli Görüş gömleğini soyundular. Milli Görüşle kavgalılar!...
Solcularla kavgalılar!...
Sağcılarla kavgalılar!...
Ülkücülerle düşmanlar!...
Türkçülerle kavgalılar!...
Barışık oldukları yer, yok gibi!...
Cumhurbaşkanlığı ile kavgalılar!...
Yargıtay’la kavgalılar!...
Barolar Birliği ile kavgalılar!...
Bu karmakarışık, kavgalı görüntüyle aklım karışıyor!...
Barışık kaldıkları bir yer kalmış mıdır? Diye aklımı zorluyorum…
Evet!... AB ile barıştılar!... hem barıştı hem de karıştılar…
Ki yıllarca AB’ye karşı, Batı’ya karşı Cihat ilan ettiklerini, tamamen reddederek!...
Ki yıllarca Atatürkçüler’i, Kemalistler’i, sosyalistleri, demokratik solcuları “Batı’nın Garsonları” olmakla itham ederek suçlamışlardı!...
Ve ezici sayısal çoğunluktaki “ Genel başkan Vekilleri” ni de bu Batı karşıtı söylemleriyle kazanmışlardı!...
Takıyyeyi siyasi literatürümüze sokan zihniyet; ilk takıyyesini davranışlarında yapmış; dostlarını düşman, düşmanlarını dost ilan etmekle yapmış ta haberimiz olmamış!...
Kavgalı oldukları “Yaygın basın”ın tamamı; oysa üç yıl önce “İnadına tayip” sloganını, “Mazlum Kasımpaşalı” tarifiyle bunları, desteklemişti!...
Sendikalar, bu “Mazlum Kasımpaşalı”ya destek vermişlerdi!..
Memurlar, bu 'mazlum erkeğe' oy vermişti!...
Sağcıdan da, solcudan da oy almışlardı!...
Yaygın Basın, Medya ve AB’nin desteği ile her kesimden oy almayı başarmışlardı!..
Kavgalı oldukları her yerden oy almış, barışık oldukları her yeri reddetmişlerdi!...
Müslümanlarla kavgaya tutuşurken, misyonerlerle barıştılar!...
Türk Milliyetçileriyle kavga ederken, Kürt Milliyetçileri ile barıştılar!...
Şehit Aileleri ile kavga ederken; PKK’lı cesetlerine resmi araçların görevlendirilmesini izleyerek TAYAD’la barıştılar!...
Millet; “İnadına tayip!” sloganıyla bir başbakan değil bir hükümdar seçmiş!...
Milletin emrinde, hizmetinde olması gerek bir kabine değil, “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” diyen bir güç seçmiş!...
Seçilen de, seçildiği gün seçmenle kavgaya başladı!...
Karaoğlan’a kızan DSP’liden; Bahçeli’ye kızan MHP’liden; Hacı Erbakan’a kızan RP’liden; Bacı’ya kızan DYP’liden; Yılmaz’a kızan ANAP’lıdan oy almışlardı oysa!...
Türkiye de Özal’dan sonra ikinci Deprem Çadırı’nı kurmuşlardı!...
Bir yerlerden birilerine kızarak gelenlere; bir yerlere kızarak sadece tepki olsun diye verilen oylarla “İnadına tayip”; AKP Hükümeti olarak karşımıza çıkmıştı!...
Gelirin eşit dağılımını sağlayacaklardı!...
Başörtüsü meselesini halledeceklerdi!...
YÖK’ten, rektörlerden Başörtüsüne esas duruş alacaklardı!...
Yargının bağımsızlığını sağlayacaklardı!...
İstikrar sağlayarak akan kanı durduracaklardı!...
Bütün milletin -oy versin vermesin- beklentileri bunlardı…
Millet yanıldığını, çabuk anladı ama iş işten geçmişti!...
Milletin hadimi olacaklarını söyleyerek seçilenler, seçildikleri gün milletin hakimi kesilmişlerdi!...
Kavga ettikleri her yerle barışarak, oy aldıkları her kesimle kavgaya tutuştular!...
Olanlar karşısında millet şaşırdı benimse aklım karıştı!...
Ama atalar; “Bir musibet, bin nasihatten evladır.” Sözünü boşuna söylememişti…
2 Ekim 2005 Pazar günü, “Başkent Ankara Mitingi” ile birilerine kızan MHP’liler, “İnadına MHP” diyeceklerinin işaretini verdiler…
Aynı birkaç gün içinde “Yuva Kaçkını” Erkan Mumcu, Meclis’te kaçkınlardan oluşan bir grup kurdu…
-Allah (c.c.) gani gani rahmetler eylesin- Nermin Erbakan’ın cenaze töreninde Milli Görüşçüler’in nedameti; cami avlusundan sokaklara, meydanlara taşarak ciddi bir mesaj verdi…
Bundan üç yıl öncesine kadar, AKP’yi kurana kadar her yerde, her ortamda Erbakan’ın elini öperek ona kesin bir teslimiyet gösteren Recep Tayyip Erdoğan’ın taziye ziyeretinde Erbakan’ın elini öpmeyerek sadece tokalaşmasındaki böbürlenmeyi, taraflı tarafsız herkes izledi ve kızdı…
Yani taşlar, yeniden yerlerine oturmaya başladı…
Deprem çadırında deprem başladı yani…
Suni olarak oluşturulan bir siyasi depremle oluşan Deprem Çadırı, terk edilmeye başlandı…
“İnadına tayip” sloganıyla bu AKP çekilmezini başa geçiren Millet; AKP’yi de sandığa gömmeğe kararlı gibi görünmeye başladı…
İşte o gün –Deniz Baykal’ın söylemiyle- “Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti’ne…”
Veeeee “Ne mutlu Türk’üm diyene…”
TEVEKKELTÜ TAALALLAH
Selam, sevgi, dua…
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ekim 22, 2005

ARTIK KARŞI DEĞİLİM !...

Karşı değilim artık !...
Artık ne AB’ye karşıyım, ne de AB’ye karşı olanlara!...
Ne misyonerlere karşıyım, ne de papazın ekümenikliğine!...
Artık ne kiliseye karşıyım, ne de havraya…
Camilerimiz; mezhep taasubundan kurtarılıp cemaatler taasubuna merkezle haline getirilmişken bana ne havradan, bana ne kiliseden?!...
Siyasetimizin,hukukumuzun, eğitimimizin, dış politikamızın, emniyet güçlerimizin idareci atamalarının, neredeyse ordumuzun da bir kısmının cemaatlerin kontrolüne alındığı Türkiye’de neye ve niye karşı olayım ki!...
Nasılsa benim söylediklerimi,benden başka duyan yok!...
Nasılsa; ben ne dersem diyeyim takıyyeyi en geçerli siyaset olarak kabullenenler tarafından istedikleri gibi yorumlanıp, istedikleri gibi anlatılacak ve bize istedikleri gibi bühtanları etmeyi meşru sayacaklarına göre; neye ve niye karşı olayım?!...
Onlarca yıldır; ordumuzla dinimizi kavga ettirebilmek için olmadık seneryolar üretildi!...
Onlarca yıldır baş örtüsü adıyla kamufle edilen, tesettür denilen Libya kaynaklı ve tamamen siyasi bir ünüforma olan kıyafeti; engellemekle suçlayarak Ordumuzu dinsiz ilan edebilmek için, olmadık taklalar atıldı!...
Dindeki ihmalleri veya engellemeleri varmış gibi seneryolarla, milleti Orduyla ters düşürebilmek için olmadık entrikalar çevrildi!...
Kendini savunma hakkını kaybettiği için; çok namertçe saldırılarla Atatürk ile Din’i kavgalı hale getirdiler!...
Muhteşem Türk Atatürk’ü; Atatürkçülük adıyla piyasada arz-ı endam eden Atatürk hainleri ziyan ettirdiler!...
Bu memlekette Atatürk’ü sahipsizliğe mahkum ettiler!...
Şimdi de yıllara sari seneryoların başarısı sonunda AB resmi daire ve kuruluşlardan Atatürk’ün resimlerinin kaldırılmasını istiyor!...
Kemalizmin yasaklanmasını istiyor!...
Onların istemesine gerek yok ki zaten bizim hainlerimiz, AB'den çoook önceden Atatürk’le uğraşmaya başlamışlardı!...
Şimdi de yok olan yasalarımızla, YÖK’ü kavgaya tutuşturdular!..
Kavgacıların, hiç biri haklı değil…
Van’daki üniversitenin rektörü; üniversitesindeki cemaat yuvalanmasına izin vermediği ve direndiği için, ilahların kurbanı olarak seçildi!...
Bu rektörün savunulması lazımdı!...
Ama ne CHP tarafından ne de YÖK tarafından değil millet tarafından, halk tarafından savunulmalıydı!...
Her zaman olduğu gibi yine sistemi savunacağız derken, sistemin bir gözüne daha şiş sokuldu!...
Rektör’ün tevkif edilmesi, tevkif edilme sebebi, tevkif edilme yöntemi, hukuki sayılamayabilir!...
Ama YÖK’ün yasalara rağmen; tutuklu bir insanı –rektörde olsa- savunma şekli de çok hukuki değil!...
Yasalarla bu şekilde mücadele edilmez!...
Siyasetin tamamen güdümünde görülen bu adalet mekanizmasıyla, ne adil olarak yasa uygulanır, ne de adalet sağlanabilir…
Adalet Bakanlığı adındaki bakanlığın;kuruluş- işleyiş mantığına karşıyım ben!...
Tamamen bağımsız ve yansız olması gereken hakimlerin, savcıların atanmalarının; bir siyasi partinin seçilmişinden olan bir bakanca yapılmasının neresi, ne kadar adildir?...
Bir bakanın atadığı hakim veya savcı; bu bakanın veya bu bakanın kabine arkadaşının emirlerine ne kadar kafa tutabilir?...
Bu yanlı, Adalet Bakanı ile atanmış hakim-savcı arasındaki ahbap-çavuş ilişkisiyle, adalet ne kadar yansız sağlanabilir?...
Cemaatlerin üniversitesinde kök salmalarına izin vermediği için –ilahlarca- gözden çıkarılan ve başarılı bir senaryo ile cezaevine koyulan rektörün savunması da böyle yapılmamalıydı!...
Hükümeti, adalete müdahele etmekle suçlayan YÖK; aynı hataya kendi de düşmüştür!...
"Benim dediğimi yapan adil; benim dediğimi yapmayan adil değildir." gibi bir adaletsiz mantık olamaz!...
Bu davranışlarla; beni haksız olduklarını bildiğim kişileri savunmaya icbar edenlerle, ruz-i mahşerde görüşeceğim inşallah!...
Bunlara; bu dünyada da, ahrette de hakkımı asla helal etmeyeceğim…
Ve bu şartlarda ne ezenden ne de ezilenden yana değilim!...
Bu gereksiz yandaşlıktan Devletim zarar görüyor çünkü!...
Koca koca adamlar; ne devletlerinin ne de cemaatlerinin bu kutuplaşmadan zarar gördüğünün farkında değiller!...
Bu yüzden de ben artık; ezene de ezilene de karışmıyorum!...
Bu olay başlangıcı olmak kaydıyla, artık ben de bi-tarafım!...
Nasılsa ber taraf edilmek üzereyiz!...
Hiç değilse bi-taraf olduğum için ber-taraf edildim diyerek teselli bulabilmeliyim..
TEVEKKELTÜ TAALALLAH…
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ekim 17, 2005

KEŞKE !...


Keşke edebime gücüm yetse!...
Keşke saygımı biraz tatile gönderebilsem!...
Keşke içimden geçenleri, dilime aktarmama mani olan saygımla,-birazcık ta olsa- ters düşebilsem!...
O kadar açık, o kadar pervasızca canımızı incitiyor, o kadar saygısızca kimliğimize saldırıyorlar ki!...
Ve bu saldırılarını; o kadar insafsızca –saklanılabilecek en emin yer olan- Din’in arkasına öylesine saklıyorlar ki!...
10 yıl önce Liderleri -ve kendi deyimleriyle- Mücahid Erbakan ağzından “Batı Uşakları, Avrupa Garsonları, Patates Dinliler” diye adlandırdıkları bütün siyasileri, bütün siyasi partilileri unutturacak kadar AB sancaktarlığına soyunanların; dün tenkit ettikleri, dün yerden yere vurdukları uygulamaların fazlalarını yapmalarına rağmen, bu gün kendilerini lisan-ı münasiple tenkit edenlere de Din arkasına saklanarak saldırdıklarını görünce, edebime kızmaya başladım!...
Fanatizmimizin neresinde fazlalık var diye de düşünmeğe başladım!...
Milletimi seviyorum Milliyetçiyim…
Milletimi muasır medeniyetler seviyesine getirmek hatta muasır medeniyeti geçirmek gibi bir hayalimin neresinde fazlalık var diye düşünmeğe başladım!...
Çağ açıp çağ kapatırken medeniyetin neresindeydim?...
Kostantinapolis’te, Bizans’ta güllerle karşılanırken; -işgal ettiğim değil- fethettiğim Bizans’ta herkesi inancıyla baş başa bırakacak kadar hoş görülü, bağışlayıcı, kendinden eminken medeniyetin neresindeydim?..
Yüzlerce yıl; dinleri adına, dinimden dolayı muhatap olduğum kıyımlara, tazyiklere, kahpeliklere rağmen fethettiğim Bizans’ta her inanç sahibini kendi inancını yaşamakta serbest bırakırken medeniyetin neresindeydim?...
Eğer tek tarafından bakıldığında tarifi buysa, bu kadar medeni olmama rağmen; defalarca bir araya gelerek bana Haçlı adıyla saldıranlara karşı kazandığım nihai zaferlere rağmen kıyım yapmadıysam, asimile etmeğe tenezzül etmediysem, medeniyetin neresindeydim?...
Şimdi medeniyetin neresindeyim?...
Kiliselerin açılmasına göz yumarsam medeni miyim?!...
Havraların açılmasına izin verirsem medeni miyim?!...
Misyonerlerin, Siyonistlerin yaptıklarını görmezden gelerek evime kapanırsam, görmezden gelirsem hatta yardımcı olursam medeni miyim?!...
Dinler arası diyalog adıyla dinimle kavgaya tutuşursam, Ilımlı İslam’ım ve medeni miyim?!...
Ama Allah Hükümleri’ne göre davranmaya kalkarsam, Türk’üm dersem çağ dışıyım,-aslında medeniyeti engelleyenler olmalarına rağmen- medenilikten bahseden işbirlikçilere göz yumarsam medeni miyim?!...
Olmaz olsun böyle medenilik!...
Keşke edebimle beraber birazcık ta zamana gücüm yetse!...
Yaklaşık 600 yıl geriye dönebilsem!..
Fethettiğim Bizans’ta taş üstünde taş bırakmasam, boynunda haç gördüğüm kimsenin gövdesinin üzerinde baş bırakmasam; adil olacağım diye kendime zulmedeceğime; ABD’nin bu gün Irak’ta uyguladıklarının yüzde birini uygulasam, insan hakları havarilerinden kendime paralı propogandistler tutsam diye hayal ediyorum!...
Ve bu gün, bu yaşadıklarımızı dünya yaşar mıydı diye düşünüyorum?...
Zamana gücümün yetmeyeceğini, bildiğimden hemen bu hayal ve düşüncelerimden vazgeçerek günümüze dönüyorum…
Dinimizin arkasına saklanarak Dinimizi küçük düşürenlere; Milliyetçiliği bahane ederek Türk’ten başka her kesin milliyetçilik hatta şövenizm yapmasına izin vererek Devletimi küçük düşürenlere; Kemalizm’i bahane ederek Muhteşem Türk Atatürk’ümüzü yargılamaya yeltenenlere, ne yapabilirim diye düşünmeğe başlıyorum…
Mevcut partileri yetersiz görerek –sadece tepki olsun diye- iki kere bütün partileri sandığa gömüp kurduğumuz Deprem Çadırlarıyla olmadı!...
Bütün farklı görüşlere eşit oylar vererek kurduğumuz koalisyonlarla olmadı!...
Mücahit Erbakan’la olmadı!...
Hacı-Bacı koalisyonuyla olmadı!...
Kara oğlanla olmadı!...
Altı kere Gidip Yedi Kere Gelen’le olmadı!...
Milli Görüş Gömleğini çıkararak; terk etmeyi, dönmeyi Gelişme diye adlandırarak takıyyeyi siyasi literatürümüze kazandıranlarla da olmadı!...
Devletim zora düştü, milletim dara düştü!...
Aklıma; - inadına-inadına- kalan tek yoldan başkası gelmiyor…
Denenmemiş siyasi görüş, denenmemiş siyasi parti kalmadı!...
Ve bu denenenlerin hiç birine medeniyet havarileri olan işgalcilerden itiraz gelmedi!...
Şimdi “İnadına MHP” diyerek, MHP’yi tek başına iktidara taşımaktan başka yol kalmadı…
Ki yıllardır Ülkücüler olarak bizler; memleketin kurtuluşunu, milletin kendine gelmesinin tek yolu olarak bunu savunuruz!...
Bu düşüncemizden dolayı ölümlerle tazyik edildik!...5000’den fazla şehit verdik… Cezaevlerini Yusufiye’leştirdik…
Gurbetleri kendimize değilse de fikrimize yuva edindik.
Öz yurdumuzda parya olduk ama susmadık, susturulamadık!...
Öldürüldük, bitirilemedik!...
Ezildikçe çoğaldık ve şimdi tek başına iktidara doğru dolu dizgin at saldık…
Haydi Ülkü Devleri!...
Haydi Ülkücüler!...
Haydi Büyük Türk Milleti!...
Kutlu Sefer başladı!...
Seferimiz; çok açık hazırlandığı için elbette geçmişte bize bir şeyler yaptığını zannedenlerin tamamını korkular sardı!...
Bu art niyetlilerin, bu uzaktan kumandalıların, bu karen fogg çocuklarının, bu ölüm gelince komşuya atan sahte kahramanların, bizden korkmalarından doğal bir şey yok aslında…
Hesaba çekileceklerini, biliyorlar elbette!...
Yüce Divan’da hesap vereceklerini, biliyorlar elbette!...
Bu yüzden panikteler, bu yüzden saldırganlar, bu yüzden Haçlı ile müştereken milleti yıldırma politikasındalar!...
Ama yetti gayrı!...
Eğer sadece “İnadına” demekle olacaksa; müşrikin inadına, misyonerin inadına, siyonistin inadına, haçlının inadına, AB’nin-ABD’nin inadına, devlet düşmanlarının inadına, devrimiz Abdullah ibn-i Sebe’lerinin inadına, devrimiz Taif Ehli’lerinin inadına, “İnadına Tayyip”çilerin inadına;
“İnadına inadına inadına MHP…”
Ve rahatsız ettiğimi bildiğim birilerinin inadına da, inadına
TEVEKKELTÜ TAALALLAH…
Selam, sevgi, dua…
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ekim 15, 2005

PAROLA VATAN, İŞARETİ NAMUS...


-Allah(c.c.) rahmet eylesin- Atilla İlhan’ın son kitabının veya son kitaplarından birinin adı…
Solcu olarak çıkılan bir uzun hayat yolculuğunu; ne kadar uzun olursa olsun sonu belli bir hayat yolculuğunu, başladığı gibi değil, doğruya yakın hatta doğru bir çizgide tamamlamak…
Atilla İlhan, bunu başardı…
Atilla İlhan; sağcısından,solcusundan, seveninden,sevmeyeninden oluşan ciddi bir okur kitlesi oluşturarak ve üst üste konduğunda –nerdeyse- boyu kadar olacak kitaplar bırakarak göçtü bu fani dünyadan…
İz bırakanlardan oldu Atilla İlhan…
Allah(c.c.) tekrar-tekrar rahmetler eylesin…
Son kitabının adına takıldım İlhan’ın; “Parola Vatan, İşareti Namus”…Vatan ve namus; birbiriyle çok alakalı, birbiriyle çok iç içe kavramlar…Vatansız namus olmuyor, namussuzun da zaten vatan diye bir gailesi!…
Israrla İsmet İnönü’ye mal edilen aslında bir uzak doğu sözü olan ve yüzlerce yıldır bilinen bir sözde; “ Bir ülkede namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmazsa orada düzen tutmaz..” deniyor…
Namussuzun cesareti!...
Cesaret ve namussuz, bu iki kavram bir arada olabilir mi?
Bu konuda yıllardır kafa patlatırım.
Hırsızdaki cesareti, yorumlamakta –tek kelimeyle- zorlanırım…
Hırsızlık yaparken yakalanma riskini göze almaktır diye düşünüyorum herhalde buradaki cesaret…
Yakalanma sonunda millet tarafından hırsızlığının bilinmesi kadar zor bir ceza olabilir mi? Diye düşünürüm…
Ama hemen aklıma, “İt utansa, tumansız gezmez.” Atalar sözümüz gelir…
Adama benzer yaratık, zaten utanma duygusuna sahip olsa hırsızlığa tevessül edemez…
Sağlam karakterli biri için; en ağır cezanın, utanmak olduğu inancındayım…
Utanma duygusunu tatile çıkarmış biri için, yasal cezaların yaptırımı, sıfıra yakındır…Bu dün de böyleydi, bu gün de böyle, yarın da böyle olacak…
Yıllar yılı, utanmazların utanmalarını bekleyerek zamanımızı heba ettik!...
Başka şansımız da yoktu; bu utanmazların tamamına yakını, adam sıfatıyla karşımızdaydılar…
Adam sıfatlarından hareketle, onlardan hep utanmalarını bekledik. Onlar utanmayınca, bizler de onların utanmalarını bekleyince; ortaya utanmazların, namussuzların cesareti diye bir kavram çıktı!...
Yok böyle bir şey!...
Ne namussuzun ne de utanmazın cesareti denilen bir şey yok!...
Sadece namusluların, haya sahiplerinin; karşılarındakilere, Allah(c.c.)’ın yaratmışlığından dolayı insan muamelesi yapması gerçeği var…
Namuslular, haya sahipleri, adam gibi adamlar çok beklediler, çok bekledik!…
Daha fazla beklemeye devam edersek; “Parola Vatan, İşareti Namus” diye örgütlenmek zorunda kalırız…
Namusluların vatanı; vatanperverlerin namusu, olmazsa olmazlarıdır…
Hadi namuslular!...
Vatan zorda, millet darda…
Bu günlerde bir araya gelmezsek; nerde kalır namusluluk?..
Nerde kalır vatanperverlik?...
Her vatanperverin, her namus sahibi namuslunun; Müzakere ana madde başlıklarını elde ederek defalarca-defalarca okumak mecburiyeti vardır…
Defalarca okuyup anladıktan sonra; milletimizin lehine olanlarla, aleyhine olanları hükümet erkanına bildirmek mecburiyeti vardır…
Hükümet erkanının görevlendirdiği memurlar; Recep Tayip Erdoğan ve avanesine doğrulardansa, duymak istediklerini –sandıkları- yalanları söylüyorlar!...
Recep Tayyip Erdoğan ve avanesine, çok bilinerek, çok ciddi yanlışlar yaptırılmaktadır!...
Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmediğimi tekrarlamama gerek yok!..
Sevmememe rağmen Recep Tayyip Erdoğan’dan böylesi tarihi hataları –asla- beklememiştim!...
Hatta sevmememe rağmen; tek başına ve ezici bir çoğunlukla hükumet olduğunda, millet adına epeyce umutlanmıştım bile!...
Ama yanındaki, yakınındaki üç-beş kürt ve ermeni milliyetçisinin yanlış yönlendirmeleriyle, tarihi hataların altında Recep Tayyip imzaları var!...
Recep Tayyip Erdoğan’ın; sür’atle şapkasını önüne alarak düşünmesi lazım!...
Sakal-ı Şerif’i hava alanına ayağına getirten bir bakanı savunmanın mantığının olmadığını; bulunduğu makam itibariyle bir insanın, böyle bir uygulamadan “Haberim yoktu!” bahane ve savunmasıyla, kurtulma şansı yoktur…
Bu bakanı savunan da başbakan bile olsa irtifa kaybeder!...
Artık RTE’ye tek kelimeyle üzülmeye başladım!...
Bir insan, bu kadar kalabalık yalakalar içinde ancak bu kadar yalnızlığa mahkum edilebilir!...
Bu yalnızlıktandır ki; müzakere ana başlıklarını, yanlış yorumlar; Sakal-ı Şerif’e saygısızlık yapan bir kabine arkadaşını savunma hatasına düşer!...
Vefa, elbette çok önemli bir sermayedir…
Kabinede görevlendirdiği arkadaşını savunmak elbette erdemdir…
Ama saygısızlık yapılan veya yapıldığı söylenen de Sakal-ı Şerif’tir!...
Bu gibi hallerde izan sahibi insanın yapması gereken; o zevatın önce istifasını almak sonra da savunabildiği kadar savunmaktır…
Ancak bu şekilde daha fazla yaralanmaktan kurtulmak mümkün!...
Buradan sayın Başbakan’a birkaç gün peşpeşe sesleneceğim…
Müzakere ana başlıklarını, doya doya okuyacağım…
Anladığım kadar da yorumlayacağım elbette…
Umarım sayın Başbakanımızın bizlerden haberleri vardır…
Aksi halde, kamu nazarında kıymetsizleşmişlerin başını çeken bir kabine arkadaşını savunmakla; başbakan sıfatını, harami başı sıfatına tercih etmektedir tarifi almakta ve Başbakan’a yazık olmaktadır!...
Hele hele yarın gerçekten bu millet “Parola Vatan İşareti Namus” diye örgütlenmeye başlarsa, nelerin olabileceğini düşünmek bile istemem…
TEVEKKELTÜ TAALALLAH…
Selam, sevgi, dua…
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ekim 08, 2005

KURBAĞANIN GÖLÜ...


Taraf olduğumuzu, defaatle söylemiştik.
Bir daha tekraren konuya girmek zorundayım!...
12.Eyüp Sultan Kitap Ve Kültür Şenliğ'nin açılışında Sayın Başbakan; -elbette işi gereği- siyasete devam ettiler...
Etsinler!
Etmeliler!...
Ama Sayın Başbakan'ın; dününü, dün söylediklerini bu kadar kolayca inkar ederken birilerine karşı insafsızca saldırma hakkı da olmamalıdır!...
Sayın Başbakan; " AB ile müzakere sürecini ülkemizde hazmedemeyenler olabilir." diyorlar!...
Ama bunu söylerken yaklaşık 50 yıldır hazırlanmış bir senaryonun bir bölümü olan müzakere sürecinin başlatılmasında, İngilizin "Ayıyı vurmadan postunu soyamayız." yaklaşımını; yine Avrupanın "Türkiyeyi hazmetme sürecini" atlamaması, unutmaması, unutturmaması gerekirdi diye düşünüyorum!...
Devam ediyor Sayın Başbakan; "Ana muhalefet veya diğer marjinal gruplar.." diye bir tarif yapıyor.
Bu marjinal gruptan kastı, elbette 2 Ekim'de Tandoğan'da 350-400.000 kişiyi toplayabilen MHP'dir...
Başbakan "marjinal grup" diye tarif ederek ürküntüsünü saklamaya gayret etse de MHP; 2 Ekim'de Kurbağanın gölüne taş atmayı başarmıştır...
İkindi sıcağında vırraklamalarıyla kulakları sağır etmeye hazırlanan kurbağaların gölüne taş atılınca ses kesilmiştir...
Bunlar, yani sayın Başbakan ve avanesi; daha günümüzden 10 yıl evvel Erbakan Hoca'nın fikir havuzunda balık olarak sayılan kurbağa larvalarıdır!...
10 yıl önce diğer partileri Avrupa'ya garsonluk yapmakla suçlayan Başbakan ve kabine arkadaşları; şimdi Avrupa'ya şef garsonluk yapan ikindi sıcağında rehavetle vırraklayan kurbağalar durumundadırlar...
Marjinal diye adlandırmaya çalıştıkları MHP; en son barajda kalırken bile %10 sınırını zorlamış bir fikir partisidir...
Yarın sandık ortaya geldiğinde yarışın hangi partiler arasında olacağı da Başbakan'ın bu ürkmesinden belli olmuştur!...
Sayın Başbakan; MHP Genel Başkanı Dr.Devlet Bahçeli'nin "Mademki ben suçluyum o zaman Başbakan beni Yüce Divan'da yargılatsın.Yoksa biz iktidar olduğumuzda kendilerini Yüce Divan'da yargılatacağız." sözlerinden de ürktüğünü belli etti!...
"Biz siyasetin ne olduğunu çok iyi biliriz. Bu yola çıkarken, biz bunun bedelinin ne olduğunu bilerek çıktık." derken de sanki itirafta bulunuyor!...
Yüce Divan'a ve orada yargılanmaya zaten hazır olarak siyasete başladığını,kendisi söylüyor!...
Veya ben yanlış anlıyorum!...
Yanlış ta anlasam, doğru da anlasam; bir şeyi çok net biliyorum: yabancı servislerin de dayanılmaz desteği ile sadece "İnadına Tayyip" sloganıyla estirilen suni fırtınaya bizler, "İnadına MHP" diyemediğimiz için hem millete hem de kendimize zulmettik!...
Sayın Başbakan bilmeli ki; kurbağanın gölüne taş atarak seslerini kesen Dr.Devlet Bahçeli'nin ve MHP'nin arkasında; yarın seçim sath-ı mahalline girildiğinde "İnadına MHP.." diyebilecek en azından 1.000.000 bir milyon kanaat önderi olacaktır...
Bu fırtınaya da ne Tayyip, ne değişenler, ne de gelişen kurbağa larvalarının dayanması mümkün olmayacaktır...
Keser döner sap döner.Bir gün de hesap döner...
TEVEKKELTÜ TAALALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@mynet.com
tokkali_53@yahoo.com

Perşembe, Ekim 06, 2005

KAŞ YAPAYIM DERKEN...

Ya ben korkaklığın tarifini bilemiyorum ya da milleti anlamakta sıkıntım var!...
Hep bir yerlere saldırmakla, hep birilerini yıpratmaya çalışmakla, bir şeyin sahibi olunmuyor bilirim!...
Bir yerleri yıpratmaya çalışmakla, yıpratabilmek te çok farklı şeyler, bunu da bilirim!...
Yıllarca kendim çalıp kendim oynadığımdan ve yıllarca sadece kendim, kendimi önemli saydığımdan; ne söylediğimi kimse duydu; ne duyanlar söylediklerimi kaale aldı; ne de değiştirmeye uğraştığımı sandığım olgularda bir değişim olmadı!...
Ama gözümün önünde değişenler oldu!...
Gözümün önünde değişenler, gelişen adını aldı!...
Değişenlerin- gelişenlerin; değiştirmeye-geliştirmeye çalıştıkları Ülkeme,Bayrağım'a,Devletim'e sahip çıkmak ta ne hikmetse yine bana ve ben gibilere düştü!...
Sebebi çok basit ve çok açık, anlatayım;
Balık üreticileri, veterinerler ve köy hayatını bilenler; bu dediğimi gözlemlemiş olacaklardır:balık larvaları ile kurbağa larvaları birbirine çok benzer. Hatta ayırt edilemez derecede benzerdirler...
Türkiye'de gençliğe yönelerek siyaset yapmak isteyen Memleketperverleri, balık larvalarıyla kurbağa larvalarını karıştırmaları, çok yanılttı...
Bu yanılgı, sadece onlara zarar verseydi kabulümüz olabilirdi ama, maalesef milletimize de zarar verdi!...
Ülkücülük havuzuna balık larvası diye atılanların içinden, epeyce kurbağa larvası çıktı.
Bu larvalar, belli bir süreden sonra karınları şişerek, kuyrukları düşerek balıklardan farklı görünmeye başladılar ama yine de aynı suda durdukları için sahiplerini rahatsız etmediler!...
Ama bir müddet sonra düşen kuyruğun, şişen karnın yerine çıkan bacakların yardımıyla bu kurbağalar, zıplayıp gittiler!...
Garip midir bilinmez ama bu kurbağa larvaları, bir yerlerde toplanarak bazan kurbağa topluluğuda meydana getiriyorlar...
Çok gürültülü hatta kuvvetli sesler de çıkarabiliyorlar!...
Bu çıkardıkları gürültünün, sesin hükmü ise "Kurbağanın gölüne taş atılıncaya" kadardır!...
Göle ufacık bir taş atılınca, bu etrafı yıkan vırraklamalar, anında kesilir!...Taaa ki artık taş atacak kimsenin yokluğuna inanılana kadar ses çıkmaz...
Bu kurbağa larvaları, Devrimcilerin içinden de çıktı!...Hem de epeyce...
Dünün Amerikan düşmanları, dünün emperyalizm düşmanları; bu gün emperyalist ülkelere hatta ABD'ye açıkça servis veriyorlar!...
Ülkücü ve Devrimcinin arasında yetişen ve sayıları bayağı bayağı olan bu kurbağaların sayılarını, şu anda mecliste izliuyoruz!...
Bu kendi havuzlarında yetişmeyen, sahibini ilk anda balıkmış gibi aldatan kurbağa larvalarını; enfazla üreten havuz ise Mücahit Erbakan'ın havuzu oldu!...
Erbakan'ın; Ülkücülüğün, Devrimciliğin havuzlarında balık sanılan kurbağalar; kuyrukları düşüp, karınları şişip, bacakları çıkınca zıplaya zıplaya havuzları terk ettiler!...
Değiştiler!...
Geliştiler!...
Değişmekle, gelişmeyi öylesine güzel tarif ettiler ki ve öylesine kurbağaca zıplayarak yaptılar ki bu işi; döneklerin bire araya toplanmasıyla; kulakları sağır eden kurbağa vırraklamalarıyla, -nerdeyse- kuaklar sağır olacak!...
Kurbağanın sayısı, ne kadar çok olursa olsun; kurbağaların oluşturduğu kümenin sesi, ne kadar çok çıkarsa çıksın; hükümleri, birinin çıkarak kurbağa gölüne ufacık bir taş atmasına kadardır!...
Şimdi kaş yapayım derken göz çıkaran acemi kuaförlere de seslenmek isterim...
"Dünyayı dize getirmek" çok güzel bir söylem, olması mümkün olmayan bir gerçek!...
Yine de değişenlerin,gelişenlerin,dönenlerin başını; "Dünyayı Dize Getiren Başbakan" olarak isimlendirmek elbette kolay!...Dilin kemiği yok elbette!...
Ama bilinmeli ki; mutlaka dikkat edilerek izlenmeli ki Kurbağanın Gölüne taş atılmak üzere!...
Millet artık sadece taş atmakla kalmayacak. Kurbağaları sadece susturmayla yetinmeyecek...Sanırım larvayken kendilerini aldatmak üzere yaratılmış bu kurbağalardan, külliyen kurtulmak hazırlığında Millet!...
Kurbağalar, uyarıdan anlarlar mı bilmem ama, ben yine de görevimi yapayım...
Yıllarca kendim çalıp kendim oynadığımdan; yine yıllarca hamamda sesimi güzel sanarak kendim söyleyip kendim dinlediğimden bu uyarımın neye yarayacağını da bilemiyorum!...
Ama ben değişenlerin, gelişenlerin, dönenlerin oluşturduğu ve ikindi sıcağındaki kulak patlatan vırraklamalarıyla, kendilerini bir şey zanneden, bir şeyler yaptıklarını sanan havuzlar kaçağı kurbağa larvalarını uyarmaya devam edeceğim...
Gölünüze taş atılmak üzere!...
Bu milleti, kulak patlatan vırraklamalarla aldatmaktan vaz geçin!...
AB hayalinizin olmayacağını, olmasının mümkün olmadığını, sizler de biliyorsunuz...
Daha müzakereler başladı diye Avrupa basınındaki manşetlerden, avrupalının niyetini anlayamayacak izansız mıyız?...
Allah aşkına aklınızı başınıza toplayın!...
Millete acımıyorsanız, kendinize acıyın!...
Allah'tan korkmuyorsanız bari kuldan utanın!...
TEVEKKELTÜ TAALALLAH
Selam ,sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@mynet.com
tokkali_53@yahoo.com

Salı, Ekim 04, 2005

Bİ-TARAFLAR'A...

Bi-tarafın ber-taraf olduğunu sanırım bilmeyenimiz yok!...
Ama bilmesine rağmen unutmuş olanlara veya unutmuş rolü yapanlara, bir kez daha hatırlatmayı görev saydım.
Neden mi?
Anlatayım;
Gruplarımıza düştüğümüz yazılarımızla, -elbette- propoganda amacıyla bir şeyler söylüyoruz.
Söyleyeceğiz ve söyleyecekler de...
Söyleyenlerden zerre kadar rahatsızlığımız olmadığı gibi, söylediklerimizden rahatsız olanlardan da rahatsız değiliz...
En azından ben değilim...
Siyasetle; fikri kişiliğimin oluştuğu yıllardan, yani 1967 yılından beri ilgilenirim.
Tabi benim ilgilenmemi, siyasetle ilgilenme saymayanlar çoğunluktadır!...
Siyasetin ne içindeyim ne de dışında!...
Her zaman siyasetin merkezindeyim ama asla adaylık düşünmem!...
Millet vekili ünvanıyla, bir genel başkanın vekili olarak Meclis'e gitmeyi; düşünmedim, düşünmüyorum, düşünmeyeceğim!...
Ama millet vekili ünvanıyla Meclis'e girip genel başkanlara vekillik edenleri uyarmaya, onları böyle davranmaya mecbur eden seçim yasalarıyla uğraşmaya, dolayısıyla da siyasetle uğraşmaya devam edeceğim...
Tanıyan Dostlarım bilirler; biz ataerkil bir ailenin çocuklarıyız. Büyükler sormadan konuşmaz, konuşunca da soruya cevap vermekten öteye gidemeyiz...
Her ailede olduğu gibi bizim ailenin de şımartılmışı, nedense bendim...
Büyüklerime, cemaat içinde de olsa soru sorma hakkımı, bu şımarıklığımla kazanmıştım...
Sene 1970 veya 1971...
Ülkemizde sağ-sol kamplaşmaları, daha yeni yeni başlamış...
Henüz silahlar pek kullanılmasa da, tek tük görüş ayrılığından gençler öldürülmeye başlanmış...
İki arkadaşımla köyümüze gittik...
Dedem; 100 yaşına yakın olmasına rağmen hala tırpan çekebilecek kadar sağlıklı ve otoritesinden zerrece taviz vermeyen bir aile büyüğü olarak sağ...
Bu fikri çatışmaları, sağ-sol kamplaşmalarını ve nedenini, Dedem'e sordum...El cevap; " Oğlum, serçe yeniden yürüyüş öğrenmeye heveslenmiş; kendi yürüyüşünü de kaybetmiş ve kalmış zıplaya-zıplaya...Daha çoook zıplarız!..."
ben yaşından dolayı Dedem'in bunadığını ve sorumu anlayamadığını sanarak üstelememiştim. Hatta gizlice ve bıyık altından bunayan Dedem'e gülmüştüm bile!...
Dedem'in ne demek istediğini anladığımda ise binlerce yetişmiş vatan-millet evladı, birbirini öldürmüştü!...
Ve bizler hala zıplamaya devam ediyorduk!...
Çok gariptir hala zıplamaya devam ediyoruz!...
Türklük'ün yasak, İslamlık'ın ayıp sayıldığı günleri görmemize rağmen hala zıplıyoruz!...
Biz zıpladıkça da AB adıyla, ABD adıyla Haçlı, bize kıçıyla gülüyor!...
Grubumuzda yazılarını keyifle okuduğum kalemlere; birileri, kendilerini "Partiler Üstü" saymak ukalalığı ile saldırınca bir şeyler söylemenin gerekliliğine inandım...
Grubumuzun çok kıymetli müdavimlerini sıkacağımı bilmeme rağmen -özürler dileyerek- bu ukalalığa müdahil olmak zorunda kaldım...
Sandığa giderek vatandaşlık görevini yapmayanların, kimseyi ama kimseyi tenkid etme hakkı yoktur...
Onlar, havanda su dövemeyecek kadar zavallı; kimseye güvenemeyecek kadar eminlikten uzak, ölüm gelince komşuya atacak kadar korkaklardır...
Sanal ortamlarda korkaklıklarına kendilerince bir isim koyarak bir şeyler yapar görünmek bu acuzelerin, tek yapabilecekleri şeydir...
Elbette kendilerine muhatap bulamazlar!...
Bizler, bir şeyler söylüyoruz çünkü söylemeye hakkımız var...
Sandığa da gidiyoruz; seçim süresince propoganda da yapıyoruz...
Belki birilerine göre yanlış yapıyor olabiliriz ama o birileri de biliyorlar ki onlar da bize göre yanlış yapmaktadırlar...
Ama ısrarla her kes doğru bildiğini söylüyor, doğruluğuna inandığı işleri yapıyor...
Geçmişte ama yakın geçmişte yani günümüzden 3 yıl önce uzaktan kumandalı "İnadına Tayyip" sloganı, fırtınalaştığında bizler de "İnadına MHP" demiş olsaydık, şu an meclis görünümü, farklı olabilirdi...
Zamanın tersine çalışmadığını, zararın neresinden dönülürse kar olduğunu fark ederek; şimdi "İnadına MHP" diyorum ve diyoruz!...
Elbette bu kendilerini "Partiler Üstü" diye adlandıran korkakları korkutacaktır...
Zaten "Onların İnadına MHP!..."
İhanet odaklarının, karen fogg çocuklarının, "...gaflet,dalalet ve hatta hıyanet içinde..." olanların éİnadına MHP!..." diyoruz...
Diyoruz, diyeceğiz...
Eğer birilerini rahatsız etmek kastımız varsa; vallahi de Billahi de bu vatandaşlık görevini yapamayacak kadar korkak, sahte kahramanları incitmekten başka bir kastımız olamaz!...
MHP'li olmama rağmen, Ülkücü olmama rağmen; bu memlekette Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına yazılı olarak ilk rahmeti okuyan kişi olduğuma inanıyorum!...
Bizler, erkek rakiplerimize saygılı olmaktan öte, onları SEVİYORUZ...
Onları ÖZLÜYORUZ!...
O kimlikli, kişilikli, savaşçı rakiplerimizin kendilerini evlerine hapsetmeleri yüzündendir ki şimdi bu "Partiler Üstü" kimlikli acuzeler, orta yerlerde cirit atma cür'eti gösterebiliyorlar...
Sağcı-Solcu, Ülkücü-Devrimci, Sosyal Demokrat-Demokratik Solcu; Atatürkçü-Ümmetçi farkı gözetmeden
bütün duyarlı kardeşlerime sesleniyorum; " ALLAH AŞKINA SUSMA!...SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!..."