Çarşamba, Mayıs 31, 2006

DERDİ OLAN N'EYLESİN?...

Bilirim dert paylaşıldıkça hafifler; sevda, saklandıkça büyür...
Derdi paylaşmak, aşkı saklamak akıl gereğidir bilirim...
Bildiğimi zannettiğim bu doğruyu da uygulamaya çalışırım hep...
Yine bildiğim bu akıl gereği uygulamayla siz dostlarımın yüreklerinize sığınmak dilerim bir daha...
Koca Yavuz Sultan selim Han, bilinir elbette...
Yavuz'un yavuzluğu malum. Cihangirliği, gazabı, azameti bilinir herkesçe...Yine bu Koca Yavuz'un bütün tarihçilerce müşterek anlatılan bir başka özelliği vardır; Yavuz, "Erkek güzeli" tarifli bir yakışıklıdır aynı zamanda. Tarihçilerin anlatımlarına göre Yavuz'u görüp gönül vermeyen kadın, yok gibidir.
Mısır Seferi sırasında Yavuz; çadırının düzen ve temizliğinden sorumlu, eli-ayağı düzgün bir cariye bulunmasını ister. Bulurlar eli-ayağı düzgün, titiz bir cariye...
Cariyenin işi sadece Yavuz'un istirahatgahını ve çalışma masasını düzeltmektir. Kadıncağız, işini bütün titizliği ile yapar ve Yavuz çadırına gelmeden de işini bitirip gider hep... Ama bir gün, işini Yavuz gelinceye kadar bitiremez. Veya öylesine bir zamanda bitirir ki tam çıkacakken Yavuz gelir çadırına ve kızcağız, dünya gözüyle Koca yavuz'u görür.
Görür görmez de kızcağızın meyli akar Yavuz'a!...
Her geçen an, her saat, her gün kızcağızın derdi, sevdası büyüyerek içini oymaya- yemeğe başlar...
Sever sevmesine ama kızcağız, halinin de farkındadır.
Bir yanda Cihan İmparatoru Yavuz, diğer tarafta kimsesiz bir cariye!... Bu sevdanın imkansızlığını, bu derdin çaresizliğini de bilmesine bilir kızcağız ama seven yürek cesurdur derler ya!...
Bir gün bütün cesaretiyle; Yavuz'un divit ve okkasını kullanarak masasını üzerine bir not düşer: "Derdi olan neylesin?"...
Yavuz, masasının kendinden başkası tarafından kullanıldığını hemen fark eder. Hiddetle masaya yaklaşır. Yazılanı okur. Okur okumaz öfkesi geçer Yavuz'un!... Dertli biri, derdinin çaresini istemektedir belli ama, derdinin ne olduğunu bilmemektedir Yavuz!..
Hemen sorunun altına cevabını yazar: "Derdi olan söylesin."
Kızcağız, ertesi gün korkarak girer çadıra. Ve Koca Yavuz'un namesine cevap yazdığını görerek heyecanlanır.
Yavuz, derdini sormaktadır. Sormaktadır da dert, söylenesi bir dert değildir. Korkmaktadır kızcağız. Korkusunu bir daha yenerek yeniden yazar: "Ya korkarsa neylesin?"...
Ertesi gün kızcağız, çadıra girdiğinde yavuz'un yine cevap verdiğini görür. Yavuz; "Hiç korkmasın söylesin." diye cevap yazmıştır.
Kız, karar verir bekleyecek ve Koca Yavuz'a sevdasını söyleyecektir.
Beklenen zaman geçmez bilinir. Bu bekleyiş süresince kızcağızın yüreği çarpar, ayakları titrer, eli-ayağı buz keser...
Ve Koca yavuz'un ayak seslerini duyunca kızın hali, dayanılmaz bir hal alır.
Koca Yavuz, nihayet kızcağızın karşısındadır. Yavuz'da dert sahibini merak etmiştir.
"Söyle..." diye seslenir kızcağıza.
Kızcağız, bütün cesaretiyle, seven yüreğin pervasızlığı ile karşısındadır Koca Yavuz'un ama; bu seven yürek te bu heyecana dayanamaz ve kızcağız oracıkta derdini açıklayamadan ruhunu teslim eder...
Yavuz'un o kızcağıza muhteşem bir cenaze töreni ve ardından da adına bir türbe yaptırdığı rivayet edilir...
Bu kıssayı anlatmamızda elbette bir sebep vardı...
Biz de derdimizi, çare bulabilebileceğimiz veya çare kapısı diye bildiğimiz bir yere; bütün korku ve endişelerimizi yenerek söyledik. Söyledik ve derdimize çare sözü de aldık...
Sevindik günlerce hatta derdimizle, daha büyük meselelerle uğraşan bir kapıyı meşgul ettiğimiz için de epeyce haya ettik!...
"Yüzde yüz söz vermek Allah' mahsustur.Ama halledeceğim." diyen sesi ve sesin sahibini günlerce gözümüzün önünden alamadık...
Beklediiiik, bekledik!...
Derdimiz, dertlikten çıktı.
Çareyi;- Derdi Veren- şükürler olsun bir başka kapıdan bulmamıza yardım etti...
Ama derdimizi söyleyerek çare beklediğimiz, çare istediğimiz yerden hala bir ses yok!...
Sesten vaz geçtik, "Ne oldu?" diye merak ta yok!...
İnanan yüreğimiz, incindi!...
Seven yüreğimiz, burkuldu!...
Soru da bizden, cevabı da bizden olunca ve sohbet, kendimizle kendi içimizde olunca şeytan mesaiye başladı galiba!...
Artık vesvese midir, şüphe midir bilinmez ama içimizde kendimizle sesli kavgamız başladı!...
Allah(c.c.)'tan gayrısından yardım istemekle hata etmiştik elbette!...
Sanki kendimizi, ucuz pazarlarda çok ucuza pazarlamıştık!...
Kendimize kendimiz yazık etmiştik vesselam!...
"Derdi olan neylesin?"
"Derdi olan söylesin."
"Ya korkarsa neylesin?"
"Hiç korkmasın söylesin."
mantığıyla; sormuş, sorulunca söylemiş ve beklemeye başlamıştık!...
Bekledik, bekledik ve hala beklemekteyiz!...
Şimdi çaresiz bırakmayan Rabbım'a şükredek sadece "Ne oldu?" diye merak edildiğimizi gösteren soruyu beklemekteyiz!...
Umarım çok beklemeyiz ve bekledikçe şüphemiz büyümez, kendimize olan saygımızı zedelemeyiz!...
Bu, bir kendimizle hesaplaşmaydı Dostlar!...
Sorusu da, cevabı da bizde olan, bize bırakılan bir iç muhasebeydi!...
Sadece sesli düşündüm...
Hakkınızı helal edeceğinize şüphem yok. Böylesi bir şüpheye hakkım da yok!...
Sizlerle size olan güvenimden hareketle bu kaçıncı hemhal oluşum olduğunu -Vallahi- ben de unuttum!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Salı, Mayıs 30, 2006

ALTIN NESLE...

"ALTIN NESLE…
Bir nesli; niye ısrarla görmek istediğimi, sanıyorum bu gün çok rahat anlatabileceğim...
Varlıkları ile hep huzur duyduğum; arkadaşım oldukları, dostum oldukları, Ülküdaşım oldukları için hep böbürlendiğim kişileri anlatan, Dostum Sevgili Selami Türkmen'in "ALTIN NESİL" başlıklı yazısını, bir daha-bir daha içercesine okudum.
" Bizim oğlan bina okur; döner döner yine okur." misali döndüm döndüm okudum...
Tanıdığım ve tanıdığım için de kendimi şanslı saydığım Sevgili Selami Türkmen'in, edebini, adabını bilenlerdenim. Kendini anlatabilmekteki sıkıntısını, yanındaymışım gibi biliyorum. Ama Sevgili Selami'yi bu kadar tahrik eden sebebi, merak etmedim dersem yalan söylerim.
Şimdi izninizle Sevgili Selamı Türkmen'in edebi, adabı ve vakarı yüzünden söyleyemediklerini; onun adına kaleme alarak "ALTIN NESİL"i biraz da ben anlatmaya çalışacağım.
Sevgili Selami Türkmen'in; "İşte bizler, böyle bir Altın Nesil olarak yetiştirildik. Sırtımıza yüklenen büyük mesuliyetleri hiç çekinmeden alıp, Türk yurdu'nda asil Türk'ün nasıl olması gerektiğini "YAŞAYARAK GÖSTERMEYE ÇALIŞTIK." cümlesinin, altına imza atmak için aynen aldım...
Evet Onlar; Altın bir Nesildirler...
Solun çakar almazlarına inat; satmadan, satılmadan, saflarını asla terk etmeden kıyametlere denk iki muhtırayı, bir ihtilali göğüslemek pahasına Ülkelerini karşılıksız sevmekte ısrarcı olmuşlardır...
Bu Altın Nesil; yarım asırlık ömürlerinin 35 yılını, ölüm görüp ağlayarak, düğün görüp oynayarak yaşamışlardır. Ama çok garip ve insafsız bir tecelliyle ömürlerinin 35 yılında pek az düğün görmüşler ve bu düğünlerde de yaslı-yaralı yürekleri yüzünden doyasıya oynayamamışlardır...
Dış güçlerin ve onların içerideki uzantılarının bütün güçleriyle vatanı komünistleştirme faaliyetlerine; "Her türlü kültür emperyalizmine hayır." diye kafa tutarak yıllarca mücahitçe direnmişlerdir.Evlerinden daha fazla karakol nezaretlerinde, Yusufiyeler de çile çekmiş ama asla şikayetleşmemişlerdir.
"Ben bu vatanın ha ekmeğini yemişim, ha bu vatan uğruna kurşun..." diyerek devleşerek çileleri güzelleştirmişlerdir.Cezaevlerini, hücreleri Yusufiyeleştirmişlerdir...Yusufiyeleri erkekleştirmişlerdir...
Olmazları oldurmuş, imkansızları kolaylaştırmışlardır...
Bu kadar başarının sonunda, asla ama asla şımarmamış, asla büyüklük taslamamışlardır.Asker Millet mantığı ve düşüncesiyle mukaddesleştirdikleri "Nöbet" kavramı ile hep nöbetin kendilerine gelmesini beklemişlerdir...
Ama ne hikmetse bu ALTIN NESLE hiç nöbet teslim edilmemiştir!...
Bu ALTIN NESLİ tanıyanlar, hep "Neden siz değilsiniz?" diye sitem yüklü şikayetlerle üstlerine gelmişler ama ALTIN NESLİN Altın İnsanları hep; "Ben değil BİZ .." demişlerdir..
Bu ALTIN NESLİN her biri ayrı bir Derviş, her biri ayrı bir Ahi Evrendir...Yeri geldiğinde bu neslin her biri başlı başına bir DEV, başlı başına birer EFSANE olmuşlardır...
Bu ALTIN NESLİ, asla kendilerinden dinleyemezsiniz.
Bu Altın Nesli merak edenlere, 1980 öncesinin Devrimcilerinden dinlemelerini salık veririm.1980 Kıyameti öncesinin en sert hasımları olan ÜLKÜCÜLER ve DEVRİMCİLER, günümüzün eyyamcılarıyla mukayese kabul etmeyecek kadar karakter devleridirler...Kavgalarında bile bir asalet görürsünüz...
Birbirlerini belki öldürmüşlerdir ama asla birbirleri hakkında ucuz sohbetler etmemiş ve ettirmemişlerdir...
DEVRİMCİLER'den kastım elbette 68 Kuşağı diye ortalarda, ekranlarda, uzaktan kumandalı basında arz-ı endam eden Çakar almazlar değil...
Selami Türkmen'in adını çok iyi koyduğu, ALTIN NESİL'den olmasalar da; bu nesille vatanseverlik yarışına giren, gerçek fikir ve kavga adamlarıdır kastım...
Bu ALTIN NESİL; evleri olmasına rağmen gurbetçi Ülküdaşlarını yalnız bırakmamak için Ülkü Ocağı binalarında sabaha kadar tahta kurularıyla boğuşmayı tercih edecek kadar kişisel rahatlarına düşman insanlardır... Bu ALTIN NESİL; karakola düşen Ülküdaşları rahatlayıncaya kadar sokaklarda sabahlayacak kadar özverilidir...Bu ALTIN NESİL; asla ikbal hesabı yapmadan gelen herkesi omuzlarında taşıyarak istedikleri yere, makama taşıyacak kadar da usta, ehil kadrolardır...
Omuzlarına basarak bir yerlere ulaşan hiç kimseden de bir şey istemeyecek kadar gönülleri tok bir nesildir bu ALTIN NESİL....
Devlet-Millet düşmanlarını gözlerini kırpmadan öldürebilecek kadar katı olan bu ALTIN NESİL; gerektiğinde gözü kapalı ölüme atılacak kadar da KAHRAMANDIR... Bu yapıları yüzündendir ki 5000'i aşkın şehidi vardır bu ALTIN NESLİN...
Kimler ne yaparlarsa yapsınlar, kimler ne derlerse desinler bu ALTIN NESLİN son ferdi de toprağa düşmeden benim bu Asil Milletten asla ümidim kesilmez...
Bu ALTIN NESİL; üzerlerinden 12 Eylül'ün dişlileri geçmesine rağmen sağ ve sağlam kalabilmiştir...Bu ALTIN NESİL; dünya Türklüğü'nün tek Başbuğu Alparslan Türkeş'in ölümüne rağmen sağ ve sağlam kalabilmiştir...
Başbuğdan sonraki ilk seçimde Partilerini, ikinci büyük parti olarak meclise göndermeyi başaran bu ALTIN NESİL; geriye dönmeyi ve hataları tekrarlamayı sevmediklerinden, bütün zorluklara rağmen, dışarının şişirmesiyle estirilen RTE rüzgarına rağmen, gene milyonlarca oyu partilerinde tutmayı başarmışlardır...
MHP'nin artık tek yolu kalmıştır. Türkiye'nin her köşesinde Bozkurt sabrıyla nöbet bekleyen bu ALTIN NESLE süratle yönelmelidir.
Bu ALTIN NESİL; bütün dünyaya rağmen Üç Hilalli bayraklarını, gereken yere taşıyabilecek kapasite ve güçtedir... Bu ALTIN NESİL; zor nesildir. Özel nesildir ve -vallahi- güzel nesildir...
Bu ALTIN NESLİN tamamı, 45-50 ve yukarısı yaşlarıyla, memleketi omuzlayarak çağdaş medeniyeti yakalattırıp geçirebilecek kapasite ve güçtedir...
Tamamı yetişmiştir...Tamamı ehildir...Tamamı kahramandır...Tek kelimeyle bu nesil, ALTIN NESİL'dir...
Sağ olasın Selami...
Sağ olasınız ALTIN NESİL...
İyi ki varsınız..Varlığınızla huzurlu, varlığınızla cesuruz... Sizin varlığınızı unutanlara; hatırlatma babından bir iki hareket sergileseniz; yemin olsun memleketin,siyasetin,hamasetin görüntüsü değişir!...
Sizin unutulduğunuzu sakın ha düşünmeyesiniz!...Belki siyaset lümpenleri tarafından göz önüne getirilmeniz engellenmektedir ama ben inanıyorum ki artık gün ALTIN NESLİN piyasaya çıkma günüdür...
Hayatınızda bir kez -size göre edepsizlik sayılan ama milletin ısrarla beklediği- kafa tutan tavrınızla düzenin her şeyine baş kaldırmaz mısınız?..."
Dostlar;
Yaklaşık bir yıl önce yazmış olduğumuz, dillendirdiğimiz bu duygularımızı; emanet sahiplerine tevdi etmenin huzurundayım.
Gönlüm kırık, yüreğim buruk ama, emanetimi ehil ellerde görünce duygulandım elbette!...
Gönlümüzle, yüreğimizle oynama cesareti gösterenleri sadece Allah(c.c.)'a havale etmek gibi bir acze elbette düşemeyiz!...
Böylesine sevebilen yüreklerin, öfkesini de günü geldiğinde nankörler elbette tanıyacaklardır...
TEVEKKELTÜ A'ALALLAH...Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
tokkali@gmail.com
http://maslan.blogspot.com

Pazar, Mayıs 28, 2006

BİR RESMİN MUHASEBESİ...

Bir resim, neler yapabilir, neler yaptırabilirmiş?!...
İki gündür uyumadım dersem doğrudur!...
Hafızamı zorlayabildiğim kadar zorladım, aklıma yüklenebildiğim kadar yüklendim...
Ve hatırladım ki, gördüm ki; unutmayı istediğim çok az şey olmuş yarım asrı geçen hayatımda...
Can Dostum, varlığıyla müftehir olduğum Yoldaşım, Gönüldaşım Selami Türkmen Befendi; özel arşivini karıştırırken 1972-73 tarihlerini günümüze saklayan, bakarken insanı 35 yıl gerilere götüren bir resim karesini bularak bana da göndermiş...
Resme baktıkça daldım, daldıkça hafızama yüklendim...
Neleri hatırladığımı, bu satırları okuduğunda Selami Dostum'un da hatırlayacağına eminim... O kadar ortak yaşanmış bir hayatki bu; bu ortaklığıyla düz orantılı olarak hatırlanan hatıralar da ortaktır diye karar verdim...
İnsanın kendini anlatması, sanırım en zor işlerdendir!...
Veya bize böyle gelmiştir ve gelmektedir!...Zordur insanın kendini anlatması...
Herhalde tecrübe ve tecrübenin insana sağladığı kolaylıklardan birisi de insanın müşterek yaşadığı Dostlarının hayatını anlatırken araya kendi yaşamını da serpiştirebilmesi olmalıdır!...
Birlikte başladığımız hayat serüveninde, birlikte yaşanmışları hatırlamak, birlikte yaşanmışları anlatmak -bu saatten sonra- bize bir şey getirir mi bilemem!...
Ama birlikte yaşanmışları, başkaları da duyar ve öğrenirse -belki- bizim yaşadığımız zorlukları yaşamadan, bu yaşananların neye mal olduğunu anlayabilirler diye düşünüyor ve teselli oluyorum...
Yaşlanmak ta herhalde bu olsa gerek!...
İki Hayat Savaşçısı'nın 35 yıl öncesini resmeden kareye baktıkça; "Alpagut Olayı"nı, Erzurum'dan Malazgirt'e yaya yürüyen heyecenlı yüreklerin o günkü heyecanlarını, kanaat önderlerinin birebir katkıları olmasa da sadece onlara yapılan bir hakaret yüzünden polis panzerinin kalabalık tarafından ters çevrilişini, Tebrizkapı'dan başlayarak Havuzbaşı'na kadar sayarak ve çetele tutarak yapılan kavgaları, kavgalarda kahramanlığı ve başarıyı hep arkadaşına verme mücadelelerini hatırladım!...Daha neler hatırladım neler?!..
Hatırladım düşündüm, düşündüm hatırladım!...
Yıllardır terk edenlerin, terk etme yarışlarını ibretle seyreden bu "Hayat Savaşçıları"nın, hayatlarında ilk kez -siyaseten- yollarını ayırmak zorunda kalışlarına ÖFKELENDİİİİM!...
Ve gariptir, acıdır ama gerçektir ki bu kez de terk eden yine "Dostum" değil!... Bu kez de, terk eden benim!...
Hayatın hiç bir zorluğunun, kaçmanın-kovalamanın, yatmanın-çıkmanın, ihanet edenlere dahi sadakatle sahip çıkmaların tamamına dayanan bu ikiliden biri, yani ben dayanamayarak terk ettim!...
Beraber yola çıktıklarımızdan zaten kimse kalmamıştı terk ettiğim kulvarda!...
Herkese, gidenlere de kalanlara da inat olsun diye iki kişi ısrarla durduğumuz yerdeydik yıllarca...
Gidenlerin de, kalanların da yerine herkese yeter zannederek, herkesin yerine öfkelenip durduk!...
Gidenleri geri çağırıp, kalanların incinmemesi için olağanüstü gayretler sarfettik!...
Ama ne gidenlerden geri dönen oldu, ne de kalanların yerlerinde kalmalarını sağlayabildik!...
Ve sonunda ben de gittim!...
Gittiğime değil haşa, sadece Can Dostum'u ateş çemberinde, sabır imtihanhanesinde yalnız bıraktığım için üzgünüm!...
Sadece O'nun orada kalması bile, terk ettiğim yerin bir şey olduğu anlamındadır!...
Elbette "Boşadığı karıya o...pu diyen, peşinen p....nk olur..." öğretisini, asla unutmayacağım!...Terk ettiğim yer hakkında, sadece Dostum'un hatırına hiç bir şey söylemeyeceğim!...Söylemeye başlarsam neler söyleyeceğimi ve bana kimlerin mani olabileceğini de Dostum çok iyi bilir!...
Ama beni perakende düşüren, beni terk etmemekte inatçı olduğum kulvardan koparanları Allah(c.c.)'a havale etmek hakkımı da hep kullanacağım...
"İmame"si ölen tesbihimizin ipini kopararak danelerinin pejmürdece etrafa dağılmasına sebep olan, imameliği hevesli yetersizi, buğzetmeye aralıksız devam edeceğim...
Fikrimin ve kişiliğimin oluşmasında evimizden, okullarımızdan çok daha fazla etkili olan kulvarımı terk ettiren, ağaç kurtlarına hakkımı asla helal etmeyeceğim!...
Selami Türkmen adındaki Dostum'un, bu andığım kulvarda ne kadar hakkı olduğunu, bilenlerdenim. Bu muhteşem Dostum'un da bendeniz hakkında yazdığı; "Dününe şahit, yarınına kefil olduğum..." diye başlayan iltifatını, hayatımın en önemli ödülü olarak kabullendiğimi ve bu tarifle çok iftihar ettiğimin de bilinmesini istiyorum...
Yıllarca her terk edene üzüldüm, incindim!...
Yıllarca her terk edene, haklı olduğunu bile-bile terk etmelerine öfkelenerek tepkiler verdim!...
Terk edenlerin, terk etmelerine sebep olan tesbihimizin ipini koparanı, yıllarca inanmadan, güvenmeden sadece birliğimize zarar vermesin diye savunurken de incindim!...
İnanmadığım, güvenmediğim birini yıllarca savunurken de kendimle kavga ederek hep incindim!...
Ama yıllardır aynı duruşla duran iki kişiden biri olan Can Dostum'un bana yakın olmasıyla bu zor iş, çok kolay geliyordu!...
Şimdi her şey zorlaştı Dostum!...Şimdi her şey daha zor ama zevklendi yeniden Dostlar...
Sana "Terk et!" diyemem, senden başka hiç kimsenin hakkı olmayan "geri dön!" çağrına da uyamam!...
Çok fena oldu be Dostum!...Çok fena oldu!...
Zorlukların, sıkıntıların, mahpushanelerin, karakolların, seminerlerin, farklı duruşların altında toplandığı şemsiyemiz, bir kara 4 Nisan'da üstümüzden çekilip alınınca fark ettiğimiz yağmura-doluya, yakıcı güneşe dayanamayanlara haksız kızmışız!...
Senin işini de zorlaştırdım biliyorum!...
Şimdiden sonra sen, bir de bana kızacaksın!...
Ama Allah(c.c.) şahidimdir ki sen kızdıkça, sen sitem ettikçe ben seni sevmeye, senli kulvarımı özlemeye devam edeceğim...
İyi ki varsın be Dostum!...
Allah(c.c.), yüreğini kavi eylesin...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

BEKLEMEDEYİZ....

Herkes bir şeyler söyleyecek, olmadık kafalardan olmadık seneryolar yazılacak demiştik!...
Böyle konuşmayı, yazmayı sevmememe rağmen ben de bir şeyler söylemiştim...
"Türkiye İntihar Etti" demiştim...
Karakter ve donanımlarına sonsuz itimat ettiğim Dostlarımdan bir-ikisi; "Başlığı çok sert ve sivri olmuş!" dediler...
Özellikle sert olsun, özellikle sivri olsun istemiştim oysa!...
Dostlarımdan ziyade, bir yerlerin; etkili-yetkili bazı kurumlarımızın dikkatlerini çekmek istemiştim!...
Canım yanmıştı çünkü!...
Türkiye'nin kalbine kurşun sıkılmıştı!...
Ülkeyi, Cumhuriyeti ve Bağımsızlığımızı korumakla görevli Hukuk Adamlarımız; kafalarınca veya idare edildiği mihraklarca Ülkeyi kurtarmakla görevlendirilmiş, ve yetiştirilmiş bir başka Hukuk Adamımız tarafından öldürülüyordu!...
Varmıydı böylesine insafsız bir çatışma?...
Olabilir miydi böylesine acımasız bir kıyım?...
Her devletin, her rejimin, her sistemin mutlaka kendini koruma refleksi yok mudur?...
Bizim devletimizin kendini koruma refleksine ne oldu?...
Sırayla bütün kırmızı çizgileriyle oynanırken; Muhteşem Türk Atatürk'ün kurduğu sistemin Milli Eğitim Bakanlığı'nın başındaki "Milli" kavramı, onlarca yıldır Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda yerden yere çalınırken, nerdeydi "Devletimin Kendini Koruma Refleksi"?...
Camilerimiz tarikatlerce paylaşılırken, okullarımız tarikatlerce işgal edilirken, devletimizin kurumları tarikatlerce paylaşılırken; birileri "Allah" adıyla, başka birileri "Atatürk" adıyla arz-ı endam ederek Devletle Millet arasına buzdan duvarlar örerken nerdeydi "Devletimin Kendini Koruma Refleksi"?...
Altmışa yakın belki de altmıştan fazla siyasi partimiz var!...
Bu partilerin tamamı da basın ve kamu önünde Atatürkçü geçinirler!... Yine bu partilerin tamamına yakını vatandaşla yüzyüze ve basından uzakken "Allahçı" kesilirler!...
Ve yine bu partilerimizin tamamı laiktirler!...
Cumhuriyetin ilanıyla başlayan bu tarif ve serüven, günümüze kadar devam eder!...
Yani herkes; Atatürkçüdür, herkes laiktir ama her iktidara gelen hükumet tarafından sistemin bir yeri budanır ve "Devletimin Kendini Koruma Refleksi" nedense bu olanlara hep seyirci kalır!...
Devletimim Milli olmayan Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda onlarca yıldır sistem düşmanı gençler üretilmiştir!...
Aynı sıralardan, farklı düşünce ve kafalarla yetiştirilen memleketimin hukukçuları, sonunda birbirini katletmiştir!...
Hala "Devletimin Kendini Koruma Refleksi"ni göremiyoruz!...
Refleksimiz ya felç olmuş ya da felçten de beter bir şekilde uyku hapıyla uyutulmuş!...
Heeeeey yukardakiler!...
Hatta yukardakilerden de yukarıdaki "Devletin kendini koruma Refleksi"ni üstlenmiş güç sahipleri, gerçekten sizler var mısınız?...
Yoksa onlarca yıldır, milleti uyutmakla görevli odaklarca sizlerde mi hayali olarak kafalarımıza yerleştirilmiş sanal varlıklarsınız?...
Bu kadar sessiz kalan, bu kadar kırmızı çizgileriyle oynanmasına izin veren, kurumları arasında bu kadar uyuşmazlık olan bir devletin bekası -ciddi manada- tehlikede değil midir?...
Bu milletin içinden, yeniden bir erkek ses çıkmayacak mıdır?...
İmamı camiye, askeri kışlasına göndererek, "Hakimiyet kayıtsız, şatsız milletindir." diyerek, milletle devlet arasındaki buz duvarı muhabbet sıcağıyla eritecek yürekte bir erkek ses, çıkmayacak mıdır?...
Bu milletin, Türkiye'nin İntiharına seyirci olmaktan ne kadar rahatsız olduğunu anlatabilmek için ne yapmak gerek?...
Devlet erkiyle kamu vicdanı, hangi sistemde bu kadar kopuktur?...
Bu son vahim ve elim olaydan kimin, kimlerin çıkarı vardır?...
Bu soruyu sorarak, araştırarak cevabını bulabilecek ve gereğini yapabilecek bir kurumumuz kalmadı mı yoksa?...
Sistemimizin çatır çatır çökertildiğini, görecek bir kurumumuz kalmadı mı yoksa?...
Allah aşkına birileri, bir şeyler yapsın artık!...
Her kes, her makam, her güç sahibi; kendini ve milleti rahatsız eden meseleleri, millete şikayetten ne zaman vaz geçecek?...
Hala hainle sadık arasındaki farkı fark ederek meselelere müdahil olunmayacak mı?...
Kurumlar arasındaki kopukluğu, kurumlar arasındaki kavgayı sonlandıracak bir yer yok mu Allah aşkına?...
Bu kırgınlıkları, bu dargınlıkları, bu gereksiz çekişmeleri sonlandıracak bir erk kalmadı mı?...
Milletteki karamsarlığı, bedbinliği yok edecek bir ses çıkmayacak mı?...
Yarının çok geç olacağını görecek bir memleketperver çıkmasın mı artık?...
Biz inançla ve inatla beklemeye devam edeceğiz...
Bu devlet, bu sistem, bu cumhuriyet kolay kurulmadı ve kolayca yok edilmesine de izin verileceğini sanmıyoruz!...
İnadına beklemedeyiz...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Cuma, Mayıs 19, 2006

TÜRKİYE'NİN İNTİHARI !...

Nasıl kutlayacaksam kutlayayım, nasıl kutsanacaksa kutsansın; 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramımız, kutlu olsun önce!...
İki gün önce Cumhuriyetin kalbine kurşun sıkıldı!...
Bu Türkiye Cumhuriyeti'nin intiharıydı!...
Birilerini suçlamak, işin en kolayı!...
Olmadık senaryolar üretmek, iç düşman-dış düşman senaryoları üretmek, çok mümkün!...
Zaten yapılmaya başlandı bile!...
Bu köprünün altından çooook sular akacak.
Ama kimse meselenin asıl suçlusuna, suçlunun millet olduğuna yaklaşmayacak bile. Çünkü onlarca yıl "millet mazurdur" diye yutturup durdular bize...
Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün devrini ve onunla çalışan nesli hatırlayalım istedim...
Sadece eğitmenlerden başlasak bile yeter...
Yeni alfabeyle okuma yazma bilenlere "Eğitmenlik" görevi verilir. Bu "Eğitmenler" nereye gönderilirse gönüllü giderler.
Bu "Eğitmenler" dörtbaşı mamur elemanlardır. Gittikleri köyün hem öğretmeni, hem sıhhiyesi, hem baytarı, hem örnek ziraatçisi, hem de herşeyiyle örnek Türkler'dir!...
Yani her "Eğitmen", gönüllü birer Cumhuriyet Misyoneri'dir...
Bu misyonerlerin yetiştirdiği çocuklar da özgüvenli, çalışkan, zeki ve başarıya susamış karakterler olarak büyürler...
Ve bu karakterlerin görev yapmasıyla da 10 yılda zor ve çok büyük işler başarılır...
Çünkü Atatürk kadrosuna güvenmişti, kadrosu da Atatürk'e inanmıştı!...
"Milli Şef"in, Atatürk'ün ölümünden hemen sonra paralardan O'nun resmini kaldırıp kendi resmini koymasıyla başlayan dejenerasyon; yaklaşık 30 yıl Atatürk'ün kadrosunun direnci yüzünden ertelendi...
Atatürk'ün kurduğu, Milli Şef'in kişisel hataları yüzünden parçalanarak içinden Demokrat Parti'yi çıkaran CHP'nin de bu dejenerasyonda epeyce dahli ve katkısı vardır...
1940-1950 arasında çok ciddi bir "Milli Şef" baskısının anlatıldığı ve var olduğu bir Genç Cumhuriyet...
Sonra 1950-1960 arasında çok korkunç kamplaşmaların yaşandığı, milletin nerdeyse net olarak ikiye bölündüğü DP-CHP çekişmesi ve akabinde 27 Mayıs 1960 İhtilali...
Sonrasında DP'nin ve CHP'nin yetiştirdiği fanatik siyasilerin oluşturduğu çok partili, yamalı bohça misalli partiler çekişmeleri...
1940-2006 yılları arasında 66 yıl var...
Yasalarımıza göre her -önce dört sonra- beş yılda seçim yapılır. Yani her seçim sonucu bir hükumet kurulduğuna göre ve bu yasal hesaba göre bizim, 13 bilemediniz 14. Hükumetimizin iş başında olması gerekirken nerdeyse 60. hükumetle idare edil(em)iyoruz!...
Yıllarca Hükumet edenlerin sözde dayanağı Atatürk ve Atatürkçülük; muhalefetin dayanak ve argümanı ise hep Allah ve Dindarlık oldu!...
Her gelen hükumet; bir önceki hükumetin yaptıklarını bozmaktan başka icraata imza atamadı...
Devletin bütün kurumlarıyla, hoyratça oynandı!...
Sonunda; hiç te Atatürk'ün yola çıktığı inanmış ekibe benzemeyen acaip bir "halklar" topluluğu icat edildi... Oysa Atatürk bir "Ulus devlet" kurmaya çalışıyordu!...
Milli Eğitimimizin "Milli"liği nerdeyse tamamen yok edildi!... Bu milliliği yok edilmiş eğitimden,
"Mozaikçiler" çıktı!...
En milliyetçilerin toplandığı adresten ise mozaiğe karşılık güya "Millet" tarifi için "Gül Bahçesi" çıktı!...
Mozaiğin Gül Bahçesinden daha dayanıklı olduğunu, bir türlü anlatamadık, duyuramadık!...
Sonra "Alt-Üst Kimlik" çıktı!...
Bu "Alt-Üst Kimlik"li şahıslar, maalesef "Milli" olmayan Eğitim Bakanlığımız'a bağlı okullardan yetişti!...
Bu "Alt-Üst Kimlik" vehmedenlere karşı aslanca seslenen Türkler vardı oysa!...
Kendini Türk hisseden, "Ne mutlu Türküm diyene." diyen Kürt kardeşlerimizden; "Ne mozaiği, ne gül bahçesi?!... Biz ancak renkli mermerin farklı renkleriyiz." diye kafa tutarak nara atanlar oldu ama duyan olmadı veya duyanlardan bu sesi kaale alan çıkmadı!...
Bu haykıranlar da, bu haykırışlara kulaklarını tıkayanlar da -elbette- "Milli" olmayan Eğitim Bakanlığımız'a bağlı okullarda yetişmişti!...
Her geçen gün mozaikçilerin uğraşmasıyla, gül bahçesicilerin zayıflığı yüzünden "renkli mermerin" farklı reknlerinden, farklı sesler duyulmaya başladı!...
Sonunda Atatürk'ün emaneti Cumhuriyetin siyasilerince dejenere edilmiş, "Milli" olmayan Eğitim Bakanlığı okullarından yetişmiş, -aslında mazur görülmesi gereken- bir Cumhuriyet Çocuğu tarafından, Cumhuriyetin kalbine kurşun sıkılarak Türkiye Cumhuriyeti intihar etti!...
Ölene Allah(c.c.) rahmet etsin. "Milli" olmayan Eğitim Bakanlığımız Okullarında yetiştirilmiş ve beyni,"Allah adıyla kandıran kandırıcılar" tarafından iğfal edilmiş faile de Allah(c.c.) yardım etsin...
Bir İlköğretim Müfettişi Baba'nın oğlu olan bu çok zeki gencimize, sahip çıkamadığımız için; sistem olarak, sistemle dövüşen bütün siyasi partiler olarak, bu siyasi partilere gereğinden fazla ihtiram gösteren Millet olarak ve kendini koruma refleksini nedense apaçık ihmal eden devlet olarak hepimiz SUÇLUYUZ!...
Dikkat ve özeleştiri ile meseleye bakarsak; toplu olarak intihara karar verdiğimizi görürüz!...
Bunu kabul ettiğimiz anda da zararın neresinden dönülürse kardır mantığıyla, inşallah doğruları yapmaya başlayacağız..
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua..
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Çarşamba, Mayıs 17, 2006

TÜRK MİLLETİ KENDİNE DÖN !...

Türk Milleti;
Devlete, sisteme, Atatürk'ün bize emaneti olan Cumhuriyete yapılmış saydığımız, Danıştay Üyeleri'ne yapılmış meş'um saldırıyı, nefretle kınayarak seslenmek isteriz...
Nefretle tel'in ettikten sonra sana, Muhteşem Türk Atatürk'ün tarihi ve ibret vesikası niteliğindeki sözleriyle seslenmek isteriz.
".........İstikbalde dahi seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün , istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!... Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk İstikbalinin evladı!,
İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır.
Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."
Türk Milleti!
Atatürk ve Silah Arkadaşları'nın yani dedelerimizin, yani şühedanın bize iki emaneti olmuştur: İstiklalimiz ve Cumhuriyetimiz...
Bu emanetlerden birinden, Cumhuriyetten rahatsız olanlar; sözlü beyanlarıyla, basın organlarında resimlerini yayınlayıp işaret ederek Danıştay 2. Dairesi üyelerine saldırmışlardır. Aslında onalrın şahsında Atatürk'ün emaneti olan Cumhuriyete, bize emanet edilen mukaddese saldırılmıştır!...
Danıştay Üyeleri, göyüsleriyle bu hayasız ve kalleş saldırıya siperlik etmişlerdir. Her birine ayrı ayrı geçmişler olsun...
Sıkılan her mermi, Türk Milletinedir!...
Sıkılan her mermi, bizedir!...
Her merminin hedefi biz, akıttığı kan bizimdir!...
"Dikkat edin o kandırıcı, sizi Allah adıyla kandırmasın." Ayet-i Celilesi'ni, bu gün de anlayamazsak ne zaman anlayacağız?...
Türk Milleti;
"Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe; ilini, töreni kim bozabilir? Türk Milleti, kendine dön!..." diye tarihten bize seslenen Bilge Kaan-Kültigin Kardeşler'i duymayacak mıyız?
"Türk Yusufları kuyulardan çıkarmak gerek." uyarısını, davetini hala duymazdan görmezden mi geleceğiz?!...
Çağ açıp çağ kapatan o muhteşem millet, biz değil miyiz?
Korumasına aldığı dine intisap ederek, girerek "Allah'ın Askerleri" ünvanını alan millet, biz değil miyiz?...
Dünyanın en imanlı ordusuna, Ordumuza dil uzatanlara; Cumhuriyetimize kast ederek sahip çıkanlara mermi sıkanlara haddini bildirecek olan da biz değil miyiz?...
Emanet, namus değil midir?...
Atatürk ve şühedanın bize emaneti olan Cumhuriyet ve İstiklal, namusumuzla, şerefimizle eş değer değil midir?...
"Kaçanın da, kovalayanın da Allah dediği.." günümüzde, ne zamana kadar kaçarken "Allah" diyenlerden olmaya devam edeceğiz?...
Bu tahrikler, bu tazyikler, bu saldırılar hala yetmez mi?...
Büyük Milletim;
Günlük siyasi çıkarları uğruna, emanetlerimize ihanet edenlerin sayıları, gün geçtikçe artmakta!...
Türk Yusufları kuyulara atanlar, yani hain kardeşler azıttılar!...
Bunları şımartan biz olduğumuz gibi, bunlara "DUR!..." demesi gereken de biz değil miyiz?
Geçen her saniye, kaybedilmiş zaman değil midir?...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Salı, Mayıs 16, 2006

KENDİMİZ ETTİK !...

Neler oldu?
Neden oldu?
Ve ne zaman oldu?...
Anlayamadım, anlatamadım. Dinletemedim, dinlemediler!...
Canımız yandı sadece "Vay anam!" dedik...
Ağzımızdan kan geldi, kızIlcık şerbeti içtik dedik...
Izdırap çektik inlemedik, ses çıkarmadan aşındık!... Bütün bunları yaparken doğru yaptığımıza inandık, doğruluğuna inandığımızı yaptık!...
Armudun sapıyla, elmanın çöpüyle işimiz olmaz dedik...
Teşkilatlarımız sağlam kalsın, teşkilatlarımız sağlıklı kalsın gerisi asla önemli değil dedik!...
Bir oktuk ve yaydan çıkmıştık, artık meydan meydan söylenecek söz olmalıydık!...Yüreklerde köz olmalıydık!... Sönmemeliydik, söndürülmemeliydik, söndürülmek istenenlere, ve söndürmek isteyenlere izin vermemeliydik!...
Türk Yusuflar teker teker kuyulara atılıyordu!... İzin vermemeliydik ama izin vermekten de öte Türk Yusufların kuyulara atılmasını sadece izliyorduk!...
Türk Yusufları kuyulara atanlar, yani Türk Yusuf'un hainleri kardeşleriydi!...
Ya Rabbi! Bu nasıl bir ihanet, bu nasıl bir hırs, bu nasıl bir hasetti?!...
Hainlerinin kardeşleri olan Türk Yusufları, şimdiden sonra Sen'in yardımın olmadan nasıl çıkarırız kuyulardan Ya Rabbi?!...
Gece-gündüz Allah'ı zikretmede kullanılan bir tesbihin daneleriydik!...
İmamemiz Müslüman-Türk; daneler olarak her birimiz Müslüman-Türk'tük...
İmamemiz öldü, ipimiz koparıldı, darmadağın edildik!...
İmanımızın coşkusundan mı, aymaylığımızdan mı, saymazlığımızdan mı anlayamadan bütün inandıklarımızı tek ve sahipsiz bıraktık!...
Keşke sadece sahipsiz bıraksaydık!... Tek tek Türk Yusufları kuyulara atan kardeşlerini izleyip durduk!...
Dinle devleti dövüştürdüler!... Biz aynı aymazlığımız, aynı saymazlığımızla; "Dinle devleti dövüştürmek istiyorlar.Beceremezler!" diye hamaset yaparak, kavganın ateşlenmesine vesile olduk!...
Dinle Muhteşem Türk Atatürk'ü dövüştürdüler!... Biz sadece hayali olarak icat ettiğimiz bir "İmanmetre" ile Atatürk'ün imanını ölçmeye kalktık!... Oysa; "Artık onların amel defterleri, mühürlenmiştir." İlahi uyarısını da biliyoruz diye geçinirdik!...
Dinle Ordumuzu dövüştürdüler!... Tarihin ve dünyanın en imanlı ordusunu nerdeyse "dinsiz" ilan ettiler!... Bizler onu da seyrettik!...
Türk Yusuflar'ın kuyulara atılmasına mani olabilecek ilk güç olması gereken Ordumuzu da; -siyasi çıkarlarımıza alet ederek- pasifize etmeye çalıştılar!... Seyrettik!...
Şimdi ise; "Ne olacak halimiz?" diye feryat figan etmekteyiz!...
Hem de halimizin ne olacağını bile bile, birilerine "Ne olacak halimiz?" diye sorular yöneltebilecek kadar da yüzsüzleştik!...
Ne olacağını bilmez miyiz halimizin, elbette daha beter olacak!...
Çünkü bizden öncekilere yapılanları bizler nasıl seyrettiysek, bize yapılacak olanları da bizden sonrakiler seyredecekler!...
Seyrettik sustuk, sustuk seyrettik!...
Şimdi de elbette sıra bize gelecek!...
Hak etmeyenlere kıymet vererek liyakatle değil, iltimas ve adam kayırmakla birilerini bir yerlere taşırsak -elbette- taşıdıklarımız, taşıdığımız yerden bize küçümseyerek bakacak ve elbette gözlerimizin içine bakarak Türk Yusufları kuyulara atacaklar!...
Ülkücü de, Devrimci de, Ümmetçi de, Sosyal Demeokrat ta, Demokratik Solcu da, Komünist te velhasıl memleketi, milleti, halkı, devleti, bütünlüğü seven ne kadar fikri topluluklar varsa, tamamına yakınında "HAİNLEŞTİRME" operasyonu yapılıyor!... Ve bizler, hala inatla seyrediyoruz!...
Ülkücüler, teşkilatlarınca hain; devrimciler örgütlerince hain, mücahitler teşkilatlarınca hain ilan edildiler!...
Ortalık hain ilan edicilere kaldı!...
Hain ilan edicilere de yarın ihanet edilecektir biliyoruz ama; bizim kuşağı hain ilan edenleri izleyenlerin, hain ilan edilişlerini de biz izleyerek zevk alabilecek kadar psikopatlaştık!...
Bizim güçlerimizi, boş işlere kanalize ederek tükettiler!...
Enerjilerimizin boşa gitmesine vesile olarak, güçsüzleşen bizlerle alay ettiler!...
Kendimizi yenilmez savaşçılar zannederdik, hayatlarında savaş meydanı görmemişlerce nakavt edildiğimizi bile anlayamadık!...
Oysa biz; mukaddeslerimize hep bağlıydık!...
Oysa biz; mukaddeslerimiz uğruna, vatanımız, milletimiz, devletimiz, bayrağımız uğruna ölmeyi şehitleşerek ulaşılabilecek en büyük ikbal olarak bellemiş ve bilmiştik!...
Ne savaştan kaçtık, ne savaştan kaçanları kovaladık ne de kaçanları, meydanı terk edenleri kimselere söylemedik bile!...
Yanlış yaptık!...
Yanlışlar yaptık!... Yanlışa yanlışla mukabele ederiz korkusuyla yapılan yanlışlara müdahele etmedik!... Yanlışın asıl büyüğü bu müdahele etmemekmiş!...
Yeni anladık anlamasına da, artık anladığımızı anlatacak kimse de kalmadı!...
"İdealist milletler, koyunlardan kahramanlar çıkarırken idealist olmayan milletler, kahramanlarını koyunlaştırır." diye onlarca yıl bizi uyaran Atsız Bey'i de ya dinlemedik, ya da dinlediklerimizi unutturanları da seyrettik!...
Tapulu arazilerimize gecekonducular, toplu olarak gelip yerleştiler. Tapumuz olmasına rağmen yersiz-yurtsuz kaldık!...
Biz buna müstehaktık, biz bunu hak etmiştik!...
Kendi gözümüzü kendimiz parmaklayarak, görmüyorum diye feryat etmeye başladık!...
Ne kimse parmağımızı gözümüzden çıkarır artık, ne de görmemize izin verirler bir daha!...
Artık bir gönüldaşımın ben fakıre gönderdiği iletisinde söylediği gibi; "Ya Tanrı Dağları'nda, ya Livayı Hamd'da, ya da bir gece ansızın..." hayalinden başka yolumuz kalmadı gibi!...
Çünkü bütün olanları kendimiz ettik!...
TEVEKKELTÜ A'ALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

HASAN TAHSİN...

Bir 15 Mayıs daha geçti...
Sıradan insanların çokluğu yüzünden, bu 15 Mayıs gibi muhteşem tarih te sıradanlaştı!...
Oysa kimler bu tarihi unutursa unutsun, kimler bu tarihi unutturmaya çalışırsa çalışsın, "Gazeteciyim." diyen, kendinden başka kimseleri Gazeteci olarak bile görmeye tahammül edemeyen, gazetelerden ekmek yiyenlerin unutmaması lazımdı!...
15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal eden Yunan Ordusunu, tek başına karşılayan ve atının üzerinde kocaman bir Yunan Bayrağını, galip ve işgalci edalarla taşıyan Yunanlı teğmeni vurarak işgalci Yunanın bayrağını sereserpe yere serdikten sonra; bir alay yunanlı askerin açtığı ateş sonucu olduğu yerde bir heykelcesine şehid olan Hasan Tahsin bir gazeteciydi!...
Hasan Tahsin evet gazeteciydi!...
Millet söylenir o söylerdi... Milleti sindiren gücün adı ne olursa olsun Hasan Tahsin, millet adına o güce kafa tutardı...
Aslen Muhteşem Türk Atatürk gibi Selanikli olan ve Atatürk'ün okuduğu mahalle mektebinde ve rüştiyede okuyan Hasan Tahsin; gençlik yıllarında Osmanlı aleyhine çalışan bir gazeteciye suikast girişimiyle adını duyurmuş bir kahramandı...
Daha gencecik bir delikanlıyken Teşkilat-ı Mahsusaya katılarak, Devletinin ve milletinin bütünlüğü için mücadeleye başlamıştı...
Ve devletin aleyhine olan gazetecilere suikast girişiminden dolayı 10 yıl hapse mahkum edilen Hasan tahsin, cezaevinden firar ederek İstanbul'a geldi...
Milletin çektiği sıkıntıları yüreğinde hissederek genç yaşta vereme yakalandı...Verem tedavisi için gittiği İsviçreden İstanbul'a değil İzmir'e döndü...
1918 yılında İzmir'de çıkardığı gazetelerle, bütün haksızlara ve işgalcilere kafa tutan Hasan Tahsin; İzmir'in işgaliyle iyice ateşlendi...
Teşkilatlanmanın zorluğunu, işgalcileri alkışlarla karşılayan İzmirli levanten ve gayr-ı müslimleri görünce tek başına direnmeye karar verdi...
Ve 15 Mayıs 1919'da İzmir'e giren ukala ve şımarık Yunana -tek mermiyle- tarihinin en büyük tokadını vurdu...
Hasan tahsin; bir vatansever olarak, bir vatan evladı olarak tek başına görevini yaptı...
Ödül olarak ta şehadet mertebesini ve millet gönlündeki kahramanlık payesini aldı...
Bütün bunları Hasan Tahsin, bizler böyle mirasyedi mantığıyla vatan topraklarını çar-çur edelim diye yapmadı elbette!...
Hasan Tahsin'in sıktığı ilk kurşunla başlayan Bağımsızlık Savaşımızın bütün şehitleri, bu vatanı bize emanet bıraktılar!...
Emanete hiyanet etmedik mi? Etmiyor muyuz?...Etmeye devam edecek miyiz?...
Ben bir gazeteci değilim!...
Gazete ve gazetecilikten de ekmek yemiyorum...Ama yaklaşık çeyrak asırdır gazete ve gazetecilerle içiçeyim...Yaygın basın mensupları kabul etmeselerde, yerel yürek olarak, yerel kalem olarak, asla dolmakalemliğe tevessül ve tenezzül etmeden yazıp çizmeye çalışıyorum..
Beni ve benim gibi yerel yürekleri gazeteci saymayanları biliyorum ve yeminler olsun ki asla kızmıyorum onlara!...
Çünkü ben de onları gazeteci saymayanlardanım...
Hasan tahsin gibi işgal güçlerine tek başlarına ve ölümü pahasına kafa tutamayanları, asla gazeteciden saymayacağım...Yoksa kendimi, Hasan tahsin'e ihanet edenlerden zannederim!...
Memleketimiz işgalde nerdeyse!...
Hasan Tahsin'in tarihin kapılarını aralayan hatta açan mermisiyle başlayan ve her günü destanlaşan, ezilen millerlere örnek olan Kurtuluş savaşımız; biz bu toprakları kan pahasına alıp yeşil gavur paralarına satalım diye yapılmadı!...
Gazetecilerden, gazete dünyasından,, ekmeklerini gazetelerden çıkaran gazetecileri de Hasan Tahsin gibi yeniden ilk kurşunu sıkmadan değilse de, "Dolma Kalem" olmaktan vazgeçmeden, gazeteciden saymayacağım...
Hasan Tahsinlerle başlayan ve her karışı şüheda kanıyla besli bu toprakları satanların rüyalarına Hasan Tahsin girerse bir daha uyanabilirler mi?...
Hasan Tahsin adlı kahramanımızı bir daha rahmetle yadederken, sene de bir günde olsa Hasan Tahini unutan, hatırlamayan ve hatırlatmayan gazeteleri, gazete patronlarını ve "Dolma Kalemler"i, sadece bu davranışlarından dolayı şiddetle kınıyorum...
Hasan Tahsini hatırlamayan gazetecinin gazeteciliğinden de şüphe ediyorum!..
Allah(c.c.)'tan Hasan Tahsin'e bir daha rahmetler dilerken, O'nu hatırlamayan bütün gazetecilere de -Hasan Tahsinin manevi huzurunda- sonsuz teessüflerimi gönderiyorum..
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, srvgi, dua..
Mustafa ASLAN
hattp://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@hotmail.com

BENİM ANNEM....

Magazin basınında ve yaygın basının pazar ilavelerinde, mutlaka birşeyler yazılmıştır!...
Yaygın basına ve magazinsel basın(!)a para vermediğim için bilemeyeceğim...
Siyasal ve ranrt anlamında hiç bir getirisi olmadığı için, Annelerimiz'e gönüllerini hoş edecek bir şeyler yapıldığını sanmıyorum.
Yapılmışsa da şaşr ve peşinen özür dilerim..
Herkes annesi için mutlaka birşeyler yapmıştır veya en azından bir şeyler yapmayı düşünmüştür.
Ben se "Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur." misali düşüncelerimi, duygularımı paylaşmak istedim Gönüldaşlarımla...
Benim Annem;
Günün annesi, dünün annesi, yarının annesi velhasıl geçmişin ve geleceğin annesi Benim Annem!...
Çünkü O, Benim Annem!...
Birinin, sonra da birilerinin özel uğraşlarıyla bir gün ayrılmış annelere!... İyi de yapmışlar belki ama eksikten de eksik yapmışlar!...
Her çocuk "Anneeee!.." diye bağırdığında, zamanın ve dünyanın bütün anları, o sese sığmaz mı?..
Her canı acıyanın, her canı sıkılanın, her çaresiz kalanın; "Vay anam!..." dediğinde, dünyanın bütün anneleri zaman hükmetmez mi?...
Zamana hükmeden, kendilerine her seslenildiğinde yeni zamanlara doğan ve yeni zamanlar doğuran annelere ayrılan, 364 günden arta kalan bir pazar, reva mı?!...
Her "Vay anam!..." nidasında yok mudur anne?...
En edebi tarifte, en argo iltifatta "Anaaamm!" diye salya-sümük saldırganlıkta dahi güzellik tarifinde anne apaçık belli değil midir?...
Herkese göre, her "Vay anam!" diye sızlanana göre, her salya-sümük "Anaaamm!.." diye saldırana göre güzelliğin zirve tarifi, anne değil mi?...
Bir daha, bir daha, bir daha söyleyeceğim; 364 günden arta kalan bir pazar gününü, birileri istemiş diye, birileri annelerine adamış diye, -sadece taklit yaptırımıyla- annemize ayırmamız cimrilikten de öte değil midir?...
"Ana gibi yar olmaz..."
"Ağlarsa anam ağlar..."
"Anam yok ki yaralarım bağlaya..." şeklindeki atasözlerimizi, türkülerimizi, anaya kıymet veren törelerimizi untursak;
"cennetin anahtarı annelerin ayakları altındadır." şeklindeki imani düşüncemizi unutursak; önce kendimize sonra da annelerimize karşı ayıp etmez miyiz?...
Dünün kutlu olsun Anne!...
Günün kutlu olsun Anne!...
Yarının da bugünden kutlu olsun Anne!...
Sen olmasan, olamazdım...
Sen olmasan dünyaya dayanamazdım!...
Sen olmasan en lezzetli duyguya, sevgiye doyamazdım Anne!...
Sen, beni yarim yar etsin diye var edensin...
Sen, beni varedebilmek için Babam'ı yar edensin!...
Annelerin en güzelisin, Benim Annem'sim!..
Annelerin en özelisin, Benim Annem'sin!...
Annelerin annesisin, Benim Annem'sin!...
Çünkü Benim Annem, sen sadece ve sadece Benim Annem'sin!...
Benim olan annem kadar benim olan o mübarek ellerinden öperim Benim Annem...
O mübarek ellerle sevilerek, sevgiyle yüklü dövülerek, sevgini katık ederek beslenerek ve de elbette o elleri öperek büyüdüm...
Hayatım boyunca da o mübarek elleri öpmekten, senin evladın olmaktan, senin gibi bir annem olduğu için övünmekten geri kalmayacağıma -Allah'ım'ın huzurunda- yemin ederim Benim Annem!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua..
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Perşembe, Mayıs 11, 2006

TÜRK YUSUFLARDAN TÜRK'E ...

Teşhis tamam, tarif yanlış!...
Veya tarifte tamam değil, teşhis te!...
Yaygın basın'dan bazı köşe yazarları, bazı duyarlı(!) "Dolma Kalemler"imiz, AKP'yi parti tarifine sokmaya çalışarak, tabanında çözülmeler olduğunu yazmaya başladılar!...
Çok gariptir bu yazmalar ve yazdırmalar; tesadüfen seçilip mecburen başbakanlık oynayan Recep tayyip Erdoğan'ın -danışmaması gereken- danışmanlarından Cüneyt Zapsu'nun Amerika'da ki; "Bu adamı çöp deliğine süpürmeyin! Bu adamdan istifade edin!..." diye yalvararak yaptığı öneriden sonra başladı!...Zamanlamaya hayret!...
Neyin danışmanı ve niye danışmansa asıl "bu adam" denmesi gereken Zapsu'nun üslubu, başlıbaşına bir facia ama bizim işimiz ve meselemiz, bu faciaya görev vererek sebep olan, Başbakan ve AKP ile...
"Dolma Kalemler"ce de olsa yazılanlar, az bile...
Yazılanlara, geç kalmışlığının haricinde de itirazımız yok...
Ama itirazlarımız hep vardı, yine var!...
Birincisi: AKP asla parti değildi ve hala parti olamadı. Kuruluşunun üzerinden dört yıldan fazla zaman geçmesine rağmen AKP'nin adı da, abmlemi de parti olmasına mani!...
Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir sisteminde bir genel başkan; kurduğu günden itibaren hem partisinden, hem teşkilatlarından, -hatta- hem de kurduğu hükumetten tarif olarak bu kadar önde olmamıştır.
Dört yıldan fazladır oy verenin de, vermeyenin de; ne AKP ile, ne vekiller ile, ne hükumet ne de kabine üyeleri ile bir alış-verişleri olmamıştır...
Kızanlar, küsenler "İnadına tayyip" diyerek milleti Deprem Çadırı'na çağırmalarına; hala Recep Tayyip Erdoğan'la bizzatihi işleri olanlar da işlerinin yürümesi hatırına kızgınlıklarını saklayarak "İnadına tayyip" demeye devam etmekteler.
Dört yıl önceden tek ve çok önemli bir farkla ki şimdi sadece kızmak, hesap sormak için "İnadına Tayyip!" diyerek gün saymaktalar!...
Tarihin hiç bir zamanında, dünyanın hiç bir yerinde ve rejiminde böylesine siyasal bir facia yaşanmamıştır...
Ne ekonomik, ne sosyal, ne de hamasi hiçbir şey söylenmeden; sadece "İnadına Tayyip" sloganıyla, tepki oylarının bir yerde toplanmasıyla ve seçmenin %10'unun sandığı protesto etmesiyle bu AKP Deprem Çadırı oluşmuştu...
Uzaktan kumandalı "Siyasi Topaçlar", her rüzgara duyarlı Siyasal Rüzgar Gülleri ve "Dolma Kalemler" bu "İnadına Tayyip" rüzgarının çok başarılı birer figuranı oldular...
Metropollerde belki mazur görülebilsede, bu kadar yıldan sonra 2-3 milletvekili olan illerde bile hala seçmenlerce tanınmayan vekillerin var olduğu söyleniyor.
Büyük senarist ve hakim güçlerce önce sanal bir deprem oluşturulmuş, sonrada orta direğine Recep Tayyip adı konulan bir deprem çadırı kurulmuştur...Oluşturulan sanal depremden evleri yıkılan veya zarar gören depremzedeler çaresizlikten ve sadece tepki olarak Deprem Çadırına dolduruldu...
Seçildiği günden beri hala ne başbakan ne de bakanlarla görüşemeyen millet vekillerinin olduğunu da basından okuyoruz!...
Suni depremin sarsıntısı azaldıkça, artçı suni depremlere karşı bağışıklık kazanıldıkça herkes yeniden evlerine veya kalıcı afet konutlarına bakmaya başladı bile...
"Dolma Kalemler"in AKP tabanı diye adlandırarak tarif ettikleri huzursuzlar, işte bu Deprem Çadırı sakinleridir...
Bu mudur parti?
Bu mudur partili Başbakan ve hükumet?
Bu mudur taban?!...
Milletin sorunlarının adı değiştirilmiştir.
Üniter devlet yapımız, milli bütünlüğümüz, "Alt-Üst Kimlik" tartışmalarıyla tazyike tabi tutulmuştur!...
"Ya istiklal ya ölüm!.." , "Bağımsızlık karakterimdir." parola cve sloganlarıyla dünyaya kafa tutarak, Yedi Düvel'le çarpışarak kurulan ve kuruluş mücadelesi ve kuruluşuyla bütün ezilmiş milletlere örnak olarak efsaneleşmiş Devletimiz, nerdeyse yeniden kolonileştirildi!...
Dik duruşu ve öfkesiyle ünlü H.Nihal Atsız; "İdealist milletler koyunlardan kahramanlar çıkarırken, idealist olmayan milletler kahramanlarını koyunlaştırırlar!.." şeklinde bir tarif ve uyarıda bulunurken tesadüfen seçilip mecburen hükumet eden AKP'li Türkiye'yi mi tarif etmişti acaba?!...
AKP deprem çadırı sayesinde hala destanlar yazmaya devam eden kahramanlarımız, ne haldedir?
Bölücü teröristlere dünyayı dar eden Komutanlarımızı suçlamak gibi bir "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet"; AKP'nin şımartmaları yüzünden yapılmamış mıdır?...
Bu mudur parti?...
Bu mudur milletin emrinde, millete hizmet verecek hükumet?...
Bu mudur AKP'li taban?...
Dört yıldır mecburen hükumette olmasına rağmen, bir tane "AKP'liyim." diyene tesadüf eden var mıdır?...
Dört yıldır depremzede Deprem Çadırı sakinleri, süratle evlerinin tamirini veya kalıcı deprem konutlarını beklemektedir...
Tadilatı veya inşaatı biten Deprem Çadırı sakinleri,hızla kalıcı adreslerine yönelecektir...
Olan budur!...
Tabandaki, dipteki dalgalanma budur!...
Devletin asli unsuru olan Türk Milleti bilmektedir ki; bu deprem çadırına, hasbel kader mecburdur. Kendine alt-üst kimlik vehmeden, kim olursa olsun, hangi mevki ve makamda bulunursa bulunsun tebaamızdır...
Ve artık bu milletin; " Türk Yusufları kuyudan çıkarmak lazım." diye hamasetini ve duygularını şaha kaldıranlar, görülmeye başlamıştır...
Olan budur.
Gerçek budur ve sonuç, bilinerek beklenmektedir.
TEVEKKELTÜ A'LALLAH..
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

KIRIK İŞARET PARMAĞIMIZ...

KIRIK İŞARET PARMAĞIMIZ...
Temel, doktora gider.
Durumu acildir. inlemekte acı içinde feryad ü figan çırpınmaktadır.
Hemen sedyeye alırlar.Acil olarak yapılması gereken bütün müdaheleleri yapmak üzere tetkikleri yaparlar.Kan tahlilleri, tansiyon ölçümleri, kalp grafikleri v.s. her şey yapılır.
Ama hayret ki hayret; yapılan bütün tetkiklerden temel sağlam çıkmaktadır!...
Temelin inlemesine, bağırmasına sebep olan ağrı, bir türlü bulunamamaktadır!...
Doktorlar, buldukları neticelerle hocalarına başvururlar. Tetkik sonuçlarına göre temel, sapasağlamdır ama inlemesi ve feryad ü figanı devam etmektedir...
Bulunan sonuçlara ve Temelin inlemelerine bir mana veremeyen Hoca, Temeli bizzat görmeye karar verir...Hoca geldiğinde temel hala inlemektedir...
- Temel! Önce geçmiş olsun da bütün tetkik sonuçlarına göre sapasağlamsın!...Diyerek Hoca, hayretini belirtir...
Temel öfkeyle:
- O zaman neden nereme dokuniyisam acıyii?... der, inleyerek ve devam eder:
-Bak Hoca!.. Ha buraya dokunuyirum acıyi!... Ha buraya da, ha burama da!...Nereme dokunsam canım yanayi!...
Hoca da hayretler içinde kalır. Ve Temeli sadece ortopedi servisine havale etmediğini hatırlar!...
Ortopedi servisinde yapılan tetkikler ve araştırmalar sonucu; Temel'in canının her yerine dokunduğu işaret parmağının kırık olduğu, tesbit edilir!...
Neresine dokunursa dokunsun Temelin canının yandığı doğrudur ama acıyan dokunduğu yeri değil, Temelim kırık işaret parmağıdır!...
Şimdi günümüzde; Türk Milleti'nin işaret parmağı kırık ve nereye dokunsa canı yanıyor!...
İşaret parmağımızın adı; Recep Tayyip Erdoğan!...
Çiftçiye dokunduğunda, canımız yanıyor!...
Memura dokunduğunda, canımız yanıyor!...
İşçiye dokunduğunda feryad ü figan!...
Emekliye dokunduğumuzda feryada can dayanmıyor!...
Esnafa dokunmadan bağırıyoruz!...
Canımız yanıyor canımız ve hala bizi bir ortopediste havale edecek doktoru, "Seçim Sandığı"nı bekliyoruz...
Kırık işaret parmağımız, Başbakanımız, "İnadına Tayyip"imiz, hala gittiği il kongrelerinde; "Beraber yürüdük biz bu yollarda" şarkısını çaldırarak, beraber yürüdükleriyle birlikte, canımıza dokunmaya ve parmağımızı acıtmaya devam ediyor!...
Beraber yürüdükleri doğru!...
Ama bizimle yani milletle değil!...
AB ile berber yürüyorlar!... İMF ile beraber yürüyorlar!...AİHM'yle birlikte yürüyorlar!...Bölücülere, hainlere daha fazla hak isteyerek ülkemizi parçalamak isteyenlerle beraber yürüyorlar!...
Yağmurun yağdığı da doğru, hatta dolunun yağdığı da!...
Ama "İnadına Tayyip"imiz ve yandaşlarının şemsiyeleri var!...Islanan da millet, iri dolulardan kafası koz-koz olan da!...
Ama "İnadına Tayyip"imize bir şeyleri artık hatırlatmak zamanı. "Türk Yusuflar'ı kuyudan çıkarmamız lazım." diyen tamamen milli, imanı söylemlerinden fışkıran bir Türk yiğit geliyor!...
"Riya bulaşmış ibadetlerinize değil, riya karışmamış günahlarınıza güvenin!.." diyebilen bir Müslüman Türk geliyor!...
Hastalığımızın teşhisini yıllardır bütün dünyanın ehil insanları huzurunda da söyleyebilen, bir kendimizden doktor geliyor!...
Bu milli Kervanın Başı da, yürüyor!... Ama AB şemsiyesi almadan, ABD şemsiyesine hiç tenezzül etmeden!... Ve milletiyle beraber yürüdüğü yağmurdan "Allah'ın rahmetine saygı!.." kara mizahıyla kaçmadan!...
Milletini yıllardır döven suni dolulardan kaçmadan!...Kırık parmağımızı, hiç bir yere dokundurup acıtmadan yürüyor...
Bu kırık parmağımızı, sadece bir kere o da "Deprem çadırı"nın orta direğini yıkarak, milleti kalıcı konutlarına davet için acıtacağını biliyoruz!...
Bu acıya da ne kadar dayanılmaz olursa olsun, çok hazır olduğumuzu haykırıyoruz...
Bu güzel sözlerin sahibi;
Yiğit Müslüman Türk!
"Allah'ını seversen Türk Yusuflar'ı kuyudan çıkarabilmemiz için ne yapmamız gerekiyorsa işaret buyur yapalım.." diye de biz haykırıyoruz...
Türk Yusuflar'ın hainlerinin kardeşleri olduğunu bile bile, soyunduğumuz işin zorluğunu bile bile işaret bekliyoruz...
"Kırık İşaret Parmağımız" ise; gideceği yere, daha doğrusu gidebileceği güne kadar işçiden, köylüden, emekliden, esnaftan, memurdan, sanatkardan kaçarak "Unu satan"larla, kemal Abi'leriyle, Ab ile, ABD ile şemsiyeli olarak ve "beraber ıslandık.." yalanıyla dolaşıp dursun!...
"Allah(c.c), bu millete uzun süreli zillet yaşatmaz." imanımızı bir daha hatırlayıp hatırlatarak, sabırsızlıkla milletimizi ortopediste havale edecek Müslüman Türk doktorumuzu, yola çıkardığımızı daha doğrusu yola çıkmış bu "Milli Kervan Başı"nın safına katılarak yollara düştüğümüzü, açıklamaktan da şeref duyarız...
"Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.."
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua..
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Salı, Mayıs 09, 2006

İMAMESİZ TESBİH...

Dünyanın en değerli taşlarından yapılmış olsa dahi, boncuklar bir ipe dizilince boncuk, gerdanlık v.s. adını alır..
Yan yana ve aynı ipe dizilmiş boncukların tesbih olabilmesi için; olmazsa olmaz bir argüman vardır: İmame...
Tesbih; bir imameden sonra dizilmiş boncuklardan oluşuyor.
Aksi halde yani imamesizse dizilen boncuklar ne kadar olursa olsun ve ne kadar kıymetli olursa olsun boncuk olmaktan öteye geçemiyor, tesbih olamıyor...
Eşref-i mahlukat olan insanı boncuğa benzetmekle ne kadar isabetli davranırız bilemem ama, "Teşbihte hata olmaz." şeklindeki nezaket fışkıran darb-ı meseli hatırlar ve hatırlatırım...
Ayrı şehir ve kasabalardan, köylerden insanları aynı fikir ipine dizen; ayrı karakterlerdeki insanları yine aynı fikir ipine dizerek tesbihleştirebilen insanlar da çıkmıştır tarihte ve günümüzde...
Boncuğu boncukluktan tesbih daneliğine terfi ettirebilen ustalarla yarışırcasına; insanları sıradanlıktan çıkararak "Dava Adamı", "Ülkü Devi" sıfatlarına terfi ettirebilmiş Liderler de gördük yaşamımız süresince...
Bu "Lider"lerden biri, Başbuğ Alparslan Türkeş; tanıdığı ve etki alanına aldığı herkesle, fert-fert ilgilenerek bir fikir tesbihi oluşturmuştu. Bu fikir tesbihinin imamesi de kendisiydi elbette!...
Bir kara 4 Nisan'da bu muhteşem "İmamemiz" yok oldu!... Emr-i Hak vaki oldu ve imamemiz, dünyasını değişti...
4 Nisan 1997'den beridir Türkeşçiler, Türkeşçilikten ülkücüleşenler ve bunun nasıl olduğunu, nasıl başarıldığını "İmame"nin başarılı uygulamaları yüzünden anlayamayanlar, İmamesizler!...
Tane tane, ilmek ilmek ve yıllarca uğraşılarak dizilen ve oluşturulan bu "Fikir Tesbihi", sadece imamesiz kalsa, imanlı birileri elinde kullanım amacına göre belki yine tesbih görevi yapabilirdi!...
Maalesef böyle olmadı!...
İmamesiz kalmış fikir tesbihi, ehil olmayanların eline düştü...
Hayatında tesbih çekmemiş acemilerin hoyratça sallamaları sonucu, tesbihin ipi de koptu!...
Her biri ayrı ayrı yerlerden derlenmiş, her biri ayrı kıymetteki tesbih daneleri, darmadağın oldu!...herbiri ayrı bir yerden getirilmiş olmasına rağmen ustaca uğraşlarla ve muhabbetli çekimlerle öylesine de birbirine benzemişti ki bu daneler!...
Ama acemice ve hoyratça, daha doğrusu; her biri ayrı kıymetteki ve tesbih daneliği için yapılmış, yontulmuş daneler, birileri tarafından darmadağın edildi!...
Başbuğ Alparslan Türkeş'in "Fikir İpi" ile birbirlerine bağlanarak, "Ülküdaşlık" adındaki muhteşem bağla ve gönüllerinden birbirine bağlı "Fikir daneleri", "Ülkü Devleri" darmadağın edildi!...
Oysa bunlardan birinden biri olmasa da tesbih tamam olamazdı, eksik kalırdı!...
Bir meşum 4 Nisan da "İmame"nin dünya değişmesi, sonrada bu tesbih danelerinin dağıtılmasıyla zikirler, kontrolsüz olmaya başladı!...
Her danenin kendine göre, herkesin kafasına göre çektiği zikirlere de elbette itibar eden olmadı!...
İmamesiyle yüz adet olan bu tesbihin, bir araya düşmüş, bir arada kalmış onsekiz tanesiyle, belli bir süre tesbihçilik yapmaya uğraşan; onsekizlik tesbihle sayarak zikir çekmeye çalışan "Fikir bezirganları" da oldu maalesef!...
Fikir daneleri onsekiz olsa da bir imame etrafına dizilseydi -elbette- onsekizlik bir tesbih diye adlandırılabilir hatta onsekizlik bir tesbih olurdu!...
Örfe, adetlere, teamüllere uymasa da, aykırı da olsa yine tesbih diye anılabilirdi ve anıldı da!...
Ama kendisi imameliği düşünemeyen, imameliği beceremeyen "Fikir Tacirleri"nin acemice ve yine hoyratça sallamaları yüzünden bir araya düşmüş onsekiz de dağıldı!...
Şimdi elde ne ipe dizilecek tesbih daneleri, ne de danelerin dizileceği ip kaldı!...
Her daneyi bulan, boncuk bulmanın sevinciyle oyalanıp durmaya başladı!...
Olansa tesbih sahibine, millete oldu!...
Tarihle yaşıt Türk Milleti'nin yaşadığımız çağda ve zamanda tek temsilcisi olabilecek "Ülkücü Gençlik", kendisinden ve tesbih ustasının özenle soktuğu şekilden başka her şekilde görülmeye başlandı!...
"İmame" dünyasını değiştikten sonra, acemice ve hoyratça sallandığı için koparılan "Ülkücülük" ipinin yokluğu yüzünden yuvarlanıp duran bazı daneler, ehil tesbih ustalarının elinde yavaş yavaş toplanmaya başlıyor gibi...
Mesele sadece milletin, bu yeni fikir tesbihi ustasını bir an önce fark edebilmesine kaldı...
Bu yeni "Fikir tesbihi Ustası"nın; "TÜRK YUSUFLARI KUYULARDAN ÇIKARMAK LAZIM." şeklindeki iman kokan ve çok heyecan verici teklifinin, çok süratle duyulacağı ve "Türk Yusuflar"ı kuyuya atan kardeşlerine rağmen Rabb'ım'ın, çağımız "Türk Yusufları"nı atıldıkları kuyudan çıkaracağına iman ediyorum...
Çünkü o Güzel Rabbım'ın "Bu millete uzun süreli zillet yaşatmayacağı.." na imanım tamdır...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua..
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Pazar, Mayıs 07, 2006

Muhammed İkbal ve ATATÜRK...

Çocukluğumda Dedem'den dinlemiştim. Aklıma yerleşmiş ve kalmış...
Milliliğin ve milliyetçiliğin yasaklanmasa da pek hoş karşılaşmadığı gençlik yıllarımda, bir yerlerde okumuştum. Aklıma yerleşmiş ve kalmış!...
Pakistan ve Pakistanlılar diye bir yer ve orada yaşayan insanların, Türk sevgilerini dinlemiştim Dedem'den. Aklımda kalmış...
Zamanın Haçlı'sı; "Yedi Düvel" adıyla bize saldırdığında ve yaşlısı genci, kadını kızanı ölümüne Kurtuluş savaşı verdiğimiz yıllarda, Pakistanlılar'ın son kuruşlarına hatta son lokmalarına kadar bize gönderdiklerini duymuştum. Aklımda yer etmiş!...
Gençlik yıllarımda bir yerlerde yine Pakistanlılar'ın Türk sevgilerini okumuştum. Atatürk'e en az bizim kadar sevgi beslediklerini okumuştum. Aklıma yerleşmiş ve kalmış...
Pakistanlı Şair Muhammed İkbal'in, bir uçak seyahati sırasında Türk Semalarından geçerken saygı olarak ayağa kalktığını okumuştum. Aklımda kalmış!...
Bir düşünce ve fikir adamı olan aynı zamanda da İslam Aleminin tanıdığı ulemadan olan Muhammed İkbal'in, Mustafa Kemal için, Muhteşem Türk Atatürk için yazdığı söylenen bir iki dizesini okumuştum. Aklımda kalmış...
Ama itiraf etmeliyim!...
Pakistan hakkında, Pakistanlı hakkında hatta Muhammed İkbal hakkında duyduklarımı ve okuduklarımı hep biraz abartılı diye yorumlamıştım!...
Sadece din kardeşliği ve aynı coğrafyada yaşayan soydaşlarımıza olan sevgilerinden dolayı bir milletin, bir başka milleti bu kadar sevebileceğine, bu kadar benimseyebileceğine hep kuşkuyla yaklaşmıştım!...
Yüzyıllarca o kadar müttefikimizden ihanetler görmüş, o kadar "Dostuz" diyen milletlerce arkadan hançerlenmiştik ki, bütün bu duyduklarımı yine duyduğum ve bir yerlerden okuduğum tarih bilgilerimle karşılaştırınca şüphemde de pek haksız sayılmazdım!...Ermeniyle, sırpla, araplarla ve yüzlerce yıl onlara verdiklerimizin bedeliymişçesine bize takındıkları tavırlarla mukayeseyi, ister istemez yapıyordum!...
Yaklaşık beş gündür ayaklarım yere basmıyor!...
Yaklaşık beş gündür ruhum; Tanrı Dağları'nda, Ortaasya'da, Pakistan dağlarında, ovalarında seyahat ederek canımı incitiyor!...
Bir dostumun elindeki kitaptan, yabancı şairlerin Atatürk'e yazdığı şiirler arasında Muhammed İkbal'in "Mustafa kemal Destanı"nı okuduğumdan beri; yıllarca Pakistan ve Pakistanlı'ya şüpheyle baktığım için kendimi cezalandırmak istiyorum!...
Ama aklıma; yetim olmasına, eve götüreceği yavan ekmeğin parası olmasına rağmen, elindeki-avucunda ki son ve tek para olan 1 (bir) lirayı, Pakistan Depreminden zarar gören Pakistanlılara yardım olarak gönderen; fakir ama gönlü zengin, yoksul ama gönlü bay Türk oğlu Türk çocuğumuz gelince rahatlar gibi oldum...
Demek ki o kendi yoksul, gönlü bay Türk Çocuğu'na da birileri; benim çocukluk ve gençliğimde duyduklarımı söylemeyi ihmal etmemiş!... O Türk oğlu Türk'ün evinin kitaptan yoksun olmasına rağmen, Pakistanlı Dostların bize verdiği destekten haberdar olunmuş!...
O yoksul ama gönlü bay Türk Çocuğu; Kurtuluş savaşımız sırasında elinde-avucunda ne varsa son dirhemine kadar bize gönderen Pakistanlı Kardeşleriyle -ödeşemezse bile- mukabelede bulunmak için varını-yoğunu göndermiş...
Ve bu davranışıyla da benim utancımı azalttı!...
Şimdi Anadolu'nun gerçek aydınlarından bir istirhamım olacak...Aslında istirhama da, ricaya da gerek olmamalı!..
Böylesine muhteşem bir yüreği, böylesine mükemmel bir Türk aşığını, böylesine ihtişamlı bir Atatürk sevdalısı şairi, bütün milletimize tanıtmak, bizler için görev olmalıdır...
Haydi hep beraber iş başına diye rica ederek, Muhammed İkbal'in şiiriyle başbaşa kalalım.

"MUSTAFA KEMAL DESTANI

Bir millet var biz onun varlığıyla ulaştık
İlahi kanunların gizli gerçeklerine,
Bir bakışla yön verdi bizlere dağlar aştık
Dünya güneşi olduk bir kıvılcım yerine...
Aşk mı vefasız bize neden gönlümüz küllük
Kusurlarımız mı çok küçüldükçe küçüldük!...
Rüzgarlar çölden esin bize yaraşır matem
Meltemin nefesinde açan her gonca elem.
Ah oldu kubbemizde nağmelenen ezanlar
Bir inilti gibiyiz nerde o borazanlar.
Bir zamanlar ayları taşırdı atlarımız
Şimdi avlanan bizi, kırık pusatlarımız...

Koş Mustafa kemal koş! Atın çatlayana dek
Bizi tedbir mat etti, sana tedbir ne gerek...

Muhammed İKBAL"
Bu şiiri okuduktan sonra, akıl başa-yerine gelinceye kadar başka kelama hacet var mıdır?..
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
http://maslan.blogspot.com

Cuma, Mayıs 05, 2006

YOLLARIMIN SONU !...

YOLLARIN SONU...

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize.

Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların...
Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.
Dün benimle birlikte gelen tanıdıkların
Yalnız bir hâtırası kaldı artık yanımda.

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağına.
Halbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin
Değişilir topu da bir sokak kaltağına.

İster düşün... Kendini ister hayâle kaptır...
Uzar, uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.
Bakarsın aldanmışşın, gördüğün bir seraptır
Sevimli bir hayâle açılırken kolların.

Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları,
Düştüğü yer uzakta "DİLEK" adlı bir saray.

O sarayda bulunca tanrılaşan erleri
Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.
Hepsi sussa da "Kür Şad" uzatarak elini:
"Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun" diyecek.
Hüseyin Nihâl Atsız

Günlerdir, haftalardır,aylardır hatta yıllardır Atsız Beğ'i anlamaya çalışıyorum.
Eğilmek bilmeyen, milli mes'elelerde serdengeçtiliği hiç kimseye bırakmayan ve bu serdengeçtiliği için de Allah'tan gayrı kimseden, hiç bir kuldan taltif beklemeyen bir eğilmez başı anlamak elbettekolay değil!...
Beraber yola çıktığı kimse de yok Atsız beğ'in!...Düşünmüş, taşınmış, kararını vermiş ve gününün şartlarında -hiç bir gazete patronuna minnet etmeden- kendi mütevazi öğretmen maaşıyla bir dergi çıkarmış ve inatla çekicini hep aynı yere, aynı ustalıkla vurmuş...
Öyle bir gün gelmiş ki; devrin "Bizim ülkümüz Türkçülüktür." diyen başbakanına vatan hainlerini haber veren ve devlet ricalini uyaran açık mektupları yüzünden tehlikeli görülmüş; Türk Yurdu'nda "Türkçülük" yaptığı için cezalandırılmak istenmiş!...
Mahkemesin de yer yerinden oynamış Atsız Hoca'nın...Milli duyguları şahlanan üniversiteli gençler, Ankara caddelerine sığmaz olmuşlar... Ve bu kalabalık; hiç bir davet yapılmadan, kimse kimseyi çağırmadan oluşmuş!... Milli duygularla patlamış volkan misali Ankara caddelerini ve adliyeyi dolduran gençliğin azametinden, mahkeme heyeti ne yapacağını şaşırmış!...
Sonra yalnız kaldığı günler, aylar, yıllar da olmuş Atsız Beğ'in...
Bu yalnızlık öylesine incitmişki Atsız beği; "Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden/ İtler bile gülecek kimsesizliğimize.." diye küsmeye tenezzül etmeden erkekçe naralar atmış...
Kimseyle yola çıkmadığı için, kimsesiz olarak yola çıktığı için kimseyi terk etmesi söz konusu değil bu fikir devinin... Ama bu devi çok terk eden olmuş!...Öylesine terk edilmiş ki bazan bu Muhteşem Kavga Adamı, "İtler bile gülecek kimsesizliğimize.." diye ince hakaretin de zirvesini yakalamış!...
Atsız Hoca; elbette bizlere göre çok şanslı!...
Çünkü peşinden saatlerce yol gidilecek kemik sayısı az olduğu için o kemiğin peşinden saatlerce yol giden itler de az!...Oysa günümüzde ikbal adıyla gösterilip geri çekilen kemik te çok, bu kemiklerin peşinden saatlerce yol giden itler de!...
Bir insanın ya milliyetçi, ya da hain olabileceğini; bunun asla ortasının,ılımlılığının olamayacağını da Atsız beğ'den öğrendik bizim kuşak...
Onlarca yıl Milliyetçiliğin tek adresi olan, ve bu adresliğini hiç sakınmadan açıklayan bir siyasi adreste olduk...
Neyi başarıp, neyi başaramadığımızı elbette en iyi yine bizim kuşak bilecektir!...Başaramadıklarımız yüzünden elbette utanç doluyuz! Başardıklarımızın da mirasyedi mantığıyla har vurup harman savrulmasını hayret ve incinmeyle izlemiş durmuşuz... Susmanın, sessiz kalmanın hiç yakışmadığı ve bu susmamasıyla millet nazarında itibar kazanmış bir nesli, teşkilatının en başına çıkanlar susturdular nihayet!...
Ve her öfkelenen, her kızan arkadaşımız sessizce saftaki yerini terk ederek çekip gittti... Yıllarca yalvardık; "Ülkücüler arsında göç var!...Ülküdaşlarımızın yolu, timsah derelrinden geçiyor! Allah rızası için müdahil olun!..." diye yıllarca haykırdık...
Ne sesimizi duyan oldu ne de duydukları sesimize itbar eden!...
Bu yüzden biz de sabredemeyerek artık saflık tarifi kalmamış nöbet yerimizi terk ederek, ben de gittim!...
Gitmeme sebep olanlarla bu dünyada da, ahrette de hesaplaşacağımı açıklayarak...
En azından her iki cihanda da hakkımı helal etmeyeceğimi açıklayarak!... Bu açıklamalarımdan sonra, Atsız Beğ'i bir daha yad ederek, onun yıllar önceden haykırdığı erkekçe üslubuyla ben de;
"Bu gün yolanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize
Bir kemiğin peşinden saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize.."
diye haykırarak konuşmaya devam edeceğim!...Taaa ki nefesim kesilinceye kadar!..
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
http://maslan.blogspot.com

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

YENİ OYUNLAR !...

İdealimse idealim.
Hayalimse hayalim, Ülkümse ülküm;-kim ne derse desin- bütün Dünya Türklüğü'nün -en azından- hayati konularda müşterek hareket edeceği günleri görmek ve bu uğurda yapılabilecek ne varsa onu, millet olarak yapmaktır.
Tarihimle şerefliyim...
Dünümle, dünyanın inadına övünüyorum!...
Övünç kaynaklarımdan en önemlisi olan Muhteşem Türk Atatürk'ün;
"Ey Türk gençliği !
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!
Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! "
şeklindeki, tarihe şerh düşerek 20 Ekim 1927 de söylediği bu sözleri, her gün mutlaka ama mutlaka en az bir kere okuyorum...
Muhteşem Türk Atatürk'ün medyum olmadığını biliyorum. Ama ileri görüşlülüğün eşine az rastlanır bir örneği olduğunu, bu söylevinden bir daha anlıyorum...
Gençliğe Hitabe'yi okuyorum ve aklıma çok net gelen son 40 yılımızı gözümün önünden geçiriyorum...
Gördüklerim ve hatırladıklarım karşısında hayretlere düşüyorum!...
Tam moralim bozulacakken, tam ucuz halk kahramanı geçinen, uzaktan kumandalı "Dolma kalemler"in istediği gibi bedbinliğe düşecekken imdadıma, Mehmet Akif Ersoy geliyor...
Mehmet Akif Ersoy Üstad'a; "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak" dedirten şartları ve günleri hayal ediyorum...
O günleri, hayal etmek bile yetiyor ve avazım çıktığı kadar; "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak" diye haykırıyorum...
Ve biliyorum ki en son ocak olarak kabul ettiğim, benim ocağım sönmediği sürece, milletimin korkmasına gerek yoktur...
Biliyorum ki her İstiklal Marşını okuyan Türk te kendini "En son ocak" olarak görüyor ve benim onları teselliye niyetlendiğim gibi onlar da beni ve milleti teselli ediyor ve bize yürek oluyorlar!...
Muhteşem Türk Atatürk'ü ve İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy'u hatırlayınca da aklım bir başka türlü karışıyor!...
AB'nin yani batı'nın daha doğrusu haçlı'nın dayatmasıyla, memleketimizde bir grup, "Kemalizm"i hedef göstererek Muhteşem Türk Atatürk'ü gözden düşürebilmek için olmadık entrikalar çevirirken, bir başka grup ta Mehmet Akif Ersoy'u yıpratmak için olmadık işler çeviriyorlar!...
Birileri, art niyetliler, hainler, ha bire birşeyler yaparken bir de bakıyorum ki bizler, yani halk, yani Türk Milleti, sadece seyretmekten başka bir şey yapmıyoruz!...
İnternet sayfalarında 16 Nisan 2006 günlü Zaman Gazetesi eki olarak verilen OKS Deneme Sınavı Kitapçığı'ndan alınmış bir soru dolaşıyor.
Çoktan seçmeli cevabı olan soruyu ve cevap şıklarını, ben de aynen alıyorum:
"Atatürk, büyük bir asker, büyük bir devlet adamı ve diplomat olduğu kadar; eğitim alanında da ulusumuzun çağ değiştirmesini, atılım yapmasını sağlayan büyük bir önderdir.
Bu parçaya göre, Atatürk için aşağıdakilerin hangisi söylenemez?
A) Eğitim alanında yeni bir anlayış oluşturduğu
B) Devlet idaresinde büyük işler yaptığı
C) Milletine karşı büyük bir sevgi duyduğu
D) Askeri alanda da önemli bir noktada olduğu"
Bu cevaplar arasından soruya göre doğru olanı, herkes mutlaka bulacaktır. Akla ve mantığa en doğru gelen elbette "C" şıkkıdır!...
Yani Atatürk Milletine karşı büyük bir sevgi duymamaktadır!...
Şimdi bu acuzelerin, bu şirretlerin, bu vatan kaçkınlarının, bu hainlerin ne yapmak istediklerini Allah aşkına hala anlayamadık mı?..
Bunların yaptıkları, devletin korunma refleksinin adı olan Türk Silahlı Kuvvetleri'ni tahrik ederek bir daha "mazlum" rolüne soyunmak değil midir?...
Bu kitapçığı, Cumhuriyet savcılarımız görmezler mi?...
Ola ki bütün C.Savcılarımızın gözünden kaçmış ola!...
Bu durumda da ben suç duyurusunda bulunuyorum. Zaman Gazetesinin eki olarak dağıtılan bu kitapçıkla Muhteşem Türk Atatürk'e saldırı söz konusudur!...
Yasa Koyucular tarafından koyulan yasalar, Atatürk'ü korumaya yetmiyorsa millet olarak kendimiz savunmaya soyunuruz ki, bu hiç te iyi olmaz!...
Bu milletin sabrının taşması olur ve hainlerin kıyameti olur!...
Allah(c.c.) şahidimizdir ki; bu kez bu art niyetlileri uyarmıyoruz!...
Artık yüksek sesle milletimi temsilen ben tehdit ediyorum; "Aklınızı başınıza alın!...Yoksa sadece aklınızı almakla kalmayız..."
Yeter artık!...
Yeter oldunuz artık!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
http://maslan.blogspot.com