Perşembe, Haziran 29, 2006

"TAZE KAN" KÜÇÜK AMA KOCAMAN SUĞRA BAL...

"Kimlerin, niye, ne niyetle, kimlerin yararına yaptığını hiç irdelemeden, 4.Uluslararası Türkçe Olimpiyatı'ndan bahsetmek istiyorum..
Aslında olimpiyattan da değil, olimpiyatta minicik bir kızımızın, bir Türk bebeği'nin 10 kıtasını da ezbere okuduğu İstiklal Marşımız'dan bahsedeceğim...
İstiklal Marşımızdan da değil, on kıtasını da ezbere ve yaşayarak, hançeresini yırtarcasına, ciğerlerini patlatırcasına okuyan Türk Bebeği'nden bahsedeceğim...
Suğra Bal adındaki, bebeğimizden bahsedeceğim!...
Önce internetten istifade edebilen dostlarımız faydalansın diye Minik Suğra Bal'ın okuduğu marşı dinleyebilsinler diye adresini yazacağım: http://www.samanyoluhaber.com/tr/gunluk/a.14957.html
Her dinleyen ve izleyenin mutlaka seviçten, kıvançtan, maşallahlar dileyerek, gözlerinin yaşaracağını biliyorum...
Kıvançtan ağlamayı unutanlarımıza hatırlatması bakımından Vallahi terapi olacak bu gösteri...
Aslında yazılması gereken Suğra BAL adındaki miniğimiz de değil!...
Yazılması, konuşulması, anlatılması ve ayakta alkışlanması gereken biri veya birileri varsa o da; minicik kızlarına İstiklal Marşı'nın on kıtasını da ezberleten ve böylesine duyarlı okumasını sağlayan ana-babadır...
Minik Suğra'nın Annesi!
Minik Suğra'nın Babası!
Allah(c.c.) sizlerden razı olsun. Bizlere kendimizi unuttuğumuzu hatırlattınız!...
Devlet ricalinin %80'ninin ezbere bilmediğine emin olduğum İstiklal Marşımızı, minicik kızınıza ezberleterek, hamasetimizi şahlandırdınız...
İstiklal Marşımızı ezbere bilmeyen -başta ben olmak kaydıyla- duyarlı bütün Türkleri utandırdınız!...
Coşkuyla ağlamamıza, kıvaçtan yüreğimizin yerinden fırlayacak kadar kabarmasına vesile oldunuz...
Allah(c.c.) razı olsun. Vallahi olması çok zor bir şeyi başardınız!...
Sıraları protokol gereği dolduran ekabire, onları izlemek için oraya gelmişken Minik Suğra'ya esir olan katılımcılara, utanmaları gerektiğini hatırlattınız...
Allah(c.c.) Suğranız'ı kem gözlerden, nazarlardan korusun...
Allah(c.c.); Minik Suğramız'ın bu coşkusunu daim kılsın...

Her sıkıldığımda,her bunaldığımda tek sığınağım, tek tesellim ve tek moral kaynağım olan İstiklal Marşımız'ın "Sönmeden Yurdumun üstünde tüten en son ocak" dizesini; bir daha, bir daha beynime nakşetti kendi minik, yetenek ve yüreği kocaman Suğra...
İşte ana-baba bu!...
Devletini-milletini seven ve sevgisini çocukluğundan itibaren çocuğunun beynine, gönlüne yazan Türk Ana-Baba örneği bu!...
Bu bir terapi!...
Bu bir milli öğreti görevi!...
Bu, çok samimi ve çok vakur bir Türk Milliyetçiliği duruşu sergilemesi!...

"Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak" dizesinin sığınaklığına şimdi bir de minik Suğra eklendi!...
Suğra, Suğralar, Suğraları yetiştiren ana-babaların var olduğu bu Millete ne olabilir ki?...
Bu millete hangi şer gücün gücü yeter ki?!...
Kendinde alt kimlik vehmeden Başbakana inat haykırdı Suğra!...
Suğra'nın elbette aklı kesmez henüz!...
Suğra çocuk, Suğra bebek elbette!...
Ama bebeğine on kıtalık İstiklal Marşını ezberleten ana-baba, Türk Milleti işte!...
İşte bu, dünyanın ödünü patlatan Türk Milleti!...
İşte bu, "son ocak" sönmeden Türk Milleti'ne izmihlal yok diye iman eden ve haykıran Türk Milleti!...
İşte bu minik Suğraların büyümesini bekleyecek olan yarınlardan, hiç bir Türk'ün endişesi olmaz...

Bu Millet dualıdır!...
Bu Millet, Allah(c.c.)'ın yardımlarına her zaman müstehaktır...
Elbette doğacaktır vadettiği günler Hakk'ın, kimbilir belki yarın belki yarından da yakın...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
tokkali@mynet.com

Pazar, Haziran 25, 2006

LİDER(!) BOLLUĞU !...

Bir Lider'ler sultasıyla karşıkarşıyayız!...
Bir Liderler, işgalinde gibiyiz!...
Veya ortalarda Liderlik adında bir salgın hastalık var!...
Altmışa yakın partimiz var ve hepsinin Genel başkanının adı:Lider!...
En az bir o kadar da sivil toplum örgütü var ve tamamına yakını da Vatanı Kurtarmak için emekli paşalar ve bürokratlar tarafından kurulmuş ve yine tamamı, duyumlarımıza göre partileşme sürecindeler.
Yani her kuruluşun da bir Lider'i var!...
Lider bu kadar çok olunca da millet olarak lidersiz kaldık tabi!...
Daha dün başarısız olduklarını kendi ağızlarıyla itiraf ederek siyaseti bırakanlar da yeniden ve Lider adlarıyla piyasaya arz-ı endam edince; nerdeyse her 500.000 kişiye bir Lider düşüyor!...
Lider'in sözlük anlamının genel başkan olduğunu biliyoruz, doğrudur...
Ama bir de teamülleşmiş bir Lider tarifi vardır ki; milletin aradığı Liderde bu teamülleşmiş özellikler aranır...
Lider; güvenendir, güvenilendir.
Lider; verdiği sözü tutan, tutamayacağı sözü vermeyendir.
Lider; yürüyendir ve arkasına bakmadan yürüdüğü için peşinden milyonları yürüttüğünü göremeyen ama bilendir.
Lider; çarelerin tükendiği yerde kendini ortaya atarak çare olandır.
Lider cesurdur.Lider ataktır. Liderin en mükemmel müdafaası taarruzdur!...
Yani 7-8 kişi bir araya gelip, yasaların verdiği izinle ve yasaların izin verdiği tarifte bir parti kurmak ve ona genel başkan olmakla, lider olunmuyor!...
Ömürlere, ikballere, canlara, kanlara mal olmuş; lideriyle fikriyatı nerdeyse özdeşleşmiş bir partinin başına, olağanüstüden de olağanüstü bir zamanda genel başkan seçilmekle de lider olunmuyor!...
Lider, tavırlıdır. Lider, taraflıdır. Tarafsızdan, tavırsızdan lider olmuyor!...
Eyyamcıların, günü kotarmak için yaşayan günübirlikçilerin ne peşinden gidiliyor, ne de böylellerine lider deniyor!...
Lider; kaybederken bile kazançlı çıkandır.
Bırakılan mükemmel bir miras ve o mirasla esmiş rüzgardan istifade bile edemeyerek kazanmışken kaybedene de, lider denmiyor!...
Üç-beş yandaşın, yapılan her verimli konferans ve toplantıya illegal olarak girmesiyle ve bağırmasıyla da lider olunmuyor!...
Elbette herkes evinin hükümranıdır diyeceğim ama kılıbıklar aklıma gelince ondan da vaz geçerek ekseriyetle demek isterim...
Elbette; insan evinin bahçesindeyken gurbetten korkmaz!...
Elbette her çocuk, babası evdeyken bahçenin önünden geçen yabancı birine kabadayılık yapabilir...
Elbette herkes; tesadüfen, olağanüstü hallerin yardımıyla oturdukları koltuklarında ve genel başkan makamlarında liderlik edebilir!...
Hatta Ankara'da da genel başkanken "Ben liderim." demek kolaydır...
Bölücü eşkiya başının yandaşları, Ankara'da göbeğimize basa basa; gözlerimizin içine baka baka bölücülük propogandaları yaparlarken, Diyarbakır'a gitmeyerek,gidemeyerek orada Devlet-Millet tarifli bir miting yapamayanlardan Lider mi olur?...
Daha doğrusu; Allah aşkına bu kadar lider mi olur?...
Lider; kendine muhalefet edenlere bile şahsiyet ve meşruiyet kazandıran değil midir?...
Lider; ölümüyle taraftarlarından daha çok muhataplarını, muarızlarını şaşkınlığa uğratan değil midir?...
Böylesi liderlerin mirası üzerine oturarak sonradan O'nu inkar edenden Lider mi olur?...
Allah aşkına kavramlarımıza sahip çıkalım...
Kavramlarımızın içinin boşaltılmasına izin vermeyelim...
Yakın tarihimizde Muhteşem Türk Atatürk, Menderes, Alparslan Türkeş,Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'dan başka lider mi var?...
Ve bu liderleri, -sevip sevmemek bir yana- hep ekibinden sandıkları, kendilerinin özel olarak güvendikleri terk etmemiş midir?...
Liderini terk edenden Lider mi olur Allah aşkına?...
Olağanüstü hallerde, kaptan rahatsızsa veya araç kullanamayacak kadar yorgunsa ve aracın yürütülmesi gerekiyorsa yardımcı kaptanların, muavinlerin direksiyona geçmeleri mümkündür.
Her direksiyona geçen muavin şöför müdür?...
Her genel başkan, lider midir?

"Dudaklarımızda kan ve ateşe gülen bir gülüşle
Yürüdük ölümü kıskandıran bir yürüyüşle
Düştük te bağrına toprağın adımız vatan oldu

Geçtik yardan ve serden ülkü denilen düşle
Ve dirildik ölümü öldüren bir ölüşle..." Mehmet Emin ALPER

şeklinde kükreyemeyen veya bu kükreyişlerin sahiplerini kendine ram edemeyen aksine kızdıran, aksine teşkilatlarından uzaklaştırarak soğutan, Lider midir?...
"İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız." diye buyuran Hz.Ömer(r.a.)'i doğrularcasına, tepki verilecek yerlerde susmak ve genel merkez binasının dışına çıkmamak gibi bir hareketlilik göstererek, lider mi olunur?...
Kaç taraftarınızla, adreslerinde görüştüyseniz o kadar Lider olunmuyor mu?...
Kimseye sormadan, ülkenin en ücra köşesinde bile meselesine sahip çıkan yandaşının, yoldaşının, ülküdaşının adını bilmeden lider mi olunur?...
Lider, terk eder mi? Lider, terk edilir mi?...
Daha çoook sorarım. Ama sordukça da aklım karışır ve akılları karıştırırım diye korkumdan susacağım!...
Allah(c.c.); cümle fikri hareketleri, bu lidercilik oynayan başarısız genel başkanlardan kurtarsın!...
Bunlardan kurtulmadan, memleketin kurtulması vallahi mümkün değil!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
tokkali@mynet.com

Cumartesi, Haziran 24, 2006

SAĞ-SOL ELBETTE YOK ARTIK !...

Sağ-Sol...
Sağcı-Solcu...
Sağcılık-Solculuk...
Sağdan başlayıp solda, soldan başlayıp sağda biten veya tarif olarak bitirilmeye çalışılan ve içi asla doldurulamamış acaip bir kavramlar kargaşası!...
Sen, ben, biz, hepimiz, herkes, bu kavramlar kargaşasında; şeffaf bir labirentin içinde dolaşıp durduk!...
Ne sağcı yol bulabildi bu şeffaf labirentten çıkabilmek için, ne de solcu!...
Çünkü bu şeffaf labirenti yaparak bizleri içine dolaşma-ma-ya sokan güç; bu labirenti de kendisine zaman kazanmak için hazırlamıştı, bu şeffaf labirentin içine saldığı sağcı ve solcuyu da zaman kazanmak için yarıştırmıştı!...
Sağcı;"Milliyetçiyim" diyordu, solcu;"Ulusalcıyım."
Lügatlere, sözlüklere baktığımızda ise, Milliyetçilik=Ulusalcılık olarak okuyor ama şaşırmıyorduk bile!...
Bu sağ-sol kavram kargaşasını her düşündüğümde, yıllardır aklıma bedenimizi gözden geçirmek gelir.
İki gözümüz, iki kaşımız, iki kulağımız, iki burun deliğimiz, iki omuzumuz, iki kolumuz, iki bacağımız var...
İki ciğerimiz, iki böbreğimiz, iki testisimiz var...
Bunların hepsinin de adları, sağ ve sol sıfatlarıyla ayrılır birbirinden.
Sağ kolumuz olmasa yaşarız ama adımız çolak olur. Sol kolumuz olmasa da adımız aynı!...
Sağ veya sol bacağımızdan biri olmasa da yaşarız ama adımızın başına topal tarifini alarak!...
Gözlerimizden biri olmasa da olur, böbreğimizin biri olmasa da! Adımız köre veya tek böbrekliye çıkarak!...
Bütün çift uzuvlarımız için aynı gözlemleri yapmak mümkün ve doğru...
Tek olan ve hayati önemleri olan uzuvlarımız da var; beynimiz, kalbimiz, dalağımız ve penisimiz gibi!...
Acaba diyorum, acaba dedim, acaba demiştim yıllarca; siyasetin de sağı solu bir arada bulunamaz mı?..
Siyasetimizi de sağcılıktan, solculuktan, daha doğrusu çolaklıktan, topallıktan kurtarmak mümkün değil midir?...
Vatanımızı, milletimizi, Cumhuriyetimizi birimiz sağından, birimiz solundan sevsek ne olur?...
Millet olarak sağından ve solundan; sağ elimiz ve sol elimizle sevgi çemberine aldığımız değerlerimize bir bütün olarak sahiplensek, bize şeffaf labirent yaparak başımızı döndürenlerin akıllarını karıştıramaz mıyız?...
Sağcılar olarak solcularımıza, solcular olarak sağcılarımıza muhabbetle sahiplenirsek; şeffaf labirentte dolaşacak çolak ve topalı, kim nereden bulabilir?...
Veya bizden olmayan birileri, bu şeffaf labirentte dolaşıp dursa biz de gülerek izlesek çok mu güleriz? Bunu hak etmedik mi hala?...
Onlarca yıldır çıkamadığımız şeffaf labirentte biz hırsımızdan ağlarken, dışardan bizi gülerek seyredenlere, biraz da biz gülsek insan haklarına muhalif mi oluruz?...
Acaba bu memleketin, asla şeffaf labirente girmeyen, asla şeffaf labirente sokulamayan Ülkücülerinin ve Devrimcilerinin bir arada hareket ederek vücudun uzuvlarını tamamlamalarına ne engel olur?...
Ülkücülerin ve Devrimcilerin veya sırada hakkaniyet olsun diye Devrimcilerin ve Ülkücülerin güç birliği ettiği bir Türkiye'de takıyyecilere yer olur mu?...
Günde en az üç kere milleti kandıran ve bunun da adını ilm-i siyaset koyan labirent yarışmacılarına yer olur mu?...
Doğruyu; Ülkücüysek illa bizden biri, Devrimciysek illa da bizden biri mi söylemeli?...
Doğruyu kim söylerse doğru değil midir?...
Bu Devletin asli unsurları, evlerinden çıkmadığı sürece, millet meselelerinin asıl sahipleri piyasaya çıkmadığı sürece; yıllarca sağcılıktan ve solculuktan geçinmiş lümpenlerin, şeffaf labirent yarışmacılarının siyasetten vazgeçmeleri mümkün müdür?...
"Siyaseti bıraktım.Çünkü başarısızım." diye kendileri ikrar ederek inzivaya çekilmişlerin, yeniden vatan kurtarmaya soyunmalarında, bu ehil vatan evlatlarının evlerinden çıkmamaları rol oynamıyor mu?...
"Siyaseti bırakacağım, genel başkanlığa aday olmamak üzere olağanüstü kongreye gideceğim." diyerek demokrasi erdemi gösterip, başarısız siyasilerin siyasetten çekilmelerine yol açan ama kendisi kurtarıcı edalarıyla -ısrarla- yerinde duranların; bu eskimiş siyasilerin yeniden kurtarıcılığa soyunmalarına da cesaret verdiğini haykırmayalım mı?...
İktidardaki ve muhalefetteki diye ayırt etmeden milletin sandığa gömdüğü, başarısızlara inat olsun diye iş başına "inadına" getirilenlerden; milleti, daha dün sandığa gömdüklerimizden, başarısızlıkları tescilli siyasiler mi kurtaracak?!...
Beyler!
Sinirimizden gülmüyoruz kahkahalar atıyoruz!...
Gömüldüğünüz sandıkların kapağını birileri açtı mı yoksa?...
Millet olarak sizi hapsettiğimiz sandıkların ağzını açmak şöyle dursun açılmasına engel olmak için üzerine oturduğumuzun farkında değil misiniz?...
Milletin artık siyaseten, siyasilerinden en az 20 sene önde olduğunu hala anlayamadınız mı?...
Gerçi bunu anlayabilecek ferasette olsaydınız şimdi bu halde olmazdınız ya, ama yine de "Yaygın Basın"dan değil, "Yerel Basın"dan, asıl "ulusal" yani "milli basın"dan bir vatan evladı olarak, herkesten önce hepinize seslenmek isteriz: İnadına iş başına getirdiğimiz "Deprem Çadırı"ndan bizi yine biz kurtarırız ama kurtuluş alternatiflerimiz asla sizler değilsiniz...
Bu millet, mutlaka alternatif olacak hareketi başlatacaktır. Bu kurtuluş ve alternatif hareketinde sizlere yer olacağını hiç sanmıyoruz...
Sizler; devlet idare edemeyenlersiniz.
Bu yüzden emekli olmuş bütün paşalarımız, emekli olmuş bütüne yakın bürokratlarımız, hem sizlerden intikam almak hem de vatanı kurtarmak için yeni oluşumlar içindeler!...
Millet olarak artık bütün uzuvlarımızı ortak kullanarak sağ elimizle sol kulağımızı, sol elimizle sağ kulağımızı kaşımak istiyoruz!...
Bu sizlere mantıksız ve komik gelebilir ama bilesinizki galibi olmayan ve onlarca yıldır şeffaf labirentte yaptığınız yarışınız, bizim bu iki uzvumuzu da kullanarak çaprazına da olsa kaşınan yerimizi kaşımamızdan çok daha komik!...
Ne sizleri özledik, ne de sizleri seviyoruz.
Sizlere olan hakkımızı da asla helal etmeye niyetimiz yok...
Oturun oturduğunuz yerde!...
Sizin siyaseti bırakmanıza zemin hazırlayarak sonra da AKP adındaki Deprem Çadırı'nda yapılacak hatalar üzerine siyaset geliştirmeyi maharet sayan da yakında sizin yanınızda olacak merak etmeyin!...
Artık ne size üzülüyoruz ne de sizler bizim canımızı acıtamıyorsunuz. Sizsizlikten çok memnunuz, düşün yakamızdan...
Artık Sağ-Sol elbette yok! Tek beyin, tek yürek, tek beden ve çift ama kuvvetli yumruklu bir Türk Milleti var...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Haziran 22, 2006

SUSKUN KALEMLERE !...


“Almanya'da Naziler komünistleri içeri attı…

Sesimi çıkarmadım!
Çünkü komünist değildim!
Sonra... Yahudileri içeri tıktılar...
Bu kez de sesimi çıkarmadım!
Çünkü Yahudi de değildim!
Derken...
Sıra sendikacılara geldi...
Hala susuyordum...
Çünkü sendikacı da değildim!
Sonunda beni de götürdüler...
Ama...
Sesini çıkaracak kimse kalmamıştı...”
Martin Niemüller

Yukarıdaki şiiri, internet sitelerinde olgun üslubu ve dik duruşuyla ilgimi çekmeyi başaran Hayrullah Mahmud'un bir yazısından aldım.
Hayrullah Mahmud, Yaygın basın'dan birinin başyazarıyken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın özel talimat ve uygulamalarıyla işinden olduğunu, geçim sıkıntısından da öte evine gelen icralarla boğuştuğunu anlatan bir kalem!...
Sıkıntılarını anlatırken, sıkıntılarına sebep olan güçle de aslanlar gibi kavga veren bir yürek!...
.....
Yıllardır, kendilerine "Ulusal Basın" adını koyarak piyasalarımızı işgal etmiş olan "Yaygın Basın"la mücadelemizi anlatıp durduk...
İnternet dünyası oluşuncaya kadar, hep kendimiz çalıp kendimiz oynadık!...
Ama artık istemeseler de, önümüzü kesmeye çalışsalarda sesimizi duymaktan ve duymaktan öte bizi dinlemekten başka çareleri yok!...
Çünkü buralardan, sağır sultanlara sesleniyoruz ve şükürler olsun ki sesimizi de duyuruyoruz artık...
Bu inanç ve heyecanla bütün Yerel Yürekler'i; Ulusal Basın'ın kendisi olan Yerel Basın'ı, Hayrettin Mahmud'a desteğe çaığırıyorum...
Bu cesur seslerin kesilmesine bizler, asla rıza gösteremeyiz...
Çünkü bu ses, bize benziyor!...
Anlattıkları doğruysa -ki ben doğruluğuna inanıyorum- bu ses, çok bizden...
........
Sayın Mahmud;
"Dolmakalemler" in işgalindeki veya onlara hipodrom olarak tahsis edilmiş ve kendilerine "Ulusal" adını koymuş Yaygın Basın'ın içinde sizi görmek, beni sonsuz derecede heyecanlandırdı...
Tarihin hiç bir döneminde ve dünyanın hiç bir yerinde şereflilerin tarifsiz zengin olduğunu bilmiyorum...
"Pazarlamacıların en ustası, kendini pazarlayabilendir." diye şeref tarifinden çok uzak bir tanım okumuştum, aklımda kalmış...
"Dolma kalemler"in kendilerini nasıl ustaca pazarladıklarını, hayret ve iğrenmeyle midesi bulanarak izleyenlerdenim...
Kendine güvenen, kendini tanıyan her şerefli insan gibi çok net bir duruşunuz var...
Duruşunuzu ayakta alkışlıyorum...
Tesadüfen gördüğüm, merhametlerinden ve coşkulu duygularından hareketle size yüreklerini açan ve yardımcı olmaya çalışan, güzel insanlara da şahit oldum...
Size -haşa- acımaya tevessül gibi bir hakareti asla düşünemem!...
Size sadece kendi kulvarımda destek verebilirim ve başlıyorum...
Duruşunuzu çok beğendiğimi, tavrınızla benden saygıyı zorla aldığınızı açıklamaktan gurur duyarım...
Sayın Mahmud;
Doğrunun eğilmeyip kırılabileceğini, yaşayarak ve anlatmayarak ispatlamak gibi, tarihi bir şahsiyet tarifini göstermek görevini başardınız!...
Bu başarınıza sadece saygı gösterebiliyor ve net duruşunuzu sadece ayakta alkışlayabiliyorum...
Milyon dolarlara transferler yaşayarak, bizlerdeki "Usta" tariflerini "Dolma kalemler" tarifiyle değişenleri hatırlayınca, sizi tarifte zorlandığımı ve çok duygulandığımı, beyan edeyim...
Aristo; "Herkes kızabilir bu kolaydır.Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak; işte bu, kolay değildir." demiş...
Kızgınlığınızda haksız değilsiniz!...
Doğru adrese kızıyorsunuz. Acizlerin denediği "Umulan yerden küsülür." mantığıyla küsmeye tenezzül etmiyorsunuz!...
Sizi susturmak isteyen ve şu anda hakim güç gibi görünen adresle, kendi yarattığınız kulvarda aslanlar gibi savaş veriyorsunuz!...
Ben, söylediklerinize inanmak istiyorum!
Ben;benimduyduklarımı,kızgınlığınız ve kendinize has edanızla haykırdıklarınızı, muhataplarının da duyduğuna inanmak istiyorum...
Onlar duymasalar da, duymazdan gelseler de Yerel Yürekler'den biri olarak ben sizi duydum...
Ve sizin gibi bir gazetecinin, Başyazarın varlığıyla da -izninizle- Köşe Yazarlığımla iftihar ettim...
Sayın Mahmud;
Sakın susmayın!
Sesinize sesler katılacaktır. Size destek veren yiğit yürekler, seslerini yavaş yavaş değil hemen yükseltecektir...
Sizi ve bizleri duymazdan gelenlere de günü geldiğinde Milletimiz, sesimizi duyuracaktır...
Abdulhak Hamid'den; "Türk Milleti söylemez, söylenir..." tarifini öğrendik hamdolsun...
Ve Millet, söylenmeye başladı...
Keser döner, sap döner.Bir gün de hesap döner...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Çarşamba, Haziran 21, 2006

TARAFTARLIK...

Takıldım şu taraftarlığa!...
Taraftar olmak birine körü körüne bağlanmak mıdır?
Taraftar olmak, taraftar olmayanları açıkça düşman görmek midir?
Taraftar olmak, kişiliği, karakteri, aklı kiraya vermek midir?
Anlaşılan ve anlatılan taraftarlık buysa ve bu tarifle kabul görüyorsa; bizim taraftar olmamız mümkün değil!...
Kimileri; "Kaybeden tarafta olmamak lazım!" diye kurnazlık yapıyor. Kazanan taraf olarak gördüğü yana yakın durarak, karşıda gördüklerini hakir görerek, hakaretler ederek ha bire hasım üretiyor!...
Ve her gün üretilen hasımlardaki gözle görünür artışa rağmen, nasıl oluyorsa hala kazanan taraf tarifli bir yer var!...
Bir başka taraftar görünümlü taraf mensupları; kazanmış tarifli yere çok insafsızca ve edepsizce saldırarak, zaten incelmiş olan gönül bağına zarar veriyor ve kazanmış tarifli tarafı, kaybettirmek istiyor!...
Bu arada sanki Teşkilatlarımızın yöneticileri de; bu taraftarlık oynarken bütüne zarar verenleri, ya görmezden geliyorlar ya da bu görüntüden bekledikleri birşeyleri çıkarabileceklerini zannediyorlar!...
Ne kimseyi savunmak ne de kimseye yergilerde, hicivlerde bulunmak istemiyoruz...
Bütüne zarar gelmesin diye nerede ne konuşup, nerede ne yazacağımızı; birileri etkili ve yetkili yerlere farklı götürseler de Allah'ın izniyle biliriz...
Hayatımız boyunca bi-taraf olmadığımız için bertaraf olmamışlardanız inşallah...
Ama bizim taraftarlığımız bellidir...
Bizim yani Ülkücülerin, kimden taraf olduğumuz hep açıktır...
Bizler, Teşkilatlarımızdan yanayız...
Bizler; hiç bir ikbal hesabımız, hiç bir maddi ortaklıklarımız olmadığı için gördüğümüz hataları söylerken de, gördüğümüz doğruları alkışlarken de ne kimsenin gözüne bakarız, ne de kimseden ödül bekleriz...
Ülkücünün hesabı, hesapsızlıktır...
Ülkücü, omuzlayıp kaldırandır, asla omuzlara çıkarak ben ne oldum şımarıklığına düşmeyendir...
Ülkücü; yüksekten düşenin zararının daha çok olacağını hep bilendir...
Ülkücü; ülküdaşından taraftarlık adındaki vefasızlıkla asla vaz geçmeyendir...
Ülkücü; dününü unutmayandır! Dününü unutmadığı için de asla edepsizleşmeyendir!...
Ülkücü; tek başına hafızalıktansa, toplu hafızanın bir parçası olmayı tercih edendir...
Ülkücü; her faninin tadacağı ölüm gerçeğini bilen, ölüm gerçeğine her zaman hazırlıklı olan ve ölümü tadan Kıymetlilerinin unutularak ölmesine asla rıza göstermeyendir!...
Ülkücü; sadıktır, merttir, cesurdur bu yüzden asla arkadan yapılacak saldırıyı aklına bile getirmez. Bu yüzden de arkasını herkese döner..
Ülkücü, güvenilirdir bu yüzden de herkesi kendi gibi bilir ve herkese güvenir...
Ülkücü; korku ve şüpheyle asla bir arada olmayan yürektir...
Sevgisi de aşikardır, sevdası da ve sevdası uğruna verdiği mücadelesi de...
Ülkücü yapar, unutur. Unutmayanlar ve duyduklarını anlatmaktan başka becerileri olmayanlarca anlatılır da anlatılır Ülkücülerin Sevda Mücadeleleri...
Ülkücünün bağlı olduğu, biat ettiği yerin ve yerlerin adı Teşkilatlardır, Teşkilatların genel Başkanlarıdır...
Teşkilat Genel Başkanları'nın isimleri pek te önemli değildir Ülkücü için. Ülkücü bilir ki Genel Başkanlık makamı ve koltuğu asla boş kalmaz ve orada oturanın kimliğindeki adı ne olursa olsun Ülkücü için sadece genel başkandır...
Ülkücü; görevini bıraktıktan sonra emekli paşalarımız gibi emeklilik sonrası Vatan kurtarmaya soyunan, iş güzar eski genelbaşkanlarına sadece mesafeli bir saygı gösterir...Kendini ve yerini kabul ettirenleri ise ömür boyu Gönül Tahtından indirmez...
Ülkücü ne kolay vaz geçer ne de ülkücüden kolay vazgeçilir...
Ülkücüsüz olmayacağını, Ülkücü de bilir, Ülkücüye potansiyel güç gözüyle bakan Teşkilatlar da...
Çünkü Ülkücü; asla aklını kiraya vermeyendir...
"Nerede hareket, orada bereket..." mantığıyla davranan Ülkücü; her kongre sürecinde kendi iç yapılanmasıyla ilgili tadilatını, kendine yakışan vakarıyla yapar ve yeni kongre süresine kadar sadece Ülkücülüğünü yaşamaya devam eder...
Ülkücü; taraftar da olsa edeplidir, edepli olduğu kadar da taraftarla birliktedir...
Ülkücü; kıymetlidir ve kıymetlerinin sahibidir...
Ucuz ikbal hesapları yapanlara taraftar olacak kadar da basiretsiz değildir Ülkücü...
Ülkücü, sadece Ülküdaşına taraftardır, sadece Ülküdaşının yanındadır... Destek verdiği Ülküdaşına da; karşı olduklarından daha fazla Ülkücü olduğu için değil daha kapasiteli ve daha teşkilatçı olduğuna inandığı için taraftar olur...
Küsmez ve küstürmez...
Kongre biter bitmez de Ülkücünün kongre defteri kapanır...
Ülkücü İradenin tecellisi ne olursa olsun Ülkücünün kabulüdür... Çünkü onun Ülküsü vardır, çünkü onun hedefi vardır, hedefi tesbit olunmuş ve hedefe doğru sefer yıllar öncesinden başlamıştır...
Yakın hedef, "Yüz Milyonluk Milliyetçi Türkiye", nihai hedefse "Turan"dır...
Kutlu Seferde, süvarilerin başına geçecek Genel başkanını seçer seçmez yeni Genel başkanıyla seferine kaldığı yerden başlar Ülkücü...
Ülkücünün rehberi Kur'an, hedefi Turan'dır...
Geri kalan günübirlik dünya merkezi olma yarışları, asla Ülkücünün dikkatini çekmez. Bu dünya merkezi olma yarışındakilere de çok itibar etmez Ülkücü...
Ülkücü, süvariliğinin farkında olarak; kendi atıyla, kendi pusatları ve kendi azığıyla seferinden geri kalmamak için sabırsızlanır sadece kongre süresince...
Olağan kongre sürecine girilen bu günlerde umarız Genelbaşkanlar da, genel başkanlığa aday olan Ülkücüler de seferin fazla gecikmesine sebep olmazlar...
Bunun taşınmaz bir vebal olduğunun farkında olurlar...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
tokkali@mynet.com

Cumartesi, Haziran 17, 2006

HAYDİ KALEMLER SAVAŞINA!...

İşte basınımız!...
Yıllarca onlar kendilerine "Ulusal" dedi, biz ısrarla "Yaygın Basın" dedik...
Yıllarca bizim "Yerel Yürekler" olarak bu karşı koyuşumuzu kabul edenler oldu, karşı çıkanlar oldu ama, sonunda "Yaygın Basın" isimlendirmemizi hafızalara kaydettik...
Şimdi basınımızın; "Yaygın" mı, yoksa "Ulusal" mı olduğunu yargılayarak mantık süzgecimizden süzerek tesbit şansını yakaladık!...
Sadece "Hayal etmeleri istenenler"ce, bir cennet olarak sunulan ve "Yaygın Basın"da çarşaf çarşaf reklamı yapılan ve yaklaşık 50 yıldır kapısında "Gönüllü Kapıcılık" yaptığımız AB ile, müzakerelerimizin, kesilme riski doğdu!...
Keşke kesilse!...
Keşke, -ilk kez de olsa AB'ye karşı kükreyen- Başbakanımız bu tavrında ısrarcı olsa.
Bu işin bir başka tarafı, biz AB ile müzakerelerin kesilmesi gibi hayati(!) bir konuda basınımızın tavrını, hatırlatmak istedik...
Aylardır, hatta yıllardır "Yaygın Basın" dan hiç bir gazeteye para vererek almıyorum!...
İnternet sitelerinden ve TV'lerden manşetlerini izliyor, okuyorum...
Yine öyle yaptım!...
TV ve internetten manşetleri izledim...
Hayati bir mesele(!)miz, nerdeyse sekteye uğrayacak!... AB ile müzakereler, Kıbrıs yüzünden nerdeyse kesilecek!...
"Çözümsüzlüğün Çözüm olamayacağı" tezi de bu arada çöpe atılacak tabi!...
Tam keyiflenmeye, tam "Allah'ım şükürler olsun!" demeye niyetlendim ki, bir başka "Yaygın Basın" organının manşetini gördüm.
"Diyanet İşleri Başkanlığı, uydurma ve kadınlara hakaret eden hadisleri, ayıklayacakmış!..."
Haydaaaa!...
50 yıldır "Kapıcılık" yaptığımız, "Hayal edin ve ettirin!" talimatıyla yıllarca milletimize cennet diye yutturulmaya çalışılan AB ile müzakerelerimiz kesilecek ve yeniden cehenneme tabi kalacağız gibi hayati bir konu varken ve Başbakanımız, ilk kez çok haklı bir tutum sergileyerek AB'ye restini çekmişken, aynı "Yaygın Basın"dan -kendilerine göre- çok yüksek tirajlı bazıları, "Uydurma hadis"ler gibi bir başka hayati konumuzu gündeme taşıyorlar!...
Bunlara; yıllarca Cengiz ÖZAKINCI "Dolma Kalemler" dedi, biz de çok tutarak ısrarla kullandık, ayrıca bunlara yıllarca; "Rüzgar Gülleri" dedik, ipi başkalarının elinde olan "Topaçlar" dedik, "Yaygın Basının Kiralık Kalemleri" dedik durduk!...
Onlar, bizi duymalarına rağmen duymazdan geldiler!...
Çünkü onların işi; bizi değil, kendilerine mevsime göre mürekkep dolduran, istediği renkte yazmasını isteyen senaristin isteklerini, duymaktı!...
Şimdi de yıllarca bize hayati bir mesele diye yutturulmaya çalışılan AB ile Müzakerelerin kesilme tehlikesini unutturmak görevi verildi herhalde!...
Yerel Yürekler!
Yerel ve Milli Aslanlar!
Asıl Ulusal yani Milli Basın olan Yerel gazete ve yerel gazeteciler; haydi iş başına!...
Bu "Dolma Kalemler"in gerçek yüzlerini millete anlatma şansını yakaladık!...
Kim, hangi "Dolma Kalem"in, AB müzakereleri ile ilgili "Cennet" tarifini hatırlıyorsa ve arşivlemişse lütfen hemen hafızaların incelemesine sunsun...
Bu "Dolma Kalemler"i ancak biz Yerel Yürekler sustururuz!...
AB amcalarının, ABD dayılarının baskılarıyla çıkarılmış yasaların, bunlara vereceği para cezasını da kendileri ödemedikleri için bunlar, ceza ile susturulamazlar!...
Bunları; ancak biz Yerel Yürekler, Milletimize gerçek kimlikleriyle takdim ederek yazdıkları kiralık hipodromlarının yani gazete müsveddelerinin satışını engellemekle sustururuz...
Benim naçizane tavsiyem; önce bizler, yani Yerel Yürekler, yani Yerel Köşe yazarları ve gazeteciler olarak "Yaygın Basın" ürünlerini protesto ederek almayalım. "Onlardan nasıl haberdar olacağız?" sorusuna, gerek bile yok. Çünkü ben internetten istediğim gibi hepsini takip edebiliyorum...
Sonra herkes, köşesinde ve sohbetlerinde bu "Dolma Kalemler"in, "Dolma Kalem"liklerini anlatsın...
Bunların aldıkları korkunç transfer ücretlerini, milletimize hatırlatarak anlatalım...
ne "Şeyh-ül Muharririn" ler varmış hatırlatalım...
Bunların ne mürekkeplerini ne de işlerini elbette engelleyemeyiz ama talimatla yazdıklarıyla Milletimizi uyutmalarını, gücümüzün yettiğince engelleriz ya!...
Aksini de yapabiliriz!...
Mesela; gündemimiz ve hayatilik taşıyan meselemizin AB Müzakereleri mi yoksa "Uydurma Hadisler" mi olduğuna karar vermek üzere bir kampanya da başlatabiliriz!...
Haydi Yerel Yürekler,
Haydi Yerel ve Milli Basın, iş başına!...
Dolma Kalemlerimiz, sanki bu günlerde mürekkepsiz kalacaklar gibi!...
Hadi Allah aşkına, bunlara yeni bir renkli mürekkep doldurulmadan, renksizliklerini ve "Dolma Kalem"liklerini ispat şansımız doğdu...
Bunları susturmayı başarırsak, "Söylemeyip söylenen" milletimiz adına bizim söylediklerimiz kıymet kazanacaktır!...
Bu şansı da ancak elli yılda bir yakalamaktayız!...
Hadi rast gele!...
Hadi yerel Yürekler iş başına...
Haydi kalemler savaşına!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Haziran 11, 2006

"FİTNENİZ KİMLİĞİNİZDİR"E CEVAP VE AÇIK MEKTUP

Sevgili Genel Başkanım;
Yiğit Ülküdaşım;
Genç Bozkurtum
Sayın Harun ÖZTÜRK;
"Ülkü Ocakları, Ülkücülerin siyasi kıbleleridir.
Ülkü Ocakları Genel Başkanı; yaşı kaç olursa olsun "Ben Ülkücüyüm." diyen herkesin Başkomutanıdır.
Ülkü Ocakları; Türk Milletine çağlar atlatacak yetenek ve kapasitede ehil Türkler yetiştirmek için Başbuğumuz'un Türk Milleti'ne emanet ettiği bir kültür mektebidir...
Ülkü Ocakları; hiç kimsenin ve hiç bir partinin gençlik koları değildir ama "Her Ülkücü otomatikman MHP'lidir." emri ve vasiyeti gereği elbette oyu olan her ülkü ocaklının oyu MHP'nindir..."
Bunlar ve benzeri sözlerimizi 38 yıldır söyledik, söylüyoruz, söyleyeceğiz...
Son günlerde canı yanan ülkücülerden daha ziyade, can yakanların feryadını anlamakta sıkıntı çektiğimi bir daha belirterek, internet sitelerine alışkın olmadığımız bir şekilde düşen açıklamanıza cevaba niyetlendim...
Ülkü Ocakları'nın çok bilinen ve çok izlenen bir sitesi olmasına rağmen, başka gruplara düşülen bu açıklamadan Ülkü Ocakları sitesi adına rahatsız olduğumu da belirterek başlayacağım...

Sevgili Genel Başkanımız;
"Ülkemizde ve dünyada hemen her ideolojik teşkilat, özünde bir problemi de
barındırır. Bu problem, “taraftarlık” ve “mensubiyet” kavramlarıyla alakalıdır." diye başlamışsınız açıklamanıza... Bu açıklama ve tarifin altına hiç düşünmeden ben de imza atarım...
Ve imzamı attıktan hemen sonra da Sevgili Genel Başkanım'a; "Siz Devlet Bahçeli taraftarı mısınız, yoksa Ülkücülük misyonunun mensubu musunuz?" diye sormak isterim...
"Başka bir ifadeyle Ülkücülük sadece bir süreç değil, aynı zamanda bir sonuçtur."
Tarifine de noktası virgülüne kadar katılırım.
Ama devamında ki;"İçinde bulunduğumuz çağda,ülkücülüğü sadece bir süreç olarak kabul edenler hâla teşkilat içinde revizyondan bahsetmekte, şekillenmesini umdukları yeni yapılarda kendisine koltuk ayarlamaktadır. " açıklamasına itirazım olacaktır.
Eğer teşkilatlarda revizyona gitmek söz konusu ise uygulanan ve canlara mal olan revizyonlarını herkesin bildiğini hatırlatmak isterim.
Yok bu revizyondan kasıt, Devlet Bahçeli'nin olağan kongrelerde kazanarak oturduğu Genel Başkanlık koltuğu ise bahse konu koltuk, ülkücü olan herkesin hakkıdır ve o koltuğun kazanılması gereken kongrelerde Ülkü Ocakları'nın taraftarlık yapmak hakları olmamalıdır...
Sevgili Genel Başkanım;
Defalarca yazdım ve söyledim. Hiç bir kongrede Devlet Bahçeli tarafında olmadım. Yarınki kongrede de Devlet Bahçeli'nin karşısında olacağım. Ama Devlet Bahçeli'ye muhalif oluşum, dün Ülkücülüğüme bir halel getirmediği gibi bu gün de getirmeyecektir...
Benim Ülkücülüğüme bir halel getirmeyen bu muhaliflik, hiç bir Ülkücünün tarifine de halel getirmeyecektir.
Kongrenin bitimiyle her Ülkücü, yine Teşkilatları'nın emrinde duruşunu sergilemeye devam edecektir.
Ama; sadece teşkilatlarımızın emrinde olacağımızı defaatle söyledik, söylüyoruz, söyleyeceğiz. Sadece söylemekle kalmayıp duruşumuz ve vereceğimiz mücadele ile de bunu göstereceğiz Allah'ın izniyle...
Sevgili Genel Başkanım;
Yiğit Ülküdaşım; Genç Bozkurt'um;
Sizlerin varlığınızla ne kadar müftehir olduğumu ve sizlerden ne kadar cesaret aldığımı, sizlerin varlığınızla ileriye dönük ne kadar ümitvar olduğumu hem defalarca yazmış, hem de birebir sohbetlerimizde defaatle arz etmiştim....
Bende var olan bu tarifinize neden kıymak gibi bir zulme tevessül ettiniz?...
Ben sizi ve şahsınızda bütün Ülkü Ocağı Genel Merkezi görevlilerini, Ülküdaşlarım olarak sevdim. Yoksa Devlet Bahçeli taraftarı olduğunuz için sizi sevip gönlüme yerleştirmedim...
Siz; tercihinizi Devlet Bahçeli fedailiğinden taraf kullanabilirsiniz ama bilesiniz ki -atanmış olmanıza, sizi atayan Makamda oturan kişi Devlet Bahçeli olmasına rağmen- siz taraftar olacak bir makamda değilsiniz...
Belki kongre salonlarının dizaynı ve düzeniyle ilgili, gönüllü olarak görevler alabilirsiniz. Böyle bir teamülümüz de vardır. Ama Ülkü Ocakları'nın Ülkücü Ağabeyleri arasında taraftarlık yaparak, birisi hariç diğerlerine hasım tavır sergilemeye asla hakkı yoktur, olmamalıdır!...
Sevgili Genel Başkanım;
" Harekete mensup olan her ülküdaşım, kendisini lider,doktrin ve teşkilat mefhumlarına vakfetmiştir." şeklindeki tarifinize de -haşa- itirazımız olamaz. Ama size "Lütfen bu tarife uygun davranıp davranmadığınızı, kendinize sorar mısınız?" diye hatırlatmak ta görevlerimizdendir.
Hiç bir Ülkücünün Lider'e itirazı olamaz. Çünkü Hareketin Lideri Sayın Devlet Bahçeli'nin de Erciyes'te buyurdukları gibi tektir ve adı Alparslan Türkeş'tir.
Hiç bir Ülkücünün Doktrine de itirazı -haşa- olamaz çünkü doktrinimiz, Liderimiz'den bize emanet kalan 9 Işık'tır.
Hiç bir Ülkücü'nün Teşkilat'a da itirazı -haşa- olamaz çünkü Liderimiz'den, Başbuğumuz'dan bizlere mirastır.
Lider, teşkilat, doktrin üçlüsünü, lütfen kendi kendinizle yapacağınız vicdani bir muhasebeyle gözden geçirir misiniz?
3 Mayıs Türkçüler Günü'nün adını, Milliyetçiler günü olarak değiştiren zihniyete; "Ne mozaiği ulaaan!" diye kükreyen ve yıllardır kulaklarda çınlayan sese rağmen, millet tarifini mozaikten daha yumuşak, daha dayanıksız "Çiçek Bahçesi"ne çeviren zihniyete; sokaklarımızı parselleyen bölücü hainlere rağmen "Ülkücüler sokaklara çekilemez." deyip bütün "Dolma Kalemler"den methiyeler kazanarak Ülküdaşlarımızı küstüren zihniyete taraftarlıkta ısrarla, ne kadar Ülkücü kaldığınızı lütfen sorgular mısınız?
"Bir ülkücü, Dava'ya kaç kişi kazandırmış ve MHP'ye kaç oy kazandırmışsa o kadar ülkücüdür." tarifimize ve doğru tarife rağmen, her gün beşer-beşer, onar-onar ülküdaşlarımızı Teşkilatlarımızdan dışlayan zihniyete taraftarlık, ne kadar vicdanidir?...
Sevgili Genel Başkanım;
Tekrarlıyorum; Siz, Ülkücülerin siyaseten Kıblesinde oturuyorsunuz. Kendine MHP Genel Başkanlığını yakıştıran her ülküdaşımızın yanında durmayı kendine göre vefa sayan Ülküdaşlarımızı, Devlet Bahçeli taraftarlığı yüzünden dışlama lüksünü yapamazsınız.Yapmayınız!...
"Kim Ne Kadar Ülkücü?" diye yazdığım feveranımda da belirtmiştim. Ülkücü, edeplidir adaplıdır.Genç Ülkücü'nün sermayesi edebi, adabı, saygısıdır. Ozan Arif saygısızlık yapmışsa ki yapmıştır ona cevap verecek bir akranı yok mudur?
Bir akranının vereceği cevapla, Ozan'ın da bir daha düşüneceğine emindim...
Sevgili Genel Başkanım;
"Ülkü Ocakları, Türk Milliyetçiliği doktrininin hizmetindedir. Bizlerin hiçbir şahsi hesabı yoktur. Kilitlendiğimiz tek hedef; TürkMilliyetçilerinin iktidarıdır. Şahsi hesaplarının peşinde olanları ne teşkilatlarımızda görmek istiyoruz, ne de Ülkücü Hareket ile alakalı beyanat sarf edilen kürsülerde. Ülkücü Hareket, mevcut kadroları ve birikimiyle üstüne aldığı sorumluluğu yerine getirecek niteliktedir. Artık bu hareketin önünde köstek olmayın, birilerinin ekmeğine yağ sürmekten vazgeçin. Sizlerle artık hiçbir müşterekimiz kalmamıştır. Bu noktadan sonra herkes lafını bilip de konuşsun." sözlerinizle, hayatımda ilk defa Hareket adına endişelendim.
Teşkilatlarımız ve şu an bulunduğunuz göreviniz, sizden öncekilere mülk olmadığı gibi size de mülk değildir.
Hayırlısıyla günü geldiğinde ve nöbetinizi devrettiğinizde sizin de gidebileceğiniz tek adres, Ülküdaşlarınızın yürekleridir.
Makamınızla asla bağdaşmayan bu taraftarlık görünümünüzü lütfen terk ediniz.
Ve asla ve sakın ha, hayatlarını ülkücü olarak dizayn etmiş ve ülkücü olarak yaşamayı kendilerine yaşam tarzı edinmiş Ülkü Devleri'ne ülkücülük öğretmeye soyunmayınız!...
Sizi; ısrarla sevdiğimizi bilmenizi istirham ederek, bu tavrınızla Ülkücü Yürekleri inciteceğinizin de bilinmesi ricalarımla, sahibini bilmediğim bir Ülkücü yüreğin duygularıyla sizleri başbaşa bırakarak Allah(c.c.)'a emanet eylerim.


"Bir Savaşçı Vedası

Bilin ki, kaybetsem de, hep devlerle savaştım

Ölmeden son bir defa saldırıp gideceğim
Benim silahım yoktu, ellerimle dövüştüm
Bu yalnız savaşlarda çıldırıp gideceğim

Bu dünya baştan yalan, bir alem var, gerçektir

Ben kime eğileyim, Tanrı bir, Tanrı tektir
Bilirim ki, amenna, kefenin cebi yoktur
Ceplerimi kanımla doldurup gideceğim

Bir sen kal bu meydanda, bu nasıl bir savaştır

Bir sen gerçeği unut, ya bu nasıl bir düştür
Gelen bir akıl versin , bu ne garip bir iştir
Elalemi kendime güldürüp gideceğim

Kalbimde bir bayrak var, asırlarca yası var

Kırk parçaya bölünmüş bir milletin düşü var
Gökyüzünün mavisi, bir bozkurtun başı var
Ben o bayrağı göğe kaldırıp gideceğim

Ben kar olup yağayım, bu dağ sevmesin beni

İmanlı bir Türk'üm ya, sol-sağ sevmesin beni
Ben bu çağı sevmedim, bu çağ sevmesin beni
Hayallerimi en son söndürüp gideceğim..."

TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Perşembe, Haziran 08, 2006

İT VAZ GEÇTİ........

Yıllardır, hep incinmeme, hep daralmama rağmen "Dolma Kalemler"ce bir Nazım teranesi dinler dururum.
Kıymet verdiğimiz bazı kalemlerimiz de bu yazılanlara itiraz eder ve itiraz ederken de Millileşmiş Ediplerimizle Nazım'ı mukayese gibi bir yanılgıya düşerler!.
Ben de içimden de olsa yıllardır bu tutuma itiraz eder dururum!...
Nazım gibi annesi Yahya Kemalce kıymetlendirilmiş bir "Dolma Kalem"i, Necip Fazıl gibi bir üstatla mukayesenin mantığını kavrayamamışımdır!...
Nazım'ı,Üstat'la kıyaslamalara da -içimden- hep itiraz etmişimdir...
Nazım'ı, Hasan Ali Yücel'le veya benzeri bir başka komünistle mukayese ederek "Hangisi daha komünistti ?"diye araştırmaya, yarıştırmaya itirazım olmaz.
Bir edebiyat meraklısı olarak "Vallahi doğrusu da budur." diye iddia ederim...
Dostlar;
Yazdıklarım haşa size itiraz anlamında değildir!...
Sadece yıllardır çok bilinerek Nazım gibi bir "dolma kalem"i, millileşmiş şairlerimizle mukayese ettirerek adama meşruiyet kazandırmak istiyorlar ve bizler de -maalesef- bu tuzağa düşüyoruz!...
"Zararın neresinden dönülürse kardır." mantığıyla, bu günden itibaren bizler asla bu mukayeseye izin vermeyelim...
Çünkü bu mukayese çok art niyetlidir, bu mukayese çok mantıksızdır ve de insafsızdır...
Bu mukayese; cenabet bir adamla hamamı mukayese kadar insafsızdır!...Oysa biri cünüptür bir diğeri cenabetliğin temizlenme adresi!...
Bırakalım Nazım'ı sevenler, sevmelerine; sevmeyenler de sevmemelerine devam etsinler!...
Onlar istedikleri kadar yazsınlar da, konuşsunlar da!...
Bırakalım, kendileri çalıp kendileri oynamaya devam etsinler!...
Bu arada bizler de boş durmayalım. Herkesin ama herkesin inadına bizler de millileşmiş şairlerimize, yazarlarımıza, ediplerimize sahiplenelim...
Nazımcıların, uzaktan kumandalıların, "Dolma kalem"lerin ısrarla gündemde tutmaya çalıştıkları konularda Allah aşkına konu mankenliği yapmayalım!...
Edebiyatımız ve kültürümüz asla ne Nazım'ı ne de Nazımcıları kabul etmemiştir, kabul etmeyecektir...
Yıllardır ama uzun yıllardır Mehmet KAPLAN Hoca'nın "Şiir Tahlilleri" kitabında anlatılan Nazım'ı okuduğumdan beri, ilk kez Nazım hakkında yazıyorum...
Yeminler olsun ki son kez yazmış olmama rağmen daha yazı bitmeden de pişmanım...
İnşallah bu yazdıklarım bir münakaşayı başlatır da, ben ve duyarlı Dostlarımız da Nazım'ı kendisi gibi komünistlerle, "Dolma kalemler"le doyasıya kıyaslar ve hangilerinin daha çok komünist olduklarını, hangilerinin daha çok hain olduklarını ispata çalışırız...
Aklıma bir milli tekelememiz geldi; "İt vaz geçti, motal vaz geçmiyor!" derler Anadolu'da!...
Hikayesini de arz edeyim kısaca: Köpek, evde kimsenin olmadığı bir anda başını motala yani içine peynir doldurulan kuzu derisinden yapılmış tuluğa sokar. Doyana kadar yer. Çekip gidecektir ama başını tuluktan çıkaramaz. Çaresizce ve korkuyla bağırmasına ev sahipleri gelir,
komşular da duymuş ve merakla yardıma koşmuşlardır. Ne olduğunu sorduklarında ev sahibi; "İt vaz geçti ama motal vazgeçmiyor!" diye cevaplar...
Nazım öldü!...
Kendine vatan diye bellediği yerde de gömüldü!...
Nazımın konuşma şansı yok artık ama nazımcılar elbette konuşacaklar ve konuşuyorlar...
Biz ilgilenmezsek, biz itiraz etmezsek hatta Nazım'ı Millileşmiş Kişilerimizle mukayeseye izin vermezsek inanın onlar da susarlar...
Lütfen bu konuda artık susalım ki sussunlar diye düşünüyorum...
Bizim ve duyarlı gerçek entellerimizin başka işlerimiz olmalı...
Memleketimiz karış karış ve çaktırılmadan satılıyor. Bu satışlarda -bence- ihanette Nazım'la bir yarış var!...
İsterseniz gelin bu ihanet uğraşılarını birbiriyle mukayese edelim!...
Yukarıda da arz ettiğim gibi, Nazım hakkında ilk ve son kez yazıyorum. Umarım bir münakaşayla yeniden bu konuda yazmak zorunda kalmam...
Zaten yeterince canımız yanıyor!...
Zaten yeterince boş işler ve sanal gündemlerle meşgul ediliyoruz...
Umarım Nazım gibi unutulması mukadder bir "Dolma kalem" hakkında yeniden konuşarak, tamamen gereksiz ve boş bir meşguliyete düçar olmayız...
Aklıma şu anda o geldi. Arif Nihat Asya Üstadın;
"Kalk yiğidim
Yine dağbaşını duman aldı.
Parçalandı bir ülkenin toprakları
Aslan payını aslan olmayan aldı!...
Kalk Yiğidim
Yine dağ başını duman aldı!." şeklindeki haykırışını hatırladım...
Şimdi bu haykırışın sahibi yüreği, Moskova'yı kendine Kıble edinmiş bir kaçakla, bir köçekle, bir dolma kalemle mukayesenin mantığı var mıdır diye bir daha düşünelim lütfen...
Haddimi aştıysam herkesten her duyarlı yürekten, bu kez özür dilemeyeceğim!...
Uzaktan kumandalılar, rüzgar gülleri, iplerinin kimin elinde olduğu bilinmeyen siyasi topaçlar, Dolma kalemler ne derlerse desinler; ben de düşündüğümü söylemeye soyundum sadece...
Nazımı sevmiyorum!
Nazımı şairden saymıyorum!
Nazımla mukayese gibi bir abesle iştigale konu edilen Milli Ediplerimiz ise çok seviyorum...
isteyen istediği gibi konuşma hakkına elbette sahiptir!..
Hainlerin nara attığı bu mukaddes topraklarda, milletin aslından olan bir fert olarak ben de edeplice söylendim sadece!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com





Mustafa ASLAN

KİM NE KADAR ÜLKÜCÜ ?...

Hep beraber önce sorup sonra da cevaplayalım Allah aşkına:
Acaba; Devlet Bahçeli'yi, Genel Başkan kabul edenler mi çok Ülkücü, yoksa Devlet Bahçeli'yi Genel Başkan kabul etmeyenler mi?
Acaba; Millet vekilliği, makam,ihale veya herhangi bir kişisel çıkar için Genel merkez ve genel başkancılara karşı yalakalaşanlar mı çok Ülkücü, yoksa hiç bir çıkar gözetmeden sadece Allah rızası ve çıktığı seferi yarım bırakmamak için kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyenler mi?
Acaba; davaları uğruna yıllarını cezaevlerinde geçirmek zorunda kalan, bu yüzden de hayatları yarım kalanlar mı çok ülkücü, yoksa hayatları boyunca karakola düşmeyenler mi?
Acaba; çocuklarını, eşlerini, kardeşlerini Dva uğruna şehit verenler mi çok ülkücü, yoksa onlara kulaklarımız duya duya aptal diyenler mi?
Acaba; hayatlarında ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmamış olmalarına rağmen duyduklarını kendileri yaşamış gibi anlatanlar mı çok ülkücü, yoksa hayatları boyunca çektiklerini asla anlatmayanlar mı?
Acaba; çok kaçan mı çok ülkücü, çok kovalayan mı?
Acaba; dününü inkar edenler mi çok ülkücü, yoksa bugünlerinin bile farkında olmayanlar mı?
Acaba; canlarından, imanlarından, idealistliklerinden başka sermayeleri olmayan gerçekten duyarlı fakir zenginler mi çok ülkücü, yoksa kiralık katil tutabilecek kadar paralı olan karakter fukaraları mı?
Acaba; çok kolay unutanlar mı çok ülkücü, yoksa unutulduklarını bile bile unutanları umursamadıkları için asla unutmamaya yemin edenler mi?
Acaba; armudun sapına, elmanın çöpüne bakmadan hayatlarını MHP propogandistliğine hasretmiş ve bu yüzden aptal tarifi almışlar mı çok ülkücü, yoksa bedava propogandistlerce propogandaları yapılarak seçilen, seçildikten sonra bakanlık alan, bakanlık bitince yeni görev verilmediği için genel başkan'a küsen ve kendini keramet ehli zanneden salaklar mı?
Acaba; kapıdan kovulsa bacadan girmecesine genel Merkezlerin yüz metre yakınına uğramadan, işini gücünü her gün hiç değilse bir kişiyi daha MHP'li etmeye çalışan Devler mi çok ülkücü, yoksa genel merkezlere gelenlerden koltuğumu kaptırırım diye korkan ülkücülükten geçinen cüceler mi?
Acaba; Ülkücülük kisbesinin sağladığı kolaylıklarla gittiği her yerde itibar gören ve kapı kapı dolaşanlar mı çok ülkücü, yoksa hayatları boyunca bir milim sapkınlık göstermemiş ve hiç kimseden hiç bir şey istememiş, sadece teşkilatlarının emrini beklemiş, çağrılmasa da lazım olduğunda Teşkilatlarına koşanlar mı?
Acaba; "Asla kaybeden tarafta olmam" diyen kurnazlar mı çok ülkücü, yoksa davaya hareket getirebilmek, heyecanı diri tutabilmek için kendini ateş çemberlerine atanlar mı?
Çocuklar mı çok ülkücü, büyükler mi?
Eskiler mi çok ülkücü, yeniler mi?
Uzun boylular mı, kısa boylular mı?
Mektepliler mi, alaylılar mı?...
Şişmanlar mı, zayırlar mı?
Eviler mi, bekarlar mı?!...
Heyyyyyy! Heeeyyy! Heyyyy!...
Allah rızası için akıllı olun!...
Ülkücü eskimez! Ülkücü eskitmez!...
Ülkücü, şikayetlenmez!.
Ama ülkücünün hakkı da gasp edilmez!...
Birileri iş sahibi olabilmek, para kotarabilmek, bir yerlerden birşeyler aşırabilmek için Ülkücü geçinirlerken; çoluk çocuğunun rızkı olarak alın teriyle kazandığının büyük bir kısmını kimseye sormadan, kimseye töhmet yüklemeden davası uğruna ikramla şereflendirenler var...
Acaba;kurnazlıkla, lümpenlikle, adam pazarlamayla, bir kemiğin peşinden satlerce yol gidenler mi çok ülkücü, yoksa küçük görülen, horlanan kahvesinden kazandığı helal emeğini günde en az 30 kişiye gönül tadıyla ikram eden mi?
Acaba; hayatı sadece yalakaca dinlemekle geçmiş yalamalar mı çok ülkücü, yoksa hayatını anlatmakla geçirmiş fikir devleri mi?
Acaba; karanlıkta kendi evlerinin bahçesine çıkmaktan korkan kahramanlar(!) mı çok ülkücü, yoksa dağları-ovaları sadece hamaset uğruna, sadece davaya heyecan getirmesi uğruna Malazgirt Zaferi'nin 900. Yıl Dönümünde Erzurum'dan Malazgirt' kadar yaya yürüyen korkaklar(!) mı?...
Acaba; Davaya bir kişi bile kazandıramamışken, sülalesinde kendinden başka MHP'li olmayan bir CHP'li ailenin çocuğu mu çok ülkücü, yoksa sülalesinde MHP'liden başka hiç kimse olmayan sessiz Ülkü Devleri mi?...
Acaba; Türkeşçiliğini de en az ülkücülüğü kadar önemseyenler mi çok ülkücü, yoksa ölümüyle Başbuğ düşmanlığına soyunan acizler mi?
Yapmayın Allah aşkına!...
Edepli olmayandan, adaplı olmayandan, kural kaide tanımayandan, saygısızdan ne ülkücü ne de adam olmaz!...
Herkes bir daha, Allah rızası için kendine sorsun: "Ben davaya kaç kişi kazandırdım? Ben MHP'ye kendimden başka kaç kişiye oy verdirdim?" ve bilsin ki herkes, kendine vereceği cevap kadar yani davaya kattığı insan sayısı kadar ülkücüdür!...
Her gün onar onar, beşer beşer Ülkücüleri Teşkilatlarından uzaklaştıranlardan ülkücü- mülkücü olmaz!...
Bunlar vefasızdırlar, vefasızın imanı olamayacağına göre de imansızdırlar!...
Hakkını helal etsin Ozan Arif'e de çok saldırmıştım!...
Ozan'a ve arkadaşlarına neden teşkilatlara yakın durmuyorsunuz diye çok sitemler etmiştim ama benim yaşım müsaitti, ben onlarla o kuşakla birşeyler paylaşmıştım hamdolsun. Bu yüzden benim onlara, onların da bana herşey söylemeye -ama edep ölçülerinde- hakları vardı!...
Lütfen yüzme bilmeyenler, can kurtaranlığa soyunmasınlar!...
Bu yüzme bilmeyenler yüzünden kazazede de, kurtarmak için yüzme bilmeden suya atlayan cankurtaramazlar da boğulacaklar!...
Bilinir ki;
Genel Başkanı hiç bir kongrede desteklemeyenlerdenim!...Bunu hiç saklamadım.
Yarın kongre olduğunda yine desteklemeyeceğim...
Şimdiye kadar, ülküdaşlarımdan oluşan delegelerin oylarıyla seçildiğini kabul ederek Genel başkanı, Genel Başkanım olarak kabul etmiştim!...
Bizzatihi yüzüme söylediği; "Bu nasıl iştir? 25 yıldır herkes bu dava'dan alacaklı, bir borçluya rastlamadım." sözlerine çok incinmiş olmama, bu tarife asla uymayan sayısız ülküdaşım olmasına, benim bu tarifi asla hak etmediğim bilinmesine ve hiç birimize de MHP'de yer verilmemiş olmasına rağmen, kongreye kadar hala Genel Başkanım'dır!...
Ama kongrede saf tutacağım, safımı belli edeceğim ve mevcut Genel Başkanın kaybetmesi için meşru yollardan herşeyi yapacağım. Kongre sonrasında mevcut "genel başkan" kazansa da asla teşkilatlarımdan uzak kalmayacağımı şimdiden açıklıyorum...
Yeter artık! Yetsin artık! Yetti artık!...
Allah'tan korkmuyorsanız, kuldan utanın!...
"Dinimize söven bari Müslüman olsa." kapı kapı dolaşıp yeniden gelenlere de, hemen şimdi MHP'ye katılanlara da, hayatını MHP'ye hasretmiş Ülküdaşlarıma da saygılı ve sevgiliyim...
Gencin sermayesi edebidir, saygısıdır.
Devlet bahçeli'nin yanında bir aksakal yok mudur, bir ozan yok mudur Ozan Arif'e kendi üslubuyla cevap versin!...
Gençler büyüklerine saldırırsa, orada düzen mi kalır?
"Keser döner sap döner, gün olur hesap döner."
Görelim mevlam neyler
Neylerse güzel eyler....
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Salı, Haziran 06, 2006

NİYE ATATÜRK?...

Neden Atatürk? Neden Muhteşem Türk?
Neden bu millet, Atatürk'e hala hasret?...
Kimlikli, kişilikli bir duruşla dünya devlerine ders veren Türk'ü, özlemeyip te ne yapacağız?...
Hasta Adam tarifli Osmanlı Devleti'nin molozlarından genç Bir Devlet çıkaran, pırıl pırıl bir Cumhuriyet kuran Muhteşem Türk Atatürk'ün; yedi düveli temsilen gelen ve Türkiye'den ukalaca isteklerde bulunan İngiliz Amirali ile ve devamında da bir İngiliz subayı ile görüşmesini, olduğu gibi aktarıyorum:
"Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı'nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa'nın odasına doğruldu.Nazik , fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca:
-Başkomutan Mustafa Kemal Pasa ile görüşmek istiyorum!.. dedi..
Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce:
-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale'deki basarinizi rastlantıya borçlu olmadığınız, kanıtlanmış oldu.Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum.
Amiral bir süre sonra konuya girmiş:
-Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebamız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var.Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? güvende midirler?..
-Hiç kuskunuz olmasın Amiral!..Türkiye'deki bütün insanlar gibi tebanız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır. Suç islemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler.
-Suç isleyenler?
-Suç isleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar...Suçlu iseler, cezalarını elbette çekeceklerdir...
-Fakat Paşa Hazretleri,fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümügöçe zorlandı ve önemlice bir bolumu de hayatlarını kaybettiler. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır.Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!
Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Pasa, 'dünyanın koparacağı gürültü ile' kendini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş:
-Şu "Efendi Devlet" rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu islere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti memleketimizin azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! ..Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakki olmaz!..
Amiralin benzi kül gibi olmuş:
-İngiltere Hükümeti'nin tebasını her yerde koruma hakki, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz...
İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış:
-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı (o donemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı) boşaltacak güçtedir de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tebanızın ve azınlıklarınızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz!.. Donanmanızın da en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!
Mustafa Kemal Paşa'nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşırmış ve en sonunda:
-İngiltere'ye savaş mı açıyorsunuz? demiş.
İşte Paşa burada son sözünü söylemiş:
- Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde "barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!
Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral..... şişe-gerine girdiği Mustafa Kemal Paşa'nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda kekeleyerek:
-Afedersiniz!.. demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapiya gidip dışarı çıkmış..
Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu:
-Pasa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk topraklarında bir savaşçı olarak bulunduğunu "Paşa'dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını, tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine kenetlemiş titriyordu. Karşısında Bab-ı ali Paşası bulacağını sanıyordu herhalde...
"İngiltere devletini kendi devletine eşit gören "bir Paşa ile karsılaştığı için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir...
Aradan bir saat geçti gecmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir teğmen çıktı. Amiralden - devleti adına- bir ültimatom getiriyordu, Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa'ya bildirdim; "Gelsin" dedi.Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu.İngiliz çakı gibi bir Teğmendi. Paşa'nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref aracılığıyla ültimatomu Paşa'ya ulaştırdı.Paşa:
-Peki Teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize gereken karşılığıverir.Siz geminize dönebilirsiniz...
Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref'e donup:
-Başkomutan ellerini öpmeme müsaade buyururlar mi?
Ruşen Eşref, teğmenin dileğini Paşa'ya söyledi, Pasa:
-Nereden icap etmiş sor bakalım!.. dedi.
Teğmen:
-Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım... Lütfetsinler...Teğmen Paşa'nın elini öptü, Paşa da Teğmenin yanağını okşadı. Odayı boşalttık.
Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı:
-Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar?..
-Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor.
-Öyleyse Halide Hanım'ı (Edip Adıvar) bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar... Durumu, ordu komutanı Nurettin Paşa'ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin........
Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu...İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirmeye başlamışlardı.
Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler..."

Milletin özlediği Devlet Adamı tarifi, bu görüşmede saklı değil midir?
AB ve ABD istiyor diye dayatılan bütün yasaları çıkaran ve bu yasalarla da övünen sağcılara, solculara, milliyetçilere, ümmetçilere dikkatle ve duygusalca okumaları tavsiyelerimizle...
Varsa azıcık ta olsa hamasetlerine hitaben...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Pazar, Haziran 04, 2006

HER KOYUN BACAĞINDAN...

Behlül Dana ve Harun Reşid; aynı dönemlerde yaşadıkları bile kesin olmamamakla beraber kıssalarda hep birlikte anılırlar...
Kendini sürekli ikaz eden Behlül'den artık rahatsız olan Harun Reşid, Bir gün dayanamaz:
- Yeter artık be Divane!...Benden vaz geç! Her koyunu kendi bacağından asarlar.
diye azarlayarak huzurdan kovar.
Behlül Dana sessizce çeker gider.
Bir kaç gün sonra sarayı, acaip bir pis koku sarar. Araştırılar ve bulurlar ki sarayın üst katlarında bir boş odaya, bir koyun cesedi bacağından asılıdır!...
Sebebini araştırır ve behlül Dana'nın astığını öğrenirler.
Harun Reşid, hiddetle Behlül Dana'yı huzura çağırtır.
- Bre Divane! Bu ne demek ola? diye bağırır.
Behlül Dana, çok rahat ve sakin bir şekilde;
- Haklısınız efendim. Her koyun kendi bacağından asılır. Burada haklıydınız ama etrafa pis kokular saçtığı için de herkesi rahatsız eder!...
Harun Reşid, verilen mesajı almıştır ve behlül Dana'yı ödüllendirerek yolcu eder...
Aslında aramıza sonradan ve zorlanarak sokulduğuna inandığım sahte ata sözlerinden biri de bu gibi geliyor bana!...
"Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar." mış!...
"Her koyun, kendi bacağından asılır." mış!...
"Her doğru, her yerde söylenmez." miş!...
Bu söylemlerin, hangisi bizim milli ve dini karakterimizle uyuşur Allah aşkına?...
Her koyun kendi bacağından asılacaksa, -ilk anda doğru gibi gelse de- Allah(c.c.) bu kadar peygamberi neden göndersin?...
Kendi bacağından asılan koyun leşi sahipsiz bırakılırsa, Behlül'ün ispatladığı gibi kokusuyla herkesi rahatsız etmez mi?...
Ve günümüzde kendi bacaklarından asılmış ama kokularıyla etrafı rahatsız eden koyunlarla karşı karşıyayız!...
Koyunları biz kestik!...
Koyunları kendi bacaklarından, biz astık!...
Niyetimiz kebap yemekti ama unuttuk!...
Astığımız koyunlar, kalarak koktu!...Ve sadece yakınlarda duranları değil, taaa fizandakileri bile kokularıyla rahatsız ediyor!...
Koyunu bacağından asan da biziz, unutarak kokutan da biziz ve kokusundan şikayet ederek kokmuş koyunu alaşağı etmeyen de biziz!...
Dünyanın hiç bir yerinde ve tarihin hiç bir devrinde kendini bu kadar rahatsız eden ve şikayetlenen ikinci bir toplum olabileceğine inanamıyorum!...
Bu biz miyiz Allah aşkına?...
Bu astığı ve kokuttuğu koyunun kokusundan rahatsız olan millet, Türk Milleti mi?...
Yüze başka, gıyapta başka konuşan siyaset kurnazları da acaba Türk Milleti'nden mi?...
Hz.Ali(r.a); gıyabında kendisini yerden yere vuran biriyle karşılaştığında adamın kendini yere göğe sığdırmadığını ve iltifatlar yağdırdığını görünce;
- Söylediklerinden daha aşağı ama içinden geçirdiklerinden daha üstünüm... diye bütün zamanların riyakarlarına cevap vererek onları tarif te eder...
Neden riyakarlar bu kadar muteberdir?...
Riyayı mı çok iyi başarıyorlar, yoksa riyakarların pohpohladığı elitlerimiz yani seçilmişlerimiz mi kapasite olarak kandırılmaya müsaitler?...
Bu pohpohlanınca kendilerinde keramet vehmeden basiretsizlere mecbur muyuz?...
Bunlardan yaptıklarının hesabını sormak için bir hazırlığımız var mı?...
Yarın kurulacak seçim sandıklarında da astığımız koyunu yine kebap etmeyi unutarak kokutacak mıyız?....
Ooooof! Oofff !....
Önce seçip sonra şikayetlenmeyi o kadar çok yaptık ki; artık ne seçene itimadım var ne de seçilene!...Yarın sandıklar kurulduğunda şerefsiz aponun ailesiyle, Cumhurbaşkanım'ın oyunun aynı güçte olacağını düşündükçe tansiyonum yükseliyor!...
Bu son günlerde moralimi düzeltecek tek sözü; "Bozuk saatte günde iki kere zamanı doğru gösterir." sözünü ispatlarcasına Recep tayyip Erdoğan söyledi. "Gerçek kişilerin dini olur. Tüzel kişiler laik olmak zorundadır." buyurdular...
Evet!... Bu doğrudur!...
Ama düne kadar laikim diyen ve laikçe davranan tüzel kişileri "Patates Dinliler" diye tarif edenlerin söyledikleri doğrudan da rahatsız olmaya başladık!...En azından ben rahatsız oluyorum!...
Sanırım yine dünyada bizden başka söylenen doğrudan rahatsız olan, bir başka millet te yoktur!...
Kahramanlarımızı sağ sağ unuttuk ve hala "Milletiz." diye övünürüz!...
Dünyanın en imanlı ordusu olan Ordumuz'u nerdeyse "Allahsız" ilan ettiler, seyrettik, Seyrediyoruz ve hala "Milletiz."!...
Dinimizle Devletimizi birbirine düşüren dinsizleri, din tacirlerini, Allah pazarlamacılarını, sessizce izledik, izliyoruz ve hala "Milletiz." diye böbürleniriz!...
Değerlerine sahip çıkamayan, kahramanı olmayan, kahramanlarının kaynağı ordusunu imansızlar karşısında savunmasız bırakan, mukaddeslerine uzanan elleri seyreden bir toplumdan Millet çıkar mı?...
Millet olma değerlerimiz, hedef seçildi!...Dinimiz hedef seçildi!...İmanlarımız pazarlanıyor ve bunların tamamı da Allah adıyla yapılıyor!...
Bizler de hala seyrediyoruz!...
"Her koyun kendi bacağından asılır."mış!...
Hadi oradan!
Hadi oradan!
Hadi oradan!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Cumartesi, Haziran 03, 2006

BEKLEMEDEYİM...

"Ülkeyi elde tutabilmek için orduya ihtiyaç vardır. Orduyu besleyip donatmak için de çok mal ve servet gerekir. Orduyu besleyip donatacak akçayı bulabilmek için de halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de yöneticiler doğru yasalar koymalıdır. Bunlardan biri ihmal edilecek olursa dördü de işe yaramaz. Dördü de işe yaramaz olunca devlet yönetimi çözülür, ülke yönetimi bozulur."
Balasagun'lu Yusuf Has Hacib'in 1069-1070 yıllarında yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserinden bir paragraf bu...
Nerdeyse bin yıl önce tarihe şerh düşülmüş, öğütler kitabından bir alıntı...
Yusuf Has hacip; bu eserini devrinin devlet yöneticilerine yardımcı olması düşüncesi ve istek üzerine yazmış...
Bu tarihi öğütlere uyan devlet yöneticileri, övündüğümüz tarih sayfalarına imza atmışlar. Uymayanlar yüzünden ise 16 kere bu Yüce Millet, sistem ve yöneticilerini değişmiş ve bizler de aslında utanmamız gereken bu özelliğimizi tarihi bir başarıymış gibi 16 bayrakla taşıyarak övünmek gibi bir abesle iştigale soyunmuşuz!...
Oysa milletimizin tek olduğu gibi Devletimiz de tek bizim!...
15 kere yönetim şeklimizi ve yöneticilerimizin yerlerini değiştirmişiz!..
16. Yönetimimizi ise Muhteşem Türk Atatürk; Cumhuriyet diye belirleyerek bize emanet etmiş... Kendimize sormamız gereken soru: "Biz bu emanete yeterince sahip çıkmış mıyız?"
Önce Muhteşem Türk Atatürk'ün ne kadar Kutadgu Bilig'e uyduğuna bakalım.
Atatürk; bitmiş bir osmanlı İmparatorluğunun kalıntılarından bir düzenli ordu çıkarmış mıdır? Evet!...
Orduyu besleyip donatmak için güçlü bir ekonomi oluşturmuş mudur? Evet...
Orduyu donatacak akçeyi bulabilmek için milletin zenginliğini başarmış mıdır? Net verilere göre evet.
Halkın zengin ve huzurlu olabilmesi için doğru yasalar koymuş mudur? bana göre buna da evet...
Ordu-Millet-Ekonomi ve Yasalar arasında ki uyumu yakalayabilmiş midir Atatürk? Vallahi evet...
Yusuf has Hacib; "Bunlardan biri ihmal edilecek olursa dördü de işe yaramaz.Dördü de işe yaramaz olunca devlet yönetimi çözülür." diye mükemmle bir tarif yapmış...
Şimdi de günümüze bakalım; Ordu-Millet-Ekonomi ve Yasalar arasında yani Devletin Kurumları arasında bir uyum var mıdır? Bin kere hayır!...
AB'ye gireceğiz diye, ABD ile barışık duracağız diye; dünyanın en imanlı ordusunu yani Ordumuz'u nerdeyse Allahsız(!) tarif edenler çıktı mı? Evet!...
Yıllardır dünyanın en güçlü 2-3 ordusundan biri olarak var olan Ordumuz'un tüketici ve ekonomimize ağır bir yük olduğunu söyleyenler var mı? Evet!...
Orduyu donatabilmek için gerekli akçenin alınacağı ve zengin olması gereken milletin fakirleşmesi ve kendi can derdine düşmesi için gereken bütün menfi anlaşmalar, kotalar uygulanmış mıdır? Evet!...
Halıkmızın zengin ve huzurlu olabilmesi için gereken uygun yasalarımız çıkarılacağına, huzuru sağlayan yaslarımızın değiştirilmesi yapılmış mıdır? Evet!...
Bu kadar içimi sıkan ve bu kadar beni karamsarlığa iten "Evet"leri bir arada çok zor görürüz!...
Demokrasi ve demokratlık arkasına sığınarak Cumhuriyetimizi yargılayan, Cumhuriyetimizin banisi, kurucusu Atatürk'ümüzü yargılayan, işlerine gelince laikliğin arkasına sığınan ama camileri arka bahçeleri olarak tarif eden; İmam hatip Liselerini hem arka bahçeleri sayan hem de asıl arka bahçelerine malzeme yetiştiren yer olarak gören, yasalarla milletin elini kolunu bağlayan; sadece milletin değil Güvenlik Güçlerimizin ellerini bağlayan ve huzursuzluğun yeni bir propoganda malzemesi edilmesine göz yuman insanlar iş başında!...
Acaba Yusuf Has Hacib, günümüzü mü görmüş bin yıl önceden?...
Devletimizin kurumları arasında artık rekabet yok!...Bir çekişme, bir mücadele var!...
Herşeye rağmen, bütün karalama kampanyalarına rağmen hala en güvenilir kamu kurumumuz olan Ordumuz'la Emniyet Güçlerimizi karşı karşıya getirebilmek için olmadık işler çevriliyor!...
Ve çok garip ve incitcidir ki bu yapılanlar hep Demokrasi adına ve demokrasi uğruna yapılıyor diye yutturulmak isteniyor!...
Canımız yandıkça, canımızı yakanların bir başka deprem çadırında toplanarak yeniden canımızı yakmalarına izin veriyoruz!...
Ey Milletim;
Bu kadar aymazlığımıza, bu kadar vurdumduymazlığımıza, bu kadar ehliyetsizi kendimiz seçmemize rağmen hala kime kızalım?...
Hala ve bir defa daha kendi seçtiklerimizle mi kavga edelim?...
yeni diye ve "İnadına tayyip" sloganıyla seçtiklerimizin hangisi yeni ve eski dediklerimizden farkları ne?...
Yüce Milletim;
İsterseniz ister erken, ister zamanında yapılacak bir seçime kadar hep birlikte susalım!...
Nasılsa bu seçtiklerimiz, kendilerinde keramet vehmederek ve biz ne dersek diyelim bildiklerini daha doğrusu AB tarafından dikte edilenleri yapmaya devam edecekler!...
Sokağa inersek bizi coplatacak, PKK'lılara insan hakları isteyenler bizi devlet düşmanı olarak suçlayacaklar!...
Bizler de 35.000 insanımızın katiline hiç bir şey yapamayan bu dayatmalar sonucu çıkarılmış yasaların, bizi hapsetmesinden korkarak sadece susalım ve seyredelim!...
Nasılsa bir daha ki seçimde de bunlar veya bunlara benzeyen hiç yenilenmeyen eskileri seçmeyecek miyiz?!...
Allah(c.c.), bizi iyi etsin inşallah!...
Önce bizler iyi olmayı becerelim ki içimizdeki en iyileri seçerek bu yanlışları düzeltebilme şansımızı kaybetmeyelim...
Bunların ne Kutadgu Bilig'i okumaya ne de uygunyasalar çıkararak devlet kurumlarımızı barıştırmaya niyetleri var!...
Sadece bekleyelim isterseniz!...
Ben artık beklemedeyim...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com

Cuma, Haziran 02, 2006

KİMSESİZLER KİMSESİ...

"Hiç kimse kimsesiz değil herkesin var bir kimsesi
Hiç kimsesiz kaldım medet Kimsesizler Kimsesi.." Fatih Sultan Mehmet

Yaklaşık bir haftadır aklımı başımdan alan bu beyitle yatıp kalkmaktayım..
Her kesin, hayatının bazı günlerinde, kendini kimsesiz ve yalnız hissedebileceğini biliriz..
Aynı duygulara defalarca düşmüşüzdür muhakkak...
Kendini hiçkimsesiz hisseden herkesin yaptığı gibi bizler de "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınırız elbette...
Bu duygu ve düşünceler; sıradan biri için, avamdan biri için tabi ki, çok doğal duygular...
Ama yaşadığı çağda herkese kimselik etmekle mükellef birinin, kendini kimsesiz hissetmesi ve "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınması aklımı başımdan aldı!...
Peygamberimiz(s.a.v.)'den dua müjdeli biri olacaksın, çağ açıp çağ kapatan olarak tarih olacaksın, sadece devrinin değil günümüze kadar bütün zamanların Fatih'i olarak nam salacak, tarihleşeceksin ama bu arada da insan olduğunu, insanlığın en mükemmel rütbesi olan "Kulluk" tarifinin farkında olduğunu da tarihe şerh düşeceksin!...
Bu tarif ve tanımlarla elbette Fatih olacak, elbette Fatih Sultan Mehmet olacaksın!...
Bu teslimiyetin, bu tevazunun sahibi Fatih olmazsa ne olurdu diye bir düşünsek!...
Devlet yöneticiliği oyunu oynayan Parti Liderlerimiz, siyasal genel başkanlarımız, Allah rızası için Koca Fatih'in kendini tarifini okusalar ne olur?...
Tevazunun ve kulluk bilincinin bir insanı nasıl büyüttüğünü, nasıl Fatihleştirdiğini bir anlasalar!...
Ama tesadüfen, ama seçimle, ama atanarak bir yerlere, bazı makamlara gelenler, ne olurdu bir defa bile olsa yukarılara çıkıldıkça yalnızlığa mahkum olduklarını, hiç kimsesiz kaldıklarını, kalacaklarını, "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınmaktan başka çarelerinin kalamayacağını Fatih'i okuyarak bir görseler!...
Demek ki kolay Fatih olunmuyor!...
Demek ki yüzlerce yıl Fatih olarak, kolay kalınmıyor!...
En az ikiyüz yıllık planlar ve hayallerle donatılarak yetiştirilen Devlet Adamları'nın nasıl yetiştiğini, Devlet Adamlığının nasıl oluştuğunu, bir anlamaya çalışsalar ne olur?...
En soldayım diyen partinin de, en sağdayım diyen partinin de, hatta bütün partilerin de tüzükleri, birbirinin nerdeyse aynısı!...
Çünkü yaslarımızın izin verdiği şekilde ancak parti olunabiliyor...
Farklı söylemleri alenen söylemek, -bazan- yasalarımızı ihlal gerektirir. Bu yüzden de bütün partilerimizin genel başkanları ve kanaat önderleri, fısıltıyla farklı konuşurlar!...
Bu farklı konuşmalarıyla da milletten itibar görür veya itibar kaybederler!...
Çok gariptir farklı fısıltı söylemleriyle milletten itibar alarak göreve gelenler, hemen hem kendilerini göreve getiren milleti, hem de inançlarının gereğini, unuturlar!...
Milleti ve inançlarının gereğini unutmaları yüzünden de pervasızca yolsuzluklar yapar, pervasızca beyt-ül mal'ı talan ederler!...
Çünkü seçilmişlerimizin büyük bir çoğunluğu; seçimleri süresince "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınırlarken seçildikten sonra tek kelimeyle insafsızlaşır, Firavunlaşırlar!...
Kazandıkları seçimi, asla sonu gelmez bir kazanım olarak görür, kazandıkları seçimle iş başına getirildiği görevinin de ilanihaye olduğunu sanarlar!...
Bu zannettikleri ölümsüzlük, sonsuzluk vehimleriyle de millete fütursuzca hakaretler ederler!...
Oysa seçilinceye, seçimler bitinceye kadar kesinlikle millet vekilleridirler. Seçildikten sonra ise GenelBaşkanlarının vekilleri olurlar!...
Bu kişiliksiz davranışları yüzünden de milletin nazarında irtifa kaybederler!...
Yeniden gelecek seçim sath-ı mahallinde bir daha "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınırlar!...
Bu sahtelerle mücadele de bizlere kalır, bizlere düşer nedense!...
Hangi mevki ve makamda olursa olsun, hangi gücün sahibi olurlarsa olsunlar; "Yüksekten düşenin, kaybı fazla olur." mantığıyla, bütün Devlet Ricalinin "Kimsesizler Kimsesi"ne sığınabilecek yüzlerinin olması lazım..
Biliriz ki yukarılara çıkıldıkça yalnızlık artar!...
Yalaka ve yalamaların soytarıca kendilerine varmış gibi yutturdukları hükmetme gücünü yanlış kullananlar, bulundukları yerden düşünce canları çok acır!...
Kendilerini, herkesin herkesi gibi zannederek bu durumlarını, millete zulmetmek için kullananların; Fatih'in yukarıdaki muhteşem dizelerini günde en az 10 kez hatırlamaları gerekir diye düşünürüm...
Bu sözleri bilmeyenlerin, bilip kulak ardı edenlerin yarın düşecekleri düşmüşlük günlerinde neler çekeceklerini de görür gibiyim...
Fatih'lik elbette Allah(c.c.)'ın bir lütfudur. Ama fatih'in makamına tesadüfen de olsa gelmişlerin; kendilerinde keramet vehmetmelerinden se "Kimsesizler Kimsesi" ne sığınmaları, daha akıllıca değil midir?...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali_53@yahoo.com