Cuma, Ağustos 31, 2007

VURUN BENİ ÖLDÜRÜN !...

"Vurun vurun vurun beni öldürün!"
Kulağımda bir arabesk sanatçının hançeresini yırtarcasına sesi, aklımda sitem ettiklerimin içerisinden, sitemime asla muhatap etmediğim halde bana incinen dostlarım-ülküdaşlarım!...
Böylesine bir azap yok!...
Böylesine insafsızca, böylesine merhametsizce, böylesine canca görünüp düşmanca vurmak yok!...
Kime saldırdıysak önce haber verdik. Tedbirini al dedik. Sana saldıracağız dedik. Sebebi de şu dedik!...
Kime incindiysek, kime kırıldıysak, kime kızdıysak hemen açıkladık...
Doğru yaptığımıza inandık.
Doğru yaptığımıza inanıyoruz ve inancımızla yaptıklarımıza devam edeceğiz tabi!...
Orman kanunlarının geçerli olduğu; gücü yeten yetene tarifli, adaletin hissedilmediği, merhametin adaletle yarıştan vaz geçtiği, merhametlinin insafsızlaştırıldığı, zalimlerin mazlum tarifiyle iyice firavunlaştırıldığı, acayip bir zamana kaldık! Acayip bir zemindeyiz!...
Bu acayip zamanı ve bu acayip zemini biz hazırladık kendimize!
Ne ayaklarımız yerde, ne de nerede olduğu belli olmayan yerlerde ayaklar var!
Ayaklar baş, başlar ayak!...
Sürü; ters yöne çevrildi. Sürünün en önünde topal koyun var şimdi!
Demokrasiyi özlemek; benim gibi demokrat olmadığını defalarca söyleyene düştü! Boşuna; "Demokrasi, bilinen en doğru ikinci sistemdir." diye tarif etmemişler demekki!...
Ülküdaşlarımı savundum! Ülküdaşlarımı, haklarını gasp ettiklerine inandığım ülkü işgalcilerine karşı savunduğumu zannettim!
Savunduklarım daha fazla düşman oldular bana! Vurun beni!...
Taraftarlıkla, Dava Adamlığı arasındaki farkı ısrarla hatırlatarak tarif etmeye çalıştım. Bu kere de "Dava Adamı" zannettiklerim hasım ilan ettiler! Öldürün beni!
"Babam olsa yanlışını haykırarak tenkit edecek; düşmanım olsa doğrusunu naralar atarak alkışlayacağım." dedim. Ezildiğini zannetiklerim düşman ilan ettiler! Vurun, vurun, vurun beni öldürün!...
"Olur mu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu?" diye sitem yüklü marşlar söyledik yıllarca ama Habil-Kabil kardeşlerin yaşadıklarını unutmak isteyerek...
Kardeşin kardeşi vurabileceğini, insanlık olarak yaşayarak öğrendiğimizi hatırlayınca, birbirine kıyamayacak değer oluşturan kavramlar geliştirdik. Dost dedik. Ülküdaş dedik. Yoldaş dedik.
Dost, dostuna; Ülkücü, ülküdaşına; devrimci, yoldaşına kıyar mı dedik. Dostumuz, ülküdaşımız, yoldaşımız üzerimize gönderilir oldu! Vurun beni, öldürün!...
Bu canı, hangi hasmımızdan esirgedik ki sizlerden sakınalım?!...
Bu canı, bir şeylere yararsa ne zaman ölümden sakladık ki, sizlerin işine yarayacaksa saklanalım?! Vurun beni, öldürün!...
Artık sizlere sitemim!
Artık sizlere kızgınlığım!
Artık sizlere, ölümüne saldırganlığım! Vurun beni, öldürün!...
Bu saldırımın adı, intihar saldırısı her halde!...
Kim ne sayarsa saysın!
Kim nasıl anlarsa, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, kim ne yapacaksa artık yapsın!
"Vurun, vurun, vurun beni öldürün."
Vatan parçalanıyormuş!
Devlet, çökertiliyormuş!
Sisteme karşı şer güçleri galip geliyorlarmış!
Başımıza çuvallar geçiriliyormuş!
Kerkük'te katliamlar oluyormuş!
Kıbrıs gidiyormuş!
Kanlar pahasına vatanlaştırılan topraklar dolarla, euroyla satılıyormuş!
Bir partinin atadığı adam Cumhurbaşkanımız oluyormuş!
O'nu cumhurbaşkanı kabul etmeyenler yurtlarından kovuluyormuş!
Bütün bu olanlara ne milletin, ne de devletin müdaheleye gücü yetmiyormuş!...
Bu kadar ezilmişlikten sonra, hala kahramanım diye nara attığını zanneden yenik savaşçılar varmış!
Bana ne beeee!
Yeter beeeee!
Geri durusam namertim!
"Vurun, vurun, vurun beni öldürün!"
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

CUMHURUN SÖZÜ...

Her kes cumhurbaşkanlarıyla ilgili bir şeyler yazdı.
Ben yazmadım!...
Ne gidenle, ne de gelenle ilgili değildim çünkü! ...
İkisi de benim içime sindirdiğim cumhur başkanım değil!...
Ama giden; ne bana, ne de kendini cumhurbaşkanı olarak kabul etmeyen hiç kimseye T.C. vatandaşlığından çıksınlar dememişti.
Arkasında yolsuzluğun, israfın, şaibenin fısıltısını bile bırakmadı.Güle güle Sayın Sezer.
Bir şey söyleyeyim mi? Daha gitmeden özledim ben Sayın Sezer'i...
Ve gelenle geçecek yedi yıl, daha ilk gününden sıktı... Bunlarla vallahi geçmez bu yedi yıl.
Bu cumhurbaşkanlarıyla neden bu kadar ilgili veya ilgisizim diye soranlar olursa söyleyip devam etmek isterim: Ben Cumhurum beyler...
Beni; "Cumhurbaşkanını cumhur seçecek." diye kandırıp, oylarımı aldıktan sonra dayatma bir atamayla kandıramaz ve susturamazsınız!...
Yüksek Seçim Kurulu ne referandumu hazırlığında? Allah aşkına söyler misiniz?
Milliyetli, milliyetsiz, Türk ve Türkiyeli, bölücü veya halkların kardeşliği düşüncesi sahipleri, AKP'li, DTP'li, bağımlı-bağımsız partiler ve "genel başkanların vekilleri" bir araya gelerek Cumhuriyetin tepesine bir milli görüş gömleğini soyunmuş adam taşıdılar.
Vallahi Cumhurun buna rızası yok!
Cumhur, hala cumhurbaşkanını kendisi seçmek için bekliyor!...
"Dolma Kalemler"i de, tükenmez kalemleri de, kurşun kalemleri de, yaygın basını da, yerel ve milli basını da, hepimizi de cumhuru da kandırarak "Çankaya Yokuşunda Balam Asya'nın Bozkurtları" marşını söylemeden, söyletmeden; daha istediklerini Çankaya'ya çıkarmadan esas duruş göstererek, istediklerini veya istenileni zirveye taşıdılar...
Azaplı Mikail rahmetliyi hatırlayarak hak verdim ve rahmetler okudum bir daha.
"Gümanım galmadı göy Allahı'na
Deyirem ölürem, demirem olmur"
diye feryet ederken ki, halet-i ruhiyesini anladım.
Beyler!
"Ben yaptım oldu!" diyebileceğini zannedenler;
Vallahi bu millet söylemez söylenir! Ve söylenmeye başladı.
Millet; kandırıldığının farkında olarak kaynıyor benden söylemesi...
CHP'lilere; Mustafa Sarıgül, ABD'ye gidip Jinsa ile görüştükten sonra gelip adaylığını açıkladığında; "CHP'liler, Deniz Baykal'a sahip çıkın!" diye seslenmiştim.
Şimdi hem CHP'lilere, hem duyarlı bütün Türklere, hem etkili-yetkili her kese seslenmiyorum, yalvarıyorum: "Deniz Baykal'a sahip çıkın."
Atatürkçü duruş, Türkçe duruş, ulus duruşu, üniter devlet adamı duruşu, "Ne mutlu Türk'üm diyene." duruşu; şu anda sadece onda var...
Uzaktan kumandalıların, şer güçlerinin, dolma kalemlerin saldırdığı iki kurum var ve bize de o iki kuruma sahiplenmek düşer...
Ne Genel Kurmay Başkanımız ve ordumuzu, ne de Deniz Baykal ve CHP'yi bu saldırganlara yem etmemek lazım...
Şimdi bana "Sen ülkücü değilsin!" diyecekler!
Eğer PKK'nın uzantılarıyla mecliste tokalaşmak; daha seçilmesini sağlamadan AKP'nin adayına saygılarını sunmak, milli olan hiç bir şeye sahip çıkmamak, AB'cilik-ABD'cilik yapılarak ülkücülük yapılabiliniyorsa; Vallahi de, Billahi de, Tallahi de artık ben onlardan değilim!...
Onlarla aynı sıfatı taşımaktan Allah(c.c.)'a sığınırım!...
Elhamdülillah Müslümanım ve Allahım'a şükrederim ki Türk'üm. "Yegane fahrim ve servetim Türlüğümden başka bir şey değildir." diyen Muhteşem Türk Atatürküm'le aynı fıtrattan, aynı ülküdenim...
Artık Devlet Bahçeli ve Yol Arkadaşları tarafından terk edilmiş bir savaşçı, terk edilmiş bir ülkücü, terk edilmiş bir Türk Milletçisi olduğumu kabul ettim.
Türk'ü, Atatürk'ü, Türkiye'yi, ordumu, milletimi seveni seviyorum; seviyorum deyip sevmeyenlerle tokalaşanları, SEVMİYORUM!...
Şimdi Allah(c.c.)'ımdan yedi yıl ömür dileyeceğim. Yedi yıl içinde hiç kimsenin; Muhteşem Türk Atatürk ve şühedanın bize bıraktıkları emanetleri dejenere edemediğini, edemeyeceğini görebilmek ve sonucunu izleyebilmek için ömür istiyorum...
Kurt sabrıyla, Türk sabrıyla bekleyeceğim!...
Sadece beklemeyeceğim, bir millet ferdi olarak söylenmeye başladım bile!...
Bu da benim cumhurbaşkaları ile ilgili sözüm ve cumhurun sözü...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Salı, Ağustos 28, 2007

TEDBİR KAZAYI BOZAR...

Hem sitem, hem kırgınlık, hem üzüntü, hem de hepsinden baskını öfkelerimle yazıyorum bunları.
Arkadaşlığın, dava arkadaşlığının, ülküdaşlığın, yol arkadaşlığının ve dostluğun tariflerini, yaşayarak öğrenmişlerdenim. Hayatım boyunca kimseyi terk etmediğimi bendenizi tanıyanlar bilirler. Ama bendenizi terk eden; arkadaşım, dava arkadaşım, ülküdaşım, yol arkadaşlarım oldu. Ve bunlara asla ve asla küsmeye tenezzül etmedim. Ama şükürler olsun ki henüz ne bir dostum tarafından terk edilmiş, ne de her hangi bir dostumla kırgınlık yaşamış değilim. Yaşamamak için de dostluğun gerektirdiği ve bildiğim kadarıyla her şeyi yapmaya hazırım.
Şimdi bir "Dostum"dan bahsederek şikayetleneceğim. Çünkü bu Dostum'un, epeyce gönüldaşının olduğunu izleyerek müşahede etmiş biriyim.
Önce bir daha "Geçmişler olsun!" diyerek başlamalıyım. Dün bir trafik kazası daha yaşadı çünkü bu "Dost"um!...
Bu son bir kaç ayda üçüncü trafik kazası. Kazaların üçünden de kendimce kuşkulanmış ve bütün samimiyetimle kendilerine söylemiştim. Mütevekkilliğe itirazım yok haşa ama tedbirin kazayı önlediğini de inancımızdan biliriz.
Yılların teşkilatçısı ve sevenlerinin yöneticisi Muhsin Yazıcıoğlu'nun bazı tedbirler almasını elbette istedim ve bekledim. Ben tedbirleri ve tedbirlerin sonucu aza indirgenmiş kazalar beklerken bir kaza haberi daha aldım ve yaygın basına konu olan bazı bilgilerle de; hem dostuma muhabbetim pekişti, hem de gönül koydum elbette!...
Şimdi yaygın basına konu olan bir haberi, olduğu gibi buraya taşımak istiyorum:
"Muhsin Yazıcıoğlu'nun eşi Gülefer Yazıcıoğlu, Alperen Ocaklarının Sivas'ta düzenlediği bir etkinliğe katılmak üzere bir otomobil ile Ankara'dan hareket ediyor. Üç bayanı taşıyan otomobil Kırıkkale'den itibaren bir minübüs tarafından takip ediliyor. Gülefer hanım eşi Muhsin Yazıcıoğlu'nu arayıp, yardımcı olmasını istiyor. Ama bir yandan da yol devam ediyor.
Yozgat Çalatlı mevkine gelince minübüsün sıkıştırması sonucunda Gülefer hanımın aracı şarampole yuvarlanıyor. Hafif yaralanan üç bayan Yozgat'ta hastanelere kaldırılıyor.
.................................
Ama işin ilginç yüzü bundan sonra ortaya çıkıyor. Muhsin Yazıcoğlu'nun girişimi üzerine, eşinin aracını sıkıştıran otomobil Jandarma tarafından bulunup, gözaltına alınıyorlar. Bu sırada Yazıcıoğlu'nun cep telefonu çalıyor. Arayan kişi İstanbul'dan, Ülkü Ocakları döneminden bir arkadaşı. Yeğenlerinin Erzincan'a giderken Jandarma tarafından gözaltına alındıklarını belirtip kurtarılmaları için Yazıcıoğlu'ndan yardım istiyor.
..................................
Muhsin Bey'in Jandarma tarafından aldırdığı şahıslar, arkadaşının kurtarılması için yardım istediği yeğenleri olduğu ortaya çıkıyor. Yazıcıoğlu bu şahısları kendisinin aldırdığını, çünkü eşinin aracını sıkıştırıp kaza yapmasına yol açtıklarını söylüyor. Bunun üzerine arkadaşı, "Getireyim elini öpsün af dilesinler.Muhsin beyin vefası ağır basıyor, arkadaşının yeğenlerini bıraktırıyor. Ama o gün bugün Gülefer hanımı ikna edebilmiş değil. Belki kadınca bir önsezi ile kuşkularını sürdürüyor. Bu olaydan 8 gün sonra bu kez Muhsin Yazıcıoğlu kaza geçiriyor."
Haber bu!...
Ve bu olanları, Muhsin yazıcıoğlu kimseyle paylaşmıyor!
Basına nasıl ve nereden aksetti bilemiyorum ama, varlığıyla müftehir olduğum bu Dostum'un, neden bunu kimseyle paylaşmadığını da kınıyorum!
Elbette yaratılmışların tamamı ölümü tadacaklardır. Buna iman etmiş ve inanmışız. Ama kimseye değilse bile çocuklarına, sevenlerine ve dostlarına çok lazım olan bir insanın da bazı şeyleri, bazı kişilerle paylaşması gerekir diye düşünenlerdenim.
Hayatımda ilk kez şikayetleneceğim. Bu dostumuzun ilk kez haksız ketumiyetini, dostlarımıza şikayet ediyorum.
Bizimle paylaşsa, biz de bu bilgileri bilsek ne mi olurdu?
Önce dualarımızla, sonra da canlarımızla bir tedbir halkası oluştururduk...Ve artık istemese de oluşturacağız...
Bu tedbir halkamız, bir şeye yaramasa da en azından aklımızı rahatlatarak, bizleri ferahlatırdı.
Bu düşüncelerimi; isteyen istediği gibi yorumlamakta, kullanmakta serbest. İlgimi bile çekmez.
Ama "DOSTLUK" kavramını tanıyanların, beni çok iyi anlayacaklarına emin olarak bütün dostlarımı, Allah(c.c.)'ın muhafazasına havale ederim.
"Tedbir, kazayı bozar." öğretisini de hatırlatarak...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

"UMUTLA BAŞLADI HÜSRANLA BİTTİ" Mİ?

Aaaaah bu paralı jokeyler!
Aaaaah bu, kimin atına binerse onun düdüğünü çalanlar!
Aaaaah bu, hayatlarında asla bir şey olamamış hiç bir şeyler!
Yine saldıracak yeri şaşırdı veya yine saldırılacak adresi şaşırtmaya soyundular!
Bizimle, ülkücülerle ilgisi olmayanları şaşırtmaya soyunsalar itiraz etmem belki ama bizi şaşırtmaya soyunanları görmezden gelenlerimize kızma hakkımı kullanacağım!
Ne birilerini savunmaya, ne de birileri için bir başkalarına saldırmaya niyetli değilim! Ama olaylar böyle geliştiriliyor ve söz böyle geldi...
Çünkü saldırılan da, saldıranlar da kendilerini ifade edebilecek konum, salahiyet ve ehliyette kişiler.
Ama bu konuya müdahil olmam gereğine inandım.
İnsalık gereği, insanlar bazen ev halkıyla da tersleşebilir, ev halkıyla da münakaşalar edebilir. Eğer bu münakaşa ve tersleşmeler hane içinde kalırsa zararsız ama dışarı sızar veya sızdırılırsa, aile bütünlüğü açısından telafisi zor yaralar açar.
Gazetemizde, bazı refiklerimle bir münazaraya, gerekirse münakaşaya hazırlanıyorum!...
Gazetemizin ve gazetemiz ailesi diye tanımladığımız yazar-çizerlerin adını "Yeniçağ Ailesi" koymuşlardı.
Biz de bu aileye dahil olmanın hazzını yaşıyoruz bir yılı aşkın bir süredir.
Benim inancım, gazetemizin; patronuyla, kalem erbabıyla ve çalışanlarıyla ve formatıyla diğer gazetecilik oynayan "Yaygın Basın"dan kesinlikle farklılığımız hatta biraz da ileri giderek tek milli basın tarifli gazete olmamız şeklindedir.
Yeniçağ Ailesi olarak; babamız dahi olsa yanlışlarını ifşa ederek uyarır, düşmanımız dahi olsa doğrularını alkışlarız, diye biliyor ve biliniyoruz. Veya ben öyle zannediyorum. Ama aynı pistte, farklı kulvarlarda koşan insanlar olduğumuzun zannederim, her kes farkında. Bu da insanlığımızın ve hür akıllarımızın gereği...
Refikim Macit SOYDAN'ın; "Yolda Dağılan Büyük Birlik" başlıklı yazı serisine ve hemen başlığında; "Umutla başladı, hüsranla bitti." karar yorumuna itirazla münazarayı-münakaşayı başlatmak niyetindeyim.
"Büyük Birlik Hareketi"nin oluşturulabilmesi için, elinden geleni yapmaya gayret edenlerdenim. Bu gayretlerimde kastım; ne Muhsin Yazıcıoğlu'nun başarması, ne de MHP'nin kaybetmesi değildi. Senaristler tarafından sahnelendiğini hissettiğim bazı oyunları bozabilmek için Ülkücü Birliği'ni sağlayabilmeye gayret edenlerdendim. Bu yüzden de bir araya gelinecek yerin; ne adıyla, ne de amblemiyle bir çelişkim olmamıştı.
Çünkü; MHP'mizi önce işgal edip, sonra gizli toplantılarda; "MHP'yi, derin devletten, kont gerilladan, sarkık bıyıklılardan, sokak kabadayılarından, katillerden arındırdık." diyenlerle bir mücadelemiz vardı ve hala devam ediyor.
Şimdi çok halisane duygularla başlayıp sonra gelenlerin gitmeleri yüzünden, gelenleri yerinde tutamayanların yüzünden, zaten var olan dağınıklık aynen muhafaza ediliyor. Bu dağınıklıktan elbette ziyadesiyle rahatsızlardanım.
Ben gazetemizdeki refiklerimden ve duyarlı bütün Türk Aydınlarından beklerdim ki, bu işgalcilere;
"Siz, neden bu kadar aydın kafalarınızla, bu kadar milli duruşlarınızla yeni bir hareket başlatmadınız?
Siz, neden bir partiyi ve o partinin asli unsurlarını sevap ve günahlarıyla başbaşa bırakmadınız?
Bu kadar horladığınız, bir neslin hayatlarına ve ikballerine mal olmuş bir partiyi işgal ederek hareketin önünü mü açtınız yoksa açılmamak üzere önünü mü kestiniz?
Neden MHP'yi ve MHP'yi oluşturmuş ve size göre kaba, kavgacı, katil olan bir ülkücü nesli başbaşa bırakmadınız?
MHP'yi; size göre katil, kaba ve kavgacı bir nesilden kurtararak yerine ne getirdiniz?
sorularını sorsunlar...
Bunlar, maalesef yapılmadı ve anladığım kadarıyla yapılmayacak ta!
Yeniçağ Ailesi'de çok Anadolulu'ca, çok Türkiyeli'ce bir davranışla, karanlıkta kaybederek ışıkta arayanlar kervanına mı dahil oldu yoksa?!...
Macit SOYDAN Kardeşim'den ayrıca bir beklentim daha vardı ve hala var. Bu hareket ve hareketsizlik hakkında epeyce konuşacağı olan biri olduğumu bilerek, bana da bu konuda fikrimi sorar diye bekleyeceğim...
Sormasa; ya o da bir yerin veya yerlerin talimatıyla bir linç başlattı derim ve bu linç hareketine gücüm yettiğinde kafa tutarım, ya da yaptığım yanlışlarım varsa itiraf ederek hareketlerime çeki düzen veririm.
Şimdi dikkatle izleyecek ve bekleyeceğim...
Bizim kavgamız; MHP'yi işgal ederek ezilmiş, silindirlerden geçirilmiş, öldürülmüş, asılmış ama asla pes etmemiş Ülkücülerden temizlediğini söyleyenlerle midir, yoksa tek başına meclise girmeyi başardığı için hazmedilemeyen bir Türkmen Yiğidin'den rahatsız olanlara uymak mıdır? Birilerine saldıralım derken asıl saldırılması gereken adresi kamufleye mi soyunduk yoksa?TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Cuma, Ağustos 24, 2007

MAAŞLI JOKEYLER !...

Her zaman her yerde bir memnuniyetsizler, şikayetçiler vardır.
Bunları memnun etmek, bunların şikayetlerini sonlandırmak mümkün değildir.
Bunlar; her dönemden ve herkesten şikayetçidirler!...
Bunların tenkitten başka yapabildikleri bir şey de yoktur!...
Ve bunların hayatları boyunca "Benim..." diyebilecekleri ne bir işleri, ne de başarıları olmamıştır...
Bunlar hep el atına binmişlerdir bu yüzden de sık sık attan inmek zorunda kalmışlardır...
Bunlar; asla süvari olamamış, hayatlarını jokey olarak geçirmeye alışmış, kimin atına binerlerse onun düdüğünü çalan kısa mesafe binicileridir!...
Bunlar; şimdilerde 55-60 yaşlarında, yaşlandıkları ve eskidikleri için jokeylik bulamayan bitik ve yitik binicilerdir!...
Bunlar; bizim -maalesef- yaşça ağabey(!)lerimizdir...
Bunların hayatlarında fedakarlık yoktur!...
Bunlarda fedakarlığın adı aptallıktır!..
Bunlar; dün de böyleydi, bu gün de böyleler, yarın da böyle olcaklar!...
Bunlar hakkında bildiklerimi söyleyeceğime; "Şimdi Konuşma Zamanı" diyerek söz vermiştim...
Seçim bitti! Konuşmaya kaldığım yerden devam ediyorum.
Bunlar; 12 Eylül Kıyameti öncesinde de aynıydı!...
Anadolunun ücra köşelerinde ülkücüler, can cerip can alırken bunlar, Genel merkedeydi...
Rahmetli Başbuğumuz, bunlara görevler vermişti!...
Görev veren Başbuğ, bunların her şeyiydi!...
Çünkü; ülkücüler vatan sathında, can pazarlarında simit parası bulamadan çarpışırlarken, İmamoğlu rahmetlinin cebinden 35 kuruş çıkarken; bunlar, MHP Genel Merkezi'nden yüzlerce lira maaş alırlardı!...
Bunlara; "Eğitimciler" ünvanı verilmişti Başbuğumuzca...
Maaşlarını elbette Başbuğumuz verirdi.Bildiğim kadarıyla iki kişi hariç, verilen maaşa itiraz eden de yoktu.
Maaş ve görev verdiği için Başbuğumuz, bunların velinimetiydi!...
Bunlar; Başbuğumuz'un maaşlı jokeyleriydi!...
Maşları kesilir kesilmez, attan indirilir indirilmez; "Türkeş'siz Siyaset ve MHP" projelerinde görev aldıklarını da biliriz.
Bunlar; attan indirilince yeniden maaş ve binebilecekleri bir at bulma umuduyla yıllarca çalmadık siyasi kapı bırakmadılar!...
Ama 12 Eylül Kıyameti, at sahiplerinin tamamını tutuklayınca, bunlarda bir bocalama dönemi oldu...
Bu sırada gerçek süvariler olan ülkücüler; kendi atlarıyla "Ferman padişahın, Dağlar bizimdir." düsturuyla ya kaçak düşmüş ya da cezaevlerinde sonsuzluk seferlerine devam ediyorlardı...
Bunlara maaş veren, makam veren, milletvekili listesinde yer veren, bakanlık veren -kim olursa olsun- en başarılı liderdir!...
Bunların altından atını alan ve maaşını kesen ise -yine kim olursa olsun- memlekete, millete, devlete zararlıdır!...
Bunlar; sağlığında Başbuğumuz'a maaşları kesildiği, görevden alındıkları için saygısızlık hatta ihanet etmiş jokeylerdir!...
Şimdi Başbuğumuz'un adını kullanarak ülkücülere karşı hamaset yaparken; bizleri unutacak kadar da hafıza noksanlıdır, aptaldır bunlar!...
Biz bunları, Başbuğumuz'un atından indikten sonra ANAP'ın, DYP'nin hatta DSP'nin jokeyliklerini yaparken de izledik! Şimdilerde CHP'li olanlarını da görüyoruz! Daha neler göreceğiz!
Bunlar usta jokeyler olmadıkları için bindikleri bütün atları da diskalifiye ettirerek yarış dışı bıraktırırlar ve bıraktırdılar!...
Artık bir şeyleri gerçek olarak kabullenmek gerek.
Mesela ÜLKÜCÜLER, Başbuğsuzluğa(!) alışmak zorundadır...
Ülkücü Hareket ve ülkücüler; her yaratılanın ölümlü olduğu gerçeğinden hareketle Başbuğumuz'un öldüğünü, artık kabullenmelidir...
Ama bir fark ve şartla ki; her biri sonsuzluk süvarisi olan Ülkücülerin;Başbuğumuz'un emaneten kullandığı "Kutlu Sefer" atlarına bir daha bu maaşlı jokeylerin binmesine asla izin vermeden seferlerine devam etmelidirler...
Doğrudur bunlar; Başbuğumuz'un ve ikbal dağıtabilen her kesin ikbal atlarını tanırlar!..
O zaman bunların yapacağı veya bunlara yaptırılacak en doğru ve isabetli iş, maaşlı seyislikten ileri gitmemelidir...
Bu görev taksimatını yapacak erki, Ülkücü İrade iki kere seçmiştir. Üçüncü seçim adındaki işgal, şaibelidir.
Ülkücü İradenin Genel Başkan olarak seçtiği Devlet Bahçeli; bu maaşlı başarısız jokeylerle, sonsuzluk ve Turan Süvarileri Ülkücüler arasındaki seçimini doğru yapmak zorundaydı yapamadı veya yapmadı!...
Devlet Bahçeli; Başbuğumuz'un maaşlı jokeylerinden bazılarına -çok iyi tanımasına rağmen- bakanlık vererek Ülkücü Hareketin bu jokeyleri tanımasına da fırsat vermiştir. Ülkücü Harekete bu katkısını asla inkar edemem.
Bakanlık koltuğundan ayrılır ayrılmaz bu jokeylerin neler yaptıkları da kamunun gözleri önündedir!...
Bunlar; alışkanlıklarına devam ediyorlar ve edeceklerdir...
Bu jokeylere, gereğinden fazla kıymet vererek iltifatlar eden; çok söylememize rağmen bizi az dinleyen; kendisiyle birlikte bağımsız seçimlere girebilme yüreğini göstermeyen ama seçimlerden sonra bindirildiği attan kendileri inerek kaçan jokeylere kızan bir Türk Siyaset Adamı'nı, Muhsin Yazıcıoğlu'nu izlemekteyiz şimdi!...
Bu siyaset adamının ne kadar Türkçe duracağını; ne kadar Ülkücü Duruş sergileyeceğini, bütün ülkücüler izlemektedir. Bu siyaset adamımıza yeri geldikçe elbette seslenecek ve göndermeler yapacağız. Ama şimdilik konumuz; bu siyaset adamına saldırılara yapmaya çalışan jokeyler.
Bunlar, bu jokeyler, başka bir davranış bilmezler. Bunlara at vereceksiniz, atlarına seyis tayin edeceksiniz, atlarının yemini temin edeceksiniz ve eğer cins bir attaysa ve at yarış kazanmışsa bunlar başarılı jokey olacaklar.
Aksi halde kabahatli attır, atın sahibidir! Bunlar hayatlarında hiç başarmamış olmalarına rağmen başarısızlıktan münezzehtirler!... Bunlara karşı hiç bir cevap vermeden Türk Duruşuna devam ederek siyasetini yapmakla mükellef olan Muhsin Yazıcıoğlu; bunları bize ülkücülerin yargılamasına bırakmalıdır. Bu söz ustaları jokeylerin, kendisi ve siyaseti hakkında konuşmalarına fırsat vermemelidir. Türk Milleti'nin ve Ülkücülerin, Yazıcıoğlu üzerine kurduğu hayallerine dokunmamalı, dokundurtmamalıdır. Gerisi kolaydır.
Bunlar, bu bilinen siyaset jokeyleri bildiklerini yapınca da söz yine; şehadetinde cebinden 35 kuruş çıkan Yusuf İmamoğlu gibi sonsuzluk süvarilerine kalacaktır.
"Haydi yiğit haydi yeni akına
Ülkümüzün cihan varsın farkına.."
Konuşmaya; susmadan, ara vermeden devam etmezsem namertim...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH...
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

BU SES DUYURULMALI...

Bu sesin, duyurulması ve duymamakta, görmemekte ısrarcılar hakkında da düşünmek gerek diye düşündüm. Haklı, ancak bu kadar cesur; haksız ise ancak bu kadar sessiz olabilir diye düşünüyorum.
Haklının yanında durmayı bir insani özellik olarak bellediğimi açıklayarak siz kıymetli dostlarımı, çok cesur bir gazeteci narasıyla başbaşa bırakıyorum.
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

"Suçluyorum!
Sayın Başbakan,

Müsterihim… Beni yanıltmadınız. Sizin uygulamalarınıza karşı takındığım tavrın ne kadar ahlaklı bir duruş olduğunu zaman bana kanıtladı. Çünkü bir gün sizin bu kadar "kötü" olabileceğinizi yakın geçmişte de anlamıştım. O zaman bana tersini söyleyenlere çokça anlattım ama inandıramadım. Fakat şimdi onlar da biliyorlar ki mazideki inançları, bugünkü gerçekler karşısında yok olup gitmiştir. Sizin geçmişinizle, bugününüz arasındaki paradoks, sizi siz olmaktan çıkarmıştır.
Siz olmadığı gibi görünmeye, göründüğü olmamaya çabalarken, aslında bir siyasi amorf oldunuz.

Sizin hakkınızda duyduğum kaygıyı kimselere belirtmeme gerek bile kalmadı. Türkiye sizin nasıl çoklu bir karakter sahibi olduğunuzu anladı. Şu ana dek size pek çok mutluluk sağlayan kısa dönemdeki yazgınızın en utanç verici ve en silinmez lekesini almak üzere olduğunuzu söylemek zorundayım.

Siz ve iktidarınız ancak faşist rejimlerde görülecek, Türkiye'de hiç görülmemiş, mali ve idari yöntemlerle özgürlüğü susturmaya, fikri çeşitliliği yok etmeye, medyayı ve entelektüel ortamı paralize etmeye, karalamaya, karartmaya çalışıyorsunuz. Satın alıyorsunuz. Alamadığınızı "hoplatmakla" ya da "Uzan' a benzetmekle!" tehdit ediyorsunuz. Gene de korkmayıp teslim olmayanı yalan ve iftiralar saçarak parçalamaya çalışanların saldırısına maruz bırakıp, saldırganları yoksul ülkemin alın teriyle aldığınız cicili bicili tayyarenizde ağırlayıp, başlarını okşuyorsunuz.

Korkutmakta başarılı olamazsanız, gözümde, dahası Türkiye'nin gözünde onca yolsuzluk ve haram dosyasıyla dikilen bir adamı, devletin mali gücünü kontrol eden makamda, umarsız ve pişkince oturmakta olan Unakıtan'ı, hasım gördüğünüzün üzerine salıyorsunuz.
Bunun için yeni bir medya yaratıldı. Bu kullanılıyor. Star gazetesi kimin Sayın Başbakan? Haber 24 televizyonu kimin? Türkiye'de eski bir başbakanı "kendi çıkarları için medya kurmak "suçlamasıyla Yüce Divan'da yargılattınız. Bu medya ne için kullanıyor? Ne için oluşturuldular? Nasıl oluşturuldular? Mücahit kod adlı Ali İhsan Aslan'ın sizinle ilgisi var mıdır? Bu medya ile bu Aslan'ın bir ilgisi bulunmakta mıdır?

Siz, en alçakça itiraflardan tertemiz, gönülleri fethetmiş bir insan olarak halkınızın ve seçmenlerinizin karşısına yeni bir anlayışın başbakanı olarak çıkmak yerine, "kaldıracağız" diye söz verdiğiniz milletvekilliği dokunulmazlığının arkasına saklanıp, hakkınızdaki irtikap, yolsuzluk ve kalpazanlık davalarından kaçmayı tercih ettiniz.
Sizi sözünüzü tutmamak, halka ve seçmenlerinize: Türkiye'ye yalan söylemekle suçluyorum.

Karanlığınızın suçüstü yakalandığını size bildiriyorum. Sizi artık hiçbir şey hukukun ve adaletin, millet vicdanının pençesinden kurtaramaz.
Kanaltürk ve çalışanları, kurucuları, yöneticileri ve gazetecileri hakkında iktidarınızın Maliye Bakanlığı"nın hukuksuz, gayrı meşru ve mide bulandırıcı yöntemlerle işlediği suç, artık sizin elinizle yüzünüze çaldığınız bir kara çamurdur! Aynalara bakamazsınız. Bakamayacaksınız. Bundan sonraki süreçte uyarıyorum; bu utancı siz, siyasi ortaklarınız ve ne yazık ki soyadınız, tarih boyunca bir yafta gibi boynunda taşıyacaktır.
Siz ve adamlarınız ne cüret ve cesaretle sadece muhalifiniz oldukları için, yasaların koruma altına aldığı bir özel alanı, kişilik haklarını çiğnemeye kalkışırsınız? Siz ne hakla bu kişilerin özel kurumlarda bulunan mali durumlarını ve mali hareketliliklerini soruşturmaya kalkarsınız? Bankalara böyle bir talimatı nasıl gönderip, Kanaltürk kurucularının ve yayıncılarının kestiği çeklerinin, mevduat defterlerinin, havalelerinin kopyasını istersiniz? Yasaları böylesine pervasız nasıl çiğnersiniz?

Gazeteci Emin Çölaşan'ın ortaya çıkardığı ve siz okuyun diye ekte vereceğim bu suç belgesinin doğmasına yol açanları, nasıl kamu kadrolarında tutarsınız?

Sizi bundan sonra hukuka ve Allaha havale ediyorum. Bir yurttaş ve bir aydın olarak, sizi hukuksuzluk ve keyfi davranmakla suçluyorum.
Bu belgeyi; her olay sonrasında aklamaya ve temize çıkarmaya çalıştığınız, tüm gerçeğe karşın adalete ağır bir tokat indirmeyi göze alarak koruduğunuz, sizin sorumluluğunuz altında bulunan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın Türkiye'nin alnına sürdüğü bir leke olarak görüyorum. Tarih böylesine bedbaht bir aymazlığın, kara lekenin sizin başbakanlığınız sırasında gerçekleştirildiğini yazacaktır.

Bunları yapanlar hiçbir şeyden çekinmediklerine göre, ben de her şeyi göze alıyorum. Gerçeği söyleyeceğim. Türkiye'nin sizin amorf siyasi düşünceniz doğrultusunda dönüşmesine direnen herkesi böylesine bir takip altına almadınız mı? Siz kamunun olanaklarının hiçbir resmi sıfatı bulunmayan ama "danışman" adı altında başbakanlık binasında oturttuğunuz adamlarınıza, örneğin AKP Diyarbakır Milletvekili olan İhsan Aslan'ın kod adı Mücahit olan, Ali İhsan Aslan adlı oğluna pervasızca kullandırtıldığından, bazı ihalelerin bu kişilerce el altından kendi adamlarına taşeron süsüyle dağıtıldığından, hatta TAV adı verilen yatırımlara bunların ortak olarak karıştırıldığı iddialarından haberdar değil misiniz? Siz bunları soruşturtmak yerine namus cellatlığı yapanları korumaya mı devam edeceksiniz yoksa?

Hani istiyordunuz ya yolsuzlukları bana getirin diye. Alın… Alın da görün... Bakalım bundan sonra ne çağrısı yapabileceksiniz?
Sizi uyarırım. Ben kula kulluk etmem. Sizi uyarırım ben haksızlık karşısında, zulüm karşısında, zalim karşısında eğilmem. Sizi uyarırım, hakkımı ararım. Hukukuma sahip çıkarım. Asla yılmam, yorulmam, kanmam, korkmam. Asla satın alınamam. Ve Allah şahidim, hesap sorarım.

Sizi görevinizi yapmaya bu konuda derhal soruşturma açmaya davet ediyorum. Çünkü açacağımız haysiyet ve onur davasını ele alan mahkeme, gerçeği tam anlamıyla ve eksiksiz olarak ortaya çıkarmazsa dahi, onu söylemeye, halkıma ve dünyanın bütün kurumlarına bunu duyurmaya söz veriyorum.

Konuşmak ödevimdir, suçu bildirmek de görevim. Susarak, asla bu suçu işleyen iktidar memurları gibi ortağınız olmak istemiyorum. Beni ve Kanaltürk ailesinden hedef aldığınız kimseleri, hatta Türk basınının duayeni, şeref kürsüsü kurucumuz Cüneyt Arcayürek' i ne siz ne de adamlarınız bildik yöntemlerinizle susturamazsınız. Geçmişte de susturamadılar. Ötesini de varın siz düşünün artık.

Kamuoyunu şaşırtmak, onu çileden çıkartmak, kafasını karıştırmak ağır bir suçtur. Sıradan ve gösterişsiz insanları zehirlemek, gericilik ve hoş görmezlik tutkularını tiksinç takiye bataklığına sığınarak yalan ve iftiralarla destekçilerinizi azdırmak yoluyla korkutmak, suçların en ağırıdır! Eğer bu hastalıktan kurtulmazsanız, insan haklarının banisi Anadolu'da, özgürlükçü Cumhuriyet felsefesinin fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür Türkiye'sinin başbakan koltuğunda oturmanız mümkün değildir. Din duygularını, kin ve düşmanlık için sömürmek bir cinayettir. Sizi ve çevrenizi bundan sakınmak konusunda da uyarıyorum.

Siz bu konularda uyarılan ne ilk ne de son siyasisiniz. Tarih sizin gibilerin gelip geçtiğinin tanıklıklarıyla doludur.
Siz de geldiğiniz gibi gideceksiniz.
Buna tarihsel gerçeklik diyoruz. Gerçek karşısında çaresizliğimizin ve çaresizliğinizin altını çizmek isterim. Gerçek sizden büyüktür. Ve ne yaparsanız yapın onun şaşmaz zamanlamasında mutlak bir gün ortaya çıkar. Bunu durduramayacaksınız, bilin.

Bugün bütün saflar meydandadır. Bir yandan gerçeğin gün ışığına çıkmasını isteyen bizler, öte yanda her şeyin aydınlanması için yaşamlarını vermeye hazır olan adalet adamları ve siz varsınız. Gözümüz üstünüzde. Ne yapacağınızı göreceğiz. Bunun bir Watergate olmasını önlemek ya da sonucuna katlanmak durumunda kalacaksınız. Neden mi? Siz gerçeklikten daha küçüksünüz çünkü.

Ben adalet istiyorum…
Ben hukuk arıyorum…
Beni, gerçekler ve doğrular için yüreğimden kopan bu protestom nedeniyle yargılatabilirsiniz de. Olsun, artık sizin yönettiğiniz Türkiye'de, her şeyin başımıza gelebileceğine inandım. Her şey olabilir. Bekliyorum. Sizi izliyorum. Sizi Türkiye izliyor. Dünya izliyor.

Biz sizin son "kullanım" tarihinizi danışmanlarınız kadar bilmiyoruz! Sizin "bir deliğe süpürülüp süpürülmeyeceğinizi" de bilmiyoruz. Biz sizden yapabilirseniz başbakan olarak bu skandalın gereğini yapmanızı istiyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı'na duyduğum derin saygı ile…

Tuncay Özkan
Gazeteci"

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

İYİ SAYGILAŞMALAR!...

MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, “TBMM’nin kararını, milletin iradesi olarak görüyoruz. Seçilecek olan cumhurbaşkanına da saygı gösteririz” diye konuştu.
Haberi, aynen aldım gazeteden.
Gözlerim; "Hesap sormazsam namertim." diye meydanlarda bağıran siyasetçiyi aradı.
Kulaklarım; "Çıktığı yerden indiririm." diye kükreyen sesi aradı.
Ve yine gözlerim, çaresizlikten Abdullah Gül'ü kuyudan çıkarmaya yarayan, Erzurum'da atılan ipi aradı!...
Siz; milleti, hesap soracağım diye, çıkarsa indireceğim diye, yüce divanlarda yargılayarak ihanetlerinin hesabını soracağım diye kandırdınız mı yoksa?
Türk Milliyetçilerinin, Ülkücülerin asla saygı göstermeyeceği biri veya birilerine saygı gösterdikten sonra onlardan hala saygı mı bekleyeceksiniz?
"Deprem Çadırı" dediğimiz AKP'nin, Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel başarısıyla partileşmesinden sonra; sizi DTP'lilerle aynı gözde gördüğünü unuttunuz mu yoksa?
Genel Başkanınızın, bir seçim meydanında; "Bizi DTP'lilerle aynı kefeye kimse koyamaaazzz!" diye haykırdığını da unuttunuz mu?
PKK'nın siyasal uzantısı olduğu net olan kişilerle tokalaşıp, seçim meydanlarındaki restleşmelerden dolayı, başbakanla tokalaşmayan genel başkanınızın, bu kadar net tavrınıda mı unuttunuz yoksa?
Yoksa; "Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" türküsü size yakılmışta bizim haberimiz mi olmamış?
Kim, kime önce hakaret edip sonra saygı duyarsa duysun!
Kim, kime önce "Al as!" diye ip atıp sonra, asılsın diye ip attıklarıyla tokalaşırsa tokalaşsın!
Kim, kime dün söylediğinin tamamen tersi bir davranışla davranırsa davransın!
Kim, kime; "Bu yol ihanet yoludur. İhanet yolcularının mukadder akibetinden kurtulamayacaksınız. Bu hesabu ahrete de bırakmayacağız." diye tehditler savurup, sonra bu tavrında kararlıymış gibi seçim sonrasında telefonuna çıkmayıp, tokalaşmayıp, O'nun seçeceği cumhurbaşkanına saygı gösterirse göstersin!
Zaten yeterince vardı bir de "Milliyetçiyim." diyenler, milletine aptal tavrı takınsın!
Kim, milletin bu yapılanları unutacağını zannederse zannetsin!
Az kaldı!
Önümüzde yerel seçimler var.
Bu yerel seçimlerde de millet; size ve size hakaret edenlere, hakaretleri unutup saygı duyabilenlere, aynı ihtiramı gösterecek mi göreceğiz...
Saygınıza devam edin!...
Sakın hainlerin siyasal uzantılarıyla kutuplaşanlar siz olmayın!
Sakın Peygamberimiz'e, mukaddeslerimize, bayrağımıza, vatanımıza tasallut şerefsizliği gösterenlerle sokaklarda karşı karşıya gelmeyin!
Sakın; Muhteşem Türk Atatürk'e, Başbuğumuz Alparslan Türkeş'e, kurtuluş savaşımızın gazilerine ve onların çocuklarına hakaret edenlerle siyasal olarak kutuplaşmayın!
Toplumsal uzlaşmacı olun!
Uzlaşmacılık oynarken toplumdan tecrit edildiğinizin de sakın farkında olmayın!
Bu kadar kararlı ve istikrarlı bir tavır sergileyerek Ülkücülükten uzaklaşanlara, "Dolma Kalemler" methiyeler dizmişse çok mu?
Biz anlayamamışız!
Anlamamakta ısrarcıyız!
Genel Başkan ve "Yol Arkadaşları" ısrarla merkezci, AB'ci, ABD'ci olduğunu söylerken bizler; ısrarla "Ortada kuyu var yandan geç!" tekerlemesi ile partiyi merkezden uzaklaştırmaya çalışmışız!
Merkezin; siyasi literatürde olmadığını, merkezin ya sağında ya solunda olarak siyasal renk belli edilebileceğinin, merkezin "sıfır" olduğunun farkında ola ola partiyi sıfırlamaya devam ediyorlar ve biz anlamamkta ısrar ediyoruz!...
İyi saygılaşmalar!
İyi tokalaşmalar!
İyi kucaklaşmalar!...
Kolay gele!
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

MİLLETİM; SEN YAPTIN, SEN YAPACAKSIN!...

Buna demokratik zorbalık denir!
Buna özürün kabahatten büyük olması denir!
Buna; ne oldum delisi olanların, ellerindekine sahiplenmekte sıkıntı yaşayacakları denir!...
Kendime öfkelendim!...
Millete reklam levhalarında; "Teşekkürler Türkiye" diye ilanlar astığı ve kendisine oy verenlere ilk kez teşekkür eden olduğu için teşekkür ettiğim adamla, şu anda özürü kabahatinden büyük olan adam aynı adam mı diye merak ettim!...
Biz susmayız demiştik.
Başbakan da olsa, kimsenin kimseye vatandaşlıktan çıksın diye öfke kusmaya hakkı olamaz demiştik.
Sözün muhatabı yazar ne cevap verir bilemem ama, biz ona destek veririz demiştik.
Bu bir zulümdü!
Bu; bir gücü yeten yetene tarifli orman kanunuydu!
Sadece ben bile olsam yani tek başıma da olsam, Başbakanın partisine oy vermemiş bir kişi de olsam; demokrasi tarifine göre o partiyi tasvip etmeyen bir kişiyim demektir.
Ve demokratik hakkımdır. Tasvip etmediğim, oy vermediğim partinin hiç bir uygulamasını da tasvip etmeyeceğim demektir.
Ama gene demokrasi gereği, yeni seçimlere kadar çoğunluğa uymadan,sessizce yapılanları izleyecek ve bekleyeceğim demektir.
Bu ben de olabilirim, Bekir Coşkun'da olabilir, köylü Mehmet Ağa da olabilir.
O televizyon programını ben de izledim. Ve başbakanın izlediğim ilk programıydı. Neden izlemediğim konusunda da kendime hak vermiştim. İlk izlediğim programında Başbakan; "Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını kabul etmeyenler vatandaşlıktan çıksın bu da benim isteğim." demişti.
Söz, kullanılış olarak çoğul gibi ama; soruda da, soruya verilen cevapta da, muhatap tekti. Yani muhatap Bekir Coşkun'du...
Şimdi özür dileniyor güya!
Basın sözcüsü vasıtasıyla;
"Sayın Başbakanımız katıldığı bir televizyon programında, cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tartışmalarda dile getirilen bazı görüşleri eleştirmiştir. Bunu da kişiselleştirmeden 'bir anlayışın eleştirisi' şeklinde yapmıştır.
Sayın Başbakanımızın kişiselleştirmemesine, her hangi bir şahsı işaret etmeyen çoğul özne kullanmış olmasına rağmen, Sayın Bekir Coşkun'u bizzat yazarı olduğu Hürriyet gazetesi bu eleştirilerin hedefi haline getirmiştir." şeklinde bir güya özürname yayınlanmıştır.
Keşke tekil kalsaydı!
Keşke sadece Bekir Coşkun'a söyleseydi ve onunla hukuki bir mücadele yaşasaydı! Tenkit, çoğulmuş!
Yani Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı kabul etmeyenlerin tamamınaymış! Yani AKP'ye oy vermeyenlerin tamamınaymış doğru anlayıp, doğru yorumluyorum değil mi?!!!
Özal'ı da, Demireli de, hatta "Netekim Paşa"yı da, cumhur başkanı kabul etmeyenler olmuştu. Birini cumhurbaşkanı kabul etmeyen birisi bir kaç yıl sonra cumhurbaşkanı da olmuştu. Hiç birisine, hiç kimse vatandaşlıktan çıksın dememişti!...
Sayın başbakan;
Bu devlet te, bu vatan da, bu cumhuriyet te, Atatürk'te, din de, iman da bizim! Bu, millet olarak bizim kazanımlarımız veya yükümüz. Buna kararı; millet adına siz veremezsiniz!Siz, ancak milletin sandıkta size tevdi ettiği vekillik görevini yaparsınız.Seçildikten sonra vekillik görevinizi unutup asıla saldıranazsınız!
Biz kazanımlarımıza sahip kalabilmek için hala, her gün çatır çatır ölüyoruz farkında mısınız?
Savunduğumuz ve uğrunda öldüğümüz değerlerimizin arasında; size yenilmezlik zannettiğiniz gücü veren demokrasi de var!
Vatanımızı koruyacağız.
Devletimizi de,Muhteşem Türk Atatürkümüz'ün emanetlerini yani cumhuriyeti de, laikliği de koruyacağız.
Demokrasiyi koruyacağız. Korumalıyız ki yarın sizden bu söylediklerinizin hesabını, demokratik yollardan sorabilelim!...
Bu arada; Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını ben de kabul etmeyeceğim. Seçilecek biliyorum. Seçeceksiniz biliyorum. Seçildikten sonra hitabederken "Sayın Cumhurbaşkanı" diyerek sesleneceğim ama benim de cumhurbaşkanım olmayacak.
Sebebini de defalarca söylemiştik tekrarlayalım. Abdullah Gül'ün sayın eşlerinin kılık kıyafeti mesele edilebilir ama benim asla meselem değildir.
Benim meselem kayıp trilyon davasında Erbakan'a suç ortaklığıdır. Eşinin kıyafetinden dolayı devletimi, AİHM'ye şikayet etmiş olmasıdır. Şikayet ettiği devletin en zirvesine oturmaya hakkı yoktur diye düşünmekteyim.
Ama siz; "Ben yaparım olur!" diyorsanız, yapacaklarınızı ve sonuçlarını bir sonraki seçimlere kadar kurt sabrıyla bekleriz. Bekleyeceğiz.
Ama bu bekleme sürecimizde de Abdullah Gül'e "Cumhurbaşkanım" demeyeceğiz...
Bu demokratik bir suçsa işliyorum, işleyeceğim.
Başbakan olarak verin beni de mahkemeye ve Abdullah Gül'ü, cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğim için vatandaşlıktan çıkarın beni de!...
Siz ve sizin gibi düşünenler ne kadar olursanız olun, ne yaparsanız yapın bizler; yine devlet-i ebed müddet inancımızla, şehit olmak üzere çocuklarımızı kınalayarak vatan görevlerine göndermeye devam edeceğiz.
Ne amerikaya ne de avrupaya gitmeyeceğiz.
Sizi de AİHM'ye şikayet etmeyeceğiz.
Öbür seçimlerde bütün ezilmişliğimizle, sizi milletimize şikayet edeceğiz...
Tabi Allah(c.c.), ruhsat ve ömür verirse...
Sizden şikayetleneni, şikayet edeceğimi yazmıştım!...
Şimdi sizden ben şikayetleniyorum ve kendimi milletime şikayet ediyorum:
"Yüce Milletim; yetki verdiğin Kasımpaşalı, onun yol arkadaşını cumhurbaşkanı kabul etmiyoruz diye bizi vatandaşlıktan kovuyor. Ne yaptıysan sen yaptın! Şimdi de ne yaparsan sen yapacaksın Milletim!...Senin şikayetlenmeye hakkın olmadığından ben şikayetçiyim!"
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Salı, Ağustos 21, 2007

BİZ SUSMAYIZ !...

Ülkü: ideal
Ülkücü: idealist. İdeali olan...
Türkiye'de ve Rahmetli Başbuğ Türkeş'in özel gayretleriyle kazandırdığı siyasi kimliği ile ise ülkücü; rehberi Kur'an, hedefi Turan olan Türk Milliyetçisi."Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türk'e göre, Türk tarafından, Türk için" diye sloganlaştırdığı idealinin peşinden giden idealist.
Millet olarak dualı olduğumuza, bu yüzden uzun süreli zilletin reve görülmeyeceğine iman etmiş ama her türlü baskıya ve zulme karşı da canı pahasına karşı koyabilecek serden geçti...
İkbal hesapları olmayan; şahsi çıkarlarına asla öncelik vermeyen, bir yerlere birileri görevlendirilecekse oraya bir ülküdaşının atanması için gereken her türlü fedakarlığı yapabilecek dava adamı...
Liyakati asla atlamadan, emanetin ehline verilmesinin bir Tanrı buyruğu olduğunu bilecek kadar ferasetli ve haris ülkücüler varsa onları da incitmeden işin ehline verilmesini sağlayabilecek ferasetteki, yürekteki yiğit...
Adamcılığı, taraftarlığı aşabilmiş ve taraftarlıkla idealistlik arasındaki farkın farkına varabilmiş ferasette kişi...
Bu tariflerde kişilerimiz var mı ve siyaseti bunlar mı yapıyorlar? İncelemek lazım değil mi?
Hem "Ülkücüyüm." yani "Yakın hedefim yüz milyonluk milliyetçi Türkiye, uzak ve nihai hedefim Turan." diyeceksiniz; hem de onurlu veya onursuz AB üyeliği talep edeceksiniz.
"Ha bu vatanın ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun." diyerek topraklaşmış beş binden fazla gönüldaşınız olacak; her gün üçerli beşerli memleket evlatları, ülkenin bölünmez bütünlüğü uğruna şehit olacaklar ve onları şehit eden bölücünün siyasal uzantılarının mecliste uzattığı eli sıkacak; sonra da diğer elinizle bize kurşun sıkmanıza asla izin vermeyiz gibisinden muallak cevaplarla geçiştirmeye uğraşacaksınız!...
Bunların; AB ve ABD adındaki dost-müttefik zannettiğiniz Haçlıların desteği ile meclise girmiş siyasal uzantılar olduğunun farkında mı değilsiniz? Yoksa bunların; hala kırsalda mehmetçiklerimize kurşun sıkan hainlere asla terörist demeyeceklerini açıkladıklarını duymadınız mı?
Bu tokalaşmayı, ciddiye alıyoruz. Sizinle tokalaşan her kesi de ciddiye alıyor ve çok büyük bir dikkatle izlediğimizi, bir daha açıklıyoruz.
Bedensel, ruhsal rahatsızlıklar ve kişisel zaafiyetler, asla malzememiz olmamıştır olmaz da. Ama siyasal zaafiyetlere tepki vermezsek, siyasi zaafları görmezden gelirsek; mukaddeslerimize, bir ömür feda ettiğimiz ideallerimize ihanet etmez miyiz?
İdeallerimize ihanet etmemek uğruna yapacağımız uyarılar ve tenkitlerimizden dolayı, taraftarlarca hainlikle itham edilirsek çok mu umurumuzda olur zannediliyor?
Üniter devlet yapımız hedef alınıyor!
Bölünmez vatan bütünlüğümüz hedef alınıyor!
Tek dil, tek vatan, tek bayrak, tek devlet inancımız hedef alınıyor!
Farklılıkların farkında olarak ülke yönetimine talip olunarak, "Ne mozaiği ulaaan!" şeklindeki tarihi Türkçe tepki reddediliyor!
Sistemle, laiklikle, devletin kurumlarıyla kırk yıldır gizli gizli kavgalar etmiş zihniyet sahipleri, devletin zirvesine talip oluyor. Bunların zirveye çıkmaları işini kolaylaştırmak için; bölücülerin siyasal uzantılarıyla birlikte meclise girilereke salt çoğunluk sağlanıyor!
Bunun adına toplumsal mutabakat deniliyor. Çekişen taraf biz olmayacağız diye inandırıcı olamayan savunmalar yapılıyor.
Bunlardan cesaretlenen Başbakan'da; milli görüş gömleğini çıkardığını söylemesine rağmen hala özel toplantılarında özünü saklamayan ama sözüyle günü kotarmaya çalışan Cumhurbaşkanı adayını savunurken; onu cumhur başkanı olarak kabul etmeyeceğini yazan bir yazar için; "Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı kabul etmeyenin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkması lazım. Bu da benim hakkım." diye gönderme yapabiliyor.
Sayın Başbakan;
Sana ve sizin temsil ettiğiniz fikre asla oy vermedik. Vermeyeceğiz de. Sebeplerimizi yıllardır söylediğimiz için belli. Tekrarlamayacağız. Ama size oy vermediğimiz için, sizin dayattığınız adayı cumhurbaşkanı kabul etmediğimiz için ne bir yazara, ne de hiç kimseye "vatandaşlıktan çıkması lazım" diyemezsiniz. Çünkü bu devlet ve bu vatan için ölen biziz.
Hala çatır çatır ölenler, bizim çocuklarımız. Sizler gibi çocuklarımızı askerlikten falan kaçırmayız biz.
Siyasete karışmış gibi gösterilmesinden dolayı edep ölçülerinde tenkit etsek te Ordumuz, hala bizim için Peygamber Ocağı... Ve biz; size oy vermememize rağmen, yarın da oy vermeyeceğimiz halde hala çocuklarımızı kınalayarak vatana kurban olarak göndermekteyiz.
Çocuklarımızı; önce Allah(c.c.)'ımıza, sonra da komutanlarımıza emanet ederek gönderiyoruz.
Ne siz, ne de hiç kimse bu millet mensubu kişilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkın diyemezsiniz.Diyememelisiniz!...
Size oy versin vermesin, bütün milletin tarih huzurunda sizinle hesaplaştığının bir gün siz de farkında olacaksınız...
Umarım seslendiğiniz o köşe yazarı; size kendi üslubu ve yüreği ile cevap vermiştir veya verir. Bizler de yerel basından seslenen yerel ve milli yürekler olarak ferahlarız...
Azınlığın çoğunluğa uyması gibi bir demokratik kural vardır ve biz buna uyarız. Ama çoğunluğun da gücüne güvenerek azınlığa hükmetmesine rızamız olmaz ve asla susmayız...
Size siyaseten cevap vermesi gerekenler sussalar da bizler, feveranımıza devam ederiz. Biz susmayız, susturulmayız...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

YEREL BASIN GÖREVE...

Yeni bir "çelik-çomak" oyunu izlettirilmek isteniyor!
AKP; demokrasinin gereği, milletten aldığı yetkiyi kullanmaya karar verdi.
Abdullah GÜL; seçimlerden hemen sonra, "Meydanlardan aldığım mesajlara ilgisiz kalamam." demişti.
Dolma Kalemler'den biri; "Asker abi kızar!" demişti.
Biz de; "Ne olacaksa olsun! GÜL'ün adaylığından vaz geçemezsiniz." demiştik. Böyle düşünenler de vardı, aksi düşünenlerde...Ve Gül, cumhurbaşkanlığına aday.
Gündem de Cumhurbaşkanlığı seçimleri olmalıydı ve vardı.Gündemde, meclisteki yeter sayı, 367'nin sağlanıp sağlanamayacağı vardı.
Gündemde;toplumsal mutabakat adına "Mal meydanlarındaki cambaz tokalaşmalarını andıran tokalaşmalar" vardı.
Gündemde;"MHP ile tokalaşmak ilkesizliktir." diye fırça atan, ipten AB'nin dayatmasıyla sıyrılmış, İmralı sakini hainin, DTP'lilere açık azarlaması olmalıydı.
Olmadı!
Uzaktan kumandalı, kartel medya patronları izin vermediler!
Milleti başka şeylerle meşgul ederken asıl yapmak istediklerini yapmak üzere kapalı kapılar ardına çekilirlerken, yine millete bir "çelik-çomak" oyunu seyretme görevi verildi!...
Yazılarıyla, kalemleriyle kartel medya patronlarından büyük rakamlı maaşlar alan; yaygın basın kuruluşları arasında astronomik paralarla transferler yaşayan yazarlardan birinin, Emin Çölaşan'ın çalıştığı gazetedeki görevine son verdirildi!...
Demokrasi, böylece büyük bir yara aldı!...
Son verildi demedim farkındaysanız, son verdirildi dedim... Aydın Doğan grubu'nun, Petrol Ofisi'nden dolayı devlete borçlu olduğu paraların, nasıl seçim sathı mahallinde kuşa döndürüldüğünü, her halde hatırlayacağız. Bunun karşılığında da Aydın Doğan grubu medyanın, seçim sürecinde nasıl AKP çığırtkanlığı yaptığını da hatırlayacağız.
Bu grupta; muhalif duruşuyla, muhalif ve sert yazılarıyla Aydın Doğan medyasının politikalarına ters düşen tek dolma kalem,Emin Çölaşan'dı. Ayrıca Emin Çölaşan'ın, Ankara Büyükşehir Belediye başkanı ile de nerdeyse kişiselleşmiş bir yıllara sari çekişmeleri vardı.
Ankara ve Türkiye susuzluktan yanıyordu. Geçmişte, ekonomik ambargolar yüzünden sigaranın bulunmayışını uğursuzluk diye tarif eden zihniyet, şu an iktidardı ve çok dua etmelerine rağmen, yağmur dualarına bizzat katılmalarına rağmen kuraklık vardı yani uğursuz tarifli bir iktidar oluyorlardı.
Ayrıca teknik beceriksizlikler yüzünden dünyanın suyunu, boruları patlatarak ziyan eden bir belediye başkanı vardı. Emin Çölaşan'ın da bu belediye başkanı ile -nerdeyse- kişiselleşmiş bir çekişmesi vardı.
Millet; suyla, susuzlukla, teyemmümle namaz kılmanın mubahlığıyla uğraşırken, bir başka gündem daha olmalıyıdı, oluşturulmalıydı. Gününden evvel önümüzdeki yerel seçimler öncesi, dolmakalem de olsa sert muhalefet yapan Emin Çölaşan, susturulmalı veya ürkütülmeliydi!
Bunu yaptılar. Emin Çölaşan'ın hemen bir başka yerde, kendine iş alacağından endişem yok. Sadece transfer ücretini kaybetti.Zaten gününden önce göstermelik bir davranışla veya aynı metotla yerinden edilen bir başka dolma kalem; Sabah'tan Hürriyet'e transfer edilmişti. AKP'ye oy veren, ülke nüfusunun iki kişisinden birisi kadar ezici bir çoğunluk oluşturan millete; "Bidon kafalılar!" diyebilecek kadar "Boş teneke kafalı" birini, Emin Çölaşan'ın yerine monte etmişlerdi bile!... Yılların deneyimi ile Emin Çölaşan'ın, bu tezgahı nasıl okuyamadığına, ve nasıl kendini astronomik rakamlarla tarnsfer ettiremediğine şaşırıyorum sadece!...
İş gene başa düştü dostlar!
Milli Basın'ın bizzat kendisi olan Yerel Basın'ın; bu sahte gündemlerle asla meşgul olmayarak iktidarı ve muhalefetiyle meclisi çok dikkatle izleyip, millet adına gerekeni yapmak görevi iyice belirginleşti.
İktidarın; kendi aralarında istediği gibi "çelik-çomak" oynattığı, kartel basınında olanlar, sadece "dolma kalemler"i ve onlara parayla istediklerini yazdıran medya patronlarını ilgilendirir.Neresinden bakarlarsa birazda iktidar ve muhalefetiyle siyasileri...
Bir yerel yürek olarak, istemesem de meslektaş olduğum Emin Çölaşan'a geçmiş olsun demeyeceğim. Yeni yerinde ve yeni görevinde tebrik edecek, yeni patronundan alacağı bereketli maaşını, ağız tadıyla yemesini temenni edeceğim...
Haydi Yerel basın, haydi Milli basın, görev başına!...
Bu "çelik-çomak" oyununa seyirci bile olmayalım...
Bizim milli görevimiz var.

TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

KEŞKE ARTIK HEP SUSSA!...

Kenarda gezip, ortada görünenlerden hep rahatsız olmuşuzdur. Ama edebimizden söylememişizdir.
"Ekerken yok, biçerken yok, harmanda kardeş..."lerden de hep rahatsız olmuş ama gene söyleyememişizdir.
Bekarın kazak erkeklik yapmasını gülerek izlemiş, onu incitmemişiz ama; "Bekara, karı boşamak kolay." demişiz.
Millet olarak, en suskun olduğumuz zamanda bile söylenerek dengeleri alt üst etmişiz.
Ya tarihler yalan yanlış, ya da biz o ırkın ahfadı değiliz!...
Hala taraftarlıkla ülküdaşlık arasındaki farkın farkında olamayan, taraftarlık taassubu ile kime nasıl saldıracağını bilemeyen birilerinin sözlerini, kaale alacak mıyız?
Bekar, karı boşuyor! Başbuğdan miras Erciyes Kurultayı'na genel başkan gitmiyoooor!...
3 Mayıs Türkçüler Günü'nün adını, Milliyetçiler Günü olarak değiştirdi, kimseden tık çıkmadı.
"Ne mozaiği ulaaan!" kükremesini, külliyen reddederek, "Çiçek Bahçesi" dedi, farklılıkların farkında olarak ülke yönetimi dedi, kimse itiraz etmedi.
Tek dil, tek din, tek vatan, tek bayrak sıfatlarıyla pekiştirilem millet tarifinin içini boşaltırcasına, kürtçe oy isteyen il başkanını tebrik etti, seslenen olmadı.
"Ya Allah, Bismillah, Allahü ekber" şeklindeki Malazgirt marşımız'ın nakaratının sloganlaşmasından -niyesini bilemem- rahatsız oldu ve yasakladı, itiraz olmadı.
Millet, inim inim inlerken; zamdan, hortumlamalardan, yolsuzluklardan, yoksulluktan feryatlar ederken sustu ve sadece etrafına toplanan ülkücülere bağırdı, kimse ne yapıyorsun demedi.
Başbuğ'dan sonra genel başkanlığa vekalet eden Başbuğ'un Oğlu'da dahil olmak üzere teker teker ülkü devlerini teşkilatlardan uzaklaştırdı, sadece seyredildi.
Bayrağımız'a saldırılırken, Peygamberimiz(s.a.v)'e hayasızca saldırılırken, mukaddeslerimize dil uzatılırken Ülkü Ocaklılara oda hapsi verip; genel başkanlığa aday olmaya hazırlanan Kadir Hoca'nın, Ümit Özdağ'ın üzerine bıçaklı, baltalı, sopalı ülkücüleri saldırttırırken yine seslenen olmadı.
Apo alçağının asılması konusunda çok ısrarcı olup sonra koalisyon zarar görmesin diye vaz geçtiğinde, Sadi Somuncuoğlu'na saldırı yaptırdığında, Ali Güngör'ün ihracında, Enis Öksüz'den devletin çıkarını koruduğu için bakanlık görevini aldığında da kimse itiraz etmedi.
Ben; her kesin aksina "Olmaz!" dedim. "Olamaz!" dedim. Yırtındım durdum, kaale alan olmadı!...
Hadi bütün bu saydıklarım, iç meselemizdi. Kol kırılıp yen içinde kalmalıydı. Ben öyle yapmadığım için kabahatli olayım!...
Kendi asamadığı, astıramadığı için, hükumeti bozmamak için, idamdan vaz geçtikten sonra seçimlerde; "Al as!" diye ip attığı Apo alçağı'nın siyasal uzantılarıyla tokalaştığında neden susuldu?
İki kişiden birinin AKP'li olmasına sebep oldukları; milletin, ezici bir farkla seçtiği Başbakan'la tokalaşmamasının sebebini, neden soran olmadı?
Erciyes Kurultayı'na da gitmedi!
Türkiye'nin dört bir yanından Erciyes'e koşan ve genel başkanın ağzından duyacaklarını, memleketlerine taşımak için sabırsızlanan ülkücülerin boynunu büktü ve hala susan susana!
Başbuğ; 80 yaşında, bir günde Türkiye'nin değişik bölgelerinde üç-dört toplantıya, nikaha, sünnete koşarken sağlık endişesi duyulmamışken; 59 yaşında ve sağlık problemlerini aşmış biri olarak rahatsızlığını bahane ederek Erciyes'e katılmamanın bir mazeret sayılması mümkün mü?
Seksen yaşındaki Başbuğ'a acımayan ve şehirden şehire koşturan ülkücüler, neden Bahçeli'ye acıdılar?!..
Neden; "Niye Erciyes'e gelmedin?" diye sormazlar?
Apo alçağının, İmralı'dan avukatları vasıtasıyla örgütüne gönderdiği mesajda;"MHP ile tokalaşmak ilkesizliktir." sözüne cevap verip, imralı sakinine hükmi şahsiyet mi kazandırılacaktır?
Cevap vermeyerek, 30.000 insanımızın katili bir alçağın karşısında yenik mi kalınacaktır?
Neden ülkücülerin eline iki ucu necasetli değnek tutuşturuldu?
Bunun hesabını, ülkücü vicdanlara vermeyi düşünürler mi ve nasıl verecekler?...
Ben, bütün bunları sormayanlara, sorup cevabını beklemeyenlere, cesur ülküdaşlarımdır diye nasıl güveneceğim?
Yüreğimin ülkücü yanı, damarlarımdaki kanımın asil yanı incindi dostlar! Çünkü; "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur." diye belleyerek büyüdük biz...
Ülkücü şehitlerimi bir daha hatırlayarak ve seslice ağladım...
Başbuğların, Muhteşem Türk Atatürk ve Başbuğ Türkeş'in emeklerini hatırlayarak ey vaaaah ki eyvaaah dedim!...
Artık bize cevap verilmese de olur!
Çünkü bize cevap verecek yerin söyleyecekleri, bizi ilgilendirir mi bilmiyorum!...
Suskunlukla siyaset tekniği geliştiren suskun adam, keşke artık hep sussa!...
Ve hiç konuşmasa...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

SENİN HAİNİN, BENİM HAİNİM !...

Ne oldu?
Neden oldu?
Kim veya kimler yaptı?
Ne zaman, nasıl yaptılar?
Bu olanlar, bu yapılanlar karşısında biz neredeydik ve ne yaptık?
Millete noterlik görevinin reva görüldüğü, ama bu noterlikte kötünün iyisine mecbur edildiğini ısrarla söyleyenlere inat, milletin yeteneksiz siyasilerden intikam aldığı bir seçim süreci yaşadık.
Yeteneksiz siyasiler; milletin oyunu alabilecek bir şey söylemedikleri için oy alamamışken; kendilerine kızmaları, kendilerini yenilemeleri gerekirken millete kızıyorlar!...
Bölücülerin siyasal uzantılarıyla, toplumsal mutabakat adına tokalaşanlar; iki kişiden birinin oyunu alan AKP Genel Başkanı ile tokalaşmadıklarını, marifetmişçesine söyleyebiliyorlar!
Elbette o zaman da milletin ve benim aklımız karışıyor!...
AKP'ye oy vermedim. Elli sefer seçim olsa ellisinde de oy vermem. Niye oy vermediğimi ve vermeyeceğimi yıllardır sakınmadan söylerim. Ama toplumsal diyalogun başlatılması gerekiyorsa -ki gerekiyor- milletin ezici çoğunlukla iş başına getirdiği 340 milletvekili ile mi, yoksa 23 siyasal bölücü uzantı ile mi diyaloga girmek, akıl gereğidir diye düşünmeli değil mi?
Bunlar günümüzün cevapsız soruları veya verilecek cevaplardan tatmin olamayacağımız müşküllerimiz!...
Akranım her kesi ve yakın tarihimizi dikkatle inceleyen her kesi bir hafıza seyahatine çıkarmak istiyorum.
Sağcısı-solcusuyla, ülkücüsü-devrimcisiyle üzerinden tarihi silindir geçmiş bir nesiliz. Ölünüp öldürülecek ortamlardan sağ çıkmış, dar ağacı gölgelerinden fire vererek sağ çıkmış; emperyal bütün güçlerin, yerli iş birlikçilerin, hainlerin el birliği ile yaptığı saldırı ve tazyiklerden sağ çıkabilmeyi başarmış bir nesiliz.
Cumhuriyeti koruyan da koruyamayan da yine aynı nesil!...
Büyük senarist; bu nesle, yıllardır onar yıllık periyotlarla görevler yükledi. Hangi cenahtan olursa olsun bu nesil, büyük senaristin senaryosunda konu mankenliğine hep gönüllü oldu.
1980'li yıllarda bu nesle; "senin katilin, benim katilim" yarışı yaptırıldı. Ülkücünün de, devrimcinin de kahraman katilleri vardı. Ama haklarını hiç düşünmeden teslim ederim ki Allah(c.c.)'ta şahittir ki onlar birer kahramandılar.
1990'lı yıllarda aynı nesle, bu kere "senin hırsızın, benim hırsızım" yarışı yaptırıldı. Ve hırsızlarımız göz önünde, açıkça yarıştılar. Bizlerde desteklediğimiz hırsızlarımıza bilerek alkışlar vurduk. İdealistliğimizi, dava adamlığımızı, inandırıcılığımızı kendimiz bilerek bitirdik!...
2000'li yıllarda büyük senarist, bu nesle başka bir yarışı görev verdi sanki. Şimdi de "senin hainin, benim hainim" yarışını başlattılar sanki!...
"Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda" tarifi ile vatanlaşmış bu memleket topraklarının; seksen yıl önce üzerimize gelen "Yedi Düvel" tarifli düşmanlara satılmasının ve bu satışı yapabilenlerin adının ne olacağını birileri bize söylemeli artık.
Artık bu memlekette ki, milliyetçiyim diyenler, milliyetçilikten; devrimciyim diyenler kaldıysa devrimcilikten; ümmetçilik iddiasında olanlar, ümmetçilikten; liberalim diyenler, liberalizmden; ulusalcıyım diyenler, ulusalcılıktan ne anladıklarını çok kesin ifadelerle anlatmak zorundadırlar.
Belki millet olarak bilmediğimiz, anlayamadığımız gerçekler varsa bizi aydınlatmak mecburiyetindedirler.
Yoksa; asıp asamamak konusunda birbirlerini suçlayanların, tokalaşmadığı ama asılması istenen hainin taraftarları ile tokalaşanların diyalog gayretlerini anlamakta ve tarifte sıkıntı yaşarız.
At izi ile it izinin birbirine karıştırıldığı bu safaride, av olmaya millet olarak artık itirazımız var.
Eğer bu vatandan siyaseten vaz geçiliyorsa, eğer Muhteşem Türk Atatürk'ün bütün ezilen milletlerce kurtuluş olarak görülen sisteminden kurtulmak isteyenler varsa; millete, mensup olduğu milleti sevmeyi ve milliyetçiliği yasaklamaya niyetlenenler varsa bunu açıkça söylemeliler.Zannederim söylüyorlar da. Bu söyleyenlere karşı, "Milliyetçiyim" diyenler, milliyetçi tavıra yakışan davranışlarını, sergilemek zorundadırlar...
Allah(c.c.)'a yemin ederek söylerim ki, doğruyu kim yaparsa alkışlarız. Yanlışı da kim yaparsa gördüğümüz anladığımız kadarıyla anlatır, dilimizin gücü kadar da tenkit ederiz.
Bizi; çok korktuğum ve bunu da benim komplo teorim olarak saydığım, "senin hainin, benim hainim" yarışına sokamazsınız!...
Evet "Musa olmasına Musa da o kadar uzun boylu değil..."
Siyasetin çareliğini bitirdiğinizin hepiniz farkında olmalısınız.
Siyasetin çareliğini bitirirken kendinizi de bitirdiğinizin de farkında olmanız gerek...
Milletin gözü önünde yapacağınız cumhurbaşkanı seçiminden hemen sonra, yerel seçimlerin stardına, üzerlerine aldıkları siyasal kimliğin hakkını vererek basanlar, mesafe alacaklardır. Ya da millet, inadına ve çaresizlikten omuzlayarak kaldırdıklarını, tepe taklak omuzlarından aşağı atacaktır.
Bu millet, feraset sahibidir. Bu millet basiretlidir...
Böyle olduğunu şimdi görüp anlayamadıysanız, ilk yerel seçimlerde hem görür, hem de anlarsınız...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ağustos 11, 2007

BAKALIM MUKTEDİR Mİ?...

Niye ve nasıl denk geldi bilemem ama iktidar hafta sonu tatilindeyken ben, iktidarla hesaplaşmaya niyetlendim.
Önce yanılmayayım diye ve -hala bizi dikkate alanlar varsa- kimseyi yanıltmayayım diye sözlüğe baş vurdum. İki kelimeye baktım. İktidar ve muktedir. hani yıllardır hep dedik ya iktidar olmak değil muktedir olmak lazım diye. Sözlük tariflerini aynen alarak başlamak istiyorum.
iktidar: Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret.
Devlet gücünü kullanma yetkisi...
muktedir: Bir şeyi yapmaya, başarmaya gücü yeten, erkli.
Cumhuriyetin verdiği hakla hükumet, milletten aldığı devlet gücünü kullanma yetkisini gösterebilirse muktedirdir demek ki. Yani "devlet gücünü kullanma yetkisi"ni milletin vermesi gerekirmiş. Yani seçimleri kazanmak gerekir bu tanımlara göre.
AKP, kim ne derse desin bu işi yani seçimi kazanmayı başarmıştır. Millet; iki kişiden biri AKP'ye oy vermek kaydıyla "devlet gücünü kullanma yetkisi"ni AKP'ye daha doğrusu -tekrar- Recep Tayyip Erdoğan'a vermiştir.
Milletin verdiği bu yetkiyi kullanabilirse muktedir, kullanamazsa acizdir. Asla ve asla arkasına sığınabileceği bir mazereti kalmamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın böylesine ezici bir açık farkla seçim kazanmasına vesile olan olaylardan biri, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığıdır. Niyesini bilemem ama AKP'li taban ve seçmende Abdullah Gül'e karşı nerdeyse Recep Tayyip Erdoğan'la yarışabilecek derecede bir muhabbet var. Millet; Recep Tayyip Erdoğan'a, Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçsin diye de yetki vermiştir. Şimdi Recep tayyip Erdoğan, bu yetkiyi bihakkın kullanarak muktedir olduğunu göstermek zorundadır.
Artık AKP'nin ve Recep Tayyip Erdoğan'ın mazlum ve ezilen rolüne, kimse inanmayacağı gibi -hele ben- asla inanmam.
Solun eski tüfekleri "çakar almazlar"ın dediği gibi artık bu iş, "Asker abi kızar!"la falan kamufle edilemez. Askeri bahane ederek, askerin seçilmesini engellediğini bahane ederek millete şikayetlenip böylesine bir iktidar aldıktan sonra, yeniden bir şeyleri ve bir yerleri bahane edenlerin demokratlığından kesinlikle şüphe ederim ve söylediklerini artık takıyye de kabul etmem. Şimdiden sonra yapılacağa, sadece gününden önce hazırlanmış bir tezgaha milleti düşürdüler derim.
Şahsen benim Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına, asla rızam yoktur.
Bu razı olmayışımda, dışişleri bakanı olarak başarısızlığı da etken olmasına rağmen asıl etken; Erbakan Hoca ile birlikte yaptıkları kesin olan ve dokunulmazlık zırhı yüzünden yargılanamadığı, hazineden alınan trilyonluk kayıp paranın hesabını vermemiş olmasıdır. Asıl etken, eşinin baş örtüsünü AİHM'ne götürüp bakan olunca davayı geri çekmesi değil, 4,5 yıllık iktidarları döneminde baş örtüsünü %2'nin meselesidir diye tarif ederek kendini %2'nin içine hapsedip sonra da %100'ün, cumhurun başkanlığına soyunmasıdır.
Bu söylediklerimi bile bile Abdullah Gül'ü aday gösteren Recep Tayyip Erdoğan'da, aynı derecede haklı veya haksızdır. Suçlu veya masumdur. Fısıltıyla millete şikayetlendikleri konuda millet, yetkiyi ve iktidarı AKP'ye vermiştir.
Artık Recep Tayyip Erdoğan'ın, arkasına saklanmak ihtiyacı duyduğu hiç bir mazeret ve korku kalmamalıdır. Abdullah Gül'ün de köşke ne kadar hevesli olduğu ortada iken, AKP tabanının da Gül'ü köşke çıkarmayı ne kadar istediği ortada iken, bu işin dönüşü olmamalı.
AKP, milletin kendilerine verdiği "devlet gücünü kullanma yetkisini" kullanarak muktedir olmalı. Artık asla ve asla hiç bir konuda, hiç kimseye şikayetlenmeye hakları da , yüzleri de olmamalı.
Ne olacaksa olmalı.
Demokrat olmadığımı defalarca söylemiş olmama rağmen artık demokrasi kazanmalı. Artık milletin dediği ya olmalı, ya da olmalı. Kimin, kimlerin kızacağı-kızmayacağı artık önem taşımamalı. Milletin gösterdiği yürekliliği, AKP iktidarı aynen göstererek muktedir olmalı. Yoksa milletin ve devletin en az yirmi yılını heba etmek gibi bir vebalin altına girerler.
Hiç haz etmememe rağmen, oy vermediğim ve asla oy vermeyeceğimi bilmeme rağmen artık AKP'nin iktidar ve muktedir olmasını istiyorum. Millet olarak muktedir bir iktidarı özledik.
Millet te artık; aşsızlığına, işsizliğine, hortumculuğa, sogunculuğa son vermesi için devletin her kurumuna hükmeden bir iktidar olsun diye Recep Tayyip Erdoğan'a "devlet gücünü kullanma yetkisi"ni vermiştir.
Bu bilek gücüyle alınan yetki karşısında, sürekli ondan ve onlardan hesap soracağını söyleyerek seçim yaşayan milliyetçiler ne yapacaklar çok ciddi merakımızdır. Milletin yüreğini yerinden hoplatan tokalaşmaların daha nelere gebe olduğunu ve o tokalaşmaların ne kadar "mal meydanı cambazlarının tokalaşmaları"ndan olduğunu da izleyerek göreceğiz. Veya yanıldığımızı görürsek inşallah açık yüreklilikle özürler dileyeceğiz.
Hadi AKP! İktidarsın artık. Muktedir olduğunu göstererek tabanını şenlendir ve ben de dahil muhaliflerini utandır utandırabiliyorsan...
Bakalım uzun yıllar sonra muktedir bir iktidar seçilmiş mi?
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa Aslan

Cuma, Ağustos 10, 2007

MÜBAREK OLSUN...

Belki ilk olmayacak ama ben, yine de ilk ben yapıyormuşum gibi bir sıralama yapmak ve sırasıyla bir kutlama yapmak istiyorum. Önce Türk-İslam aleminin, sonra İslam aleminin mübarek kandillerini tebrik ediyorum.
Hz.Peygamberimiz(s.a.v.); "Namaz, mü'minin miracıdır." buyurmuşlardı. Cumanız da mübarek olsun dostlar,Cumanız da mübarek olsun. Mü'minin miracı tarifli namazda Allah(c.c.)'ın huzuruna çıkmaya yüzümüz varsa, cumanız da mübarek olsun!...
"Komşusu açken tok yatan bizden değildir." tarifini dilimizden düşürmeyiz. Cami avlularında veya birbirimize benzer gruplar halindeyken ballandıra ballandıra, kendimizi müslüman olarak pazarlama gayesiyle söyler dururuz. Ama hiç birimiz, hiç birimize; "Apartman komşularından kaç kişiyi tanıyorsun?" diye sormayız. Sormayız değil aslında soramayız!. Çünkü biz de apartman komşularımızdan kimseyi tanımayız. Nasıl komşularımız iseler veya nasıl komşuysak!...
Mahkemenin kadıya mülk olmadığını, hep bildik elhamdülillah. Devlete görev, millete hizmet zamanlarımızın bir diliminde; Elazığ'dan dostlarımızın, ülküdaşlarımızın referanslarıyla birine devlet imkanlarını kullandırarak bir "ağalık" ta biz yapalım demiştik. Kalabalık bir nüfusunun olduğu, klasik Elazığ kıyafetlerini ısrarla giyen ve her zaman caddenin ortasından yürümesiyle meşhur Elazığ'ın "Yol Yemez"ine, bir göstermelik sınav yaptırılmasına dahlimiz oldu. Yol Yemez, sınavı kazanırsa sözleşmeli devlet personeli olacak ve hayatı garantiye alınacaktı. Sonradan dostlar vasıtasıyla sınavın sonucunu da takip ederek öğrendik tabi. Ama sınav, tarihi bir olay bence. Aktarayım becerebildiğimce:
Sınav komisyonu kurulur. Yol Yemez'in müracaatı sağlanır ve sınav başlar. Komisyon; olabildiğince kolay sorular sormaya karar verir ve sormaya başlarlar.
- Türkiye'nin baş kenti neresidir?
- Angara babam... Devam ederler;
- Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kim kurdu?
- Atatürk helbet babam... Sınav iyi gitmektedir. Yol Yemez, sorulara bir kerede cevap vermektedir. Bir soru daha yöneltilir;
- Türkiye'nin en yakın komşularını sayar mısın? Yol Yemez; gözlerini kapar, saygı olsun diye elinde tuttuğu sekiz köşeli kasketini biraz evirir çevirir ve başlar saymaya;
- Alamanya, Fransa, Belçika, Libya..... Yol yemez daha sayacaktır ama sınav komisyonu yardımcı olmak ve doğru cevap alabilmek için soru içinde yardıma kararlıdır.
- Öyle değil kardeşim. Türkiye'nin kapı komşuları vardır hani; Yunanistan, Ermenistan gibi... Yol yemez öfkelenir sanki ve hiç düşünmeden;
- Vay ele gomşunun taa anasını arvadını...
Sınav biter. Sonucu tahmin edildiği gibidir tabi ama yıllardır Yol Yemez'in komşu tarifini asla unutmamak üzere ezberledim. Yol Yemez'e göre kimdir komşu? İhtiyacın olduğunda kapısını çalabildiğin. Canın çektiği zaman gidip gelebildiğin adres. Bu tarife kimler uymaktadır Yol Yemez'e göre? Soruya cevaben saydıkları. Çünkü oralarda çalışan ve gidip gelen tanıdıkları vardır. Ama Yunanistan ve Ermenistan için bu tarifler asla uymamaktadır. Yani; çok yakındırlar belki ama komşu değildir onlar. Hiç bir alış verişimiz olmamaktadır.
Şimdi sen, ben, biz, hemen hemen hepimiz; apartmanda kimlere komşu olduğumuzu, kimlerin komşularımız olduklarını bilmeyiz ve kendi aramıdaki sohpetlerimizde "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." buyruğunu ballandıra ballandıra tekrarlarız!.
Müslüman, müslümanın kardeşidir. İlahi buyruğunu da aynı duygu ve atmosferlerde çok sık tekrarlarız. Çünkü o anda içimizdeki birinden bir şeyi istemeyi kafamıza koymuşuzdur. Ve birbirine kardeş olan müslümanlar sanki sadece bizimle birlikte oturanlardır. Filistin'deki, Irak'taki, Felluce'deki, Çeçenistan'daki, Afganistan'daki, dünyanın her yerindeki müslümanlar, yoksa müslüman mı sayılmazlarki onları kardeş bilmeyiz.
Dört yüz yıl tebaamız olmuş Iraklı müslümanın kafasına, kaçıp sığındığı Allah'ın evinde camide kurşu sıkılır ve kılımız kıpırdamaz. Kılımızın kıpırdamadığından vaz geçtim Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız'ın, Irak'ı işgal eden amerikalı askerlere dualar ettiklerini duyarız!... Bizler de iki kişiden birimiz ona, komşumuza zulmedenlere dua edenlere, oy veririz.
Hadi Miracınız ve cumanız mübarek olsun.
Eğer "mü'minin miracı" tarifli namazın ne olduğunun farkında olarak Allah(c.c.)'ın huzuruna çıkmaya yüzümüz varsa...
Artık kimsenin kimseyi kandıramadığının farkına varalıberi, kendimizi kandırmaya başladık farkında mıyız? O kadar kandırılmaya alışarak kandırma intikamına soyunmuşuz ki, kandıracak kimse kalmadığı için kendimizle uğraşmaya başladık...
Milliyetçilerimiz, milliyetsizleşti.
Yirmi yıldan fazladır dünyanın mermisini yaktığımız, dünyanın bombasını attığımız ve 30.000'den fazla insanımızın öldürülmesine sebepler veya onların siyasal uzantıları Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde...
Onlarla tokalaşan milliyetçi(!)leri alkışlıyoruz!
Hadi Miracınız ve Cumanız bir daha mübarek olsun. Eğer miraca yüreğimiz ve yüzümüz varsa!...
Elbette O; Rahimdir, Rahmandır...
O, mutlak Hakim ne yaparsak yapalım yalvarır ve sığınırsak bizleri affeder biliyoruz. Bütün utançlarımızdan O'na sığınmaya var mısınız Dostlar? Vallahi başka çıkar yolumuz yok.
Kandilimiz ve Cumamız mübarek olsun.
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Ağustos 07, 2007

HANGİMİZ UĞURSUZ?!...

Kıssalar, hisse alınsın diyedir.
Hikaye bu ya: Padişah, bir av partisi düzenler. Yanına en iyi avcıları alır. Muhafızlarının tamamı da mükemmel okçular, mükemmel avcılardır. Atları av için özel yetiştirilmiş ve en asil av köpekleri yanlarındadır. Padişah ve ekibi, sabahtan akşama kadar avlakta dolaşırlar ve hiç bir şey vuramazlar. Moralleri bozulmuştur. Ekipte ülkenin en iyi rehberleri olmasına rağmen dönüşte de yollarını kaybederler. Çok büyük zahmetlerle ve epeyce gecikerek saraya dönerler. Padişah, bu işte bir uğursuzluk olduğuna kanaat getirir. Vezirine ve yakınlarına; sabah saraydan çıktıktan sonra ilk olarak kimle karşılaştıklarını bulmalarını ve o uğursuz adamın kellesini vurmalarını emreder.
Sadrazam ve vüzera iyice dikkatle inceledikten sonra; ekibin saraydan çıkışında karşılaştığı adamı bulurlar. Adama uğursuz olduğunu ve padişahın emriyle kellesini vuracaklarını tebliğ ederler. Yasalar gereği adamın son isteği sorulur. Adam;
- Huzura çıkmadan kellemi teslim etmem. Der.
Son arzu olduğu için kabul edilir ve adamı padişahın huzuruna çıkarırlar. Adam;
- Devletlu Hünkarım; siz sabah uykudan uyandığınızda yanınıza cariyeleriniz geldi değil mi? Sonra size kıyafetinizi giydirmek için yardımcılarınız geldi değil mi? Sonra silahtarınız gelerek sizi kuşattı değil mi? Sonra odanızdan çıktınız değil mi? Diye peşpeşe sorular sorar. Padişah, bu soruların tamamını "evet" diye cevaplar. Adam devam eder;
- Dışarı çıktığınızda seyisiniz gelerek atınızı getirdi değil mi? Sonra ekibiniz sırayla huzurunuza geldi değil mi? Sonra muhafız alayınızın komutanı ve muhafız alayınız geldiler değil mi? Padişah, bu sorulara da "Evet" cevabı verir. Adam devam eder;
- Hünkarım, sonra siz bu kalabalık maiyetinizle saraydan çıktınız değil mi? Padişah yine "Evet." der.
- Devletlu Hünkarım; ben fakırse sabah uyandım ayalimle kahvaltımı ettim ve dışarı çıktığımda sizi gördüm ve bütün saygı ve iyi dileklerimle size "Uğurlar olsun Hünkarım." dedim. Siz, bu kadar çeşitli insanla karşılaştıktan sonra saray dışında beni gördünüz ve avlanamadan döndünüz değil mi?
- Eveeeet!
- Hünkarım, siz benim uğursuzluğumla sadece avlanamadınız. Ben ise evimden çıktığımda ilk olarak sizi gördüm ve kellemden olacağım. Şimdi karar verin siz mi, yoksa ben mi uğursuzum Devletlum?
Padişah, haksızlığını anlar. Nadim olur. Adamı memnun ederek gönderir.
Kıssa bu...
Sıra geldi hissemize. Milletin anasına hakaret edildi. Milletin şehitlerine kelle, şehitlerin katiline sayın denildi. Bütün sosyal sınıflar geçim derdiyle inim inim inledi ve inlemede. Bütün bunlara rağmen Başbakanımız; sayısız insanla karşılaştı, tokalaştı, küfürleşti. Tek tek insanlarımız ise sadece bir kişiyle karşılaştı. Recep Tayyip Erdoğan'la...
Geçmiş yıllardan hatırlarız; her hangi bir şeyin yokluğu hissedilince mevcut başbakanın mesela Demirel'in veya Ecevit'in uğursuzluğu diye tarif eden din taciri siyasiler vardı. Sayın Başbakanımız da o ekolün gençlik kollarındaydı. Şimdi; yağmur yok. Su yok. Kuraklık had safhada. Alış veriş yapacak para da yok. CHP'lilere ve MHP'lilere göre kendilerine oy vermeyen millet kabahatli!...
Ben, kıssadan hareketle sormak istiyorum:
- Sayın Başbakan; siz mi yoksa millet mi uğursuz? Veya hangimiz uğursuz?
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

İYİ TOKALAŞMALAR...

Dostlar;
Bağışlarsanız bu gün, tekil konuşacağım. Çünkü öylesi haller ve olaylar karşısında, öylesine farklı duruşlar sergileniyor ki ya ben farklıyım, ya da ben farklıyım diyerek ve en başta da engin hoş görülerinize sığınarak tekil konuşmak istiyorum.
Bana birileri ülkücü desinler diye ülkücü olmadım. Bana birileri "aferin" desin diye bir ömrü, hibe ve sebil etmedim. Bu arada Rahmetli Başbuğum'dan aldığım üç "aferin oğlum" iltifatlarının, hayatımın en büyük ödülleri olduğunu da asla unutmadım, unutmayacağım.
İncindim Dostlar!...
Tarifsiz incindim! Tek başıma tavır koymak durumundayım. Çünkü beni inciten ve sayısız ülküdaşımı da incittiğini zannettiğim bir sahne izledim. Ama bu beni inciten sahneyi alkışlayanlar var!
Alkışlayanlarla asla bir işim olmaz. Demek ki artık olaylar karşısında göstereceğimiz tavırlarda da farklılaşmışız ve yabancılaşmışız!
Ecevit'le koalisyon kurulmasına da rızamız olmamıştı. Ama kurulmuştu. Ecevit'in önünde ceket iliklemek bir yerde saygı tarifinde görülebilirdi ve öyleydi. CHP'li bir ailenin çocuğu olarak, yıllarca evde CHP ve CHP'liler lehinde sohbetlerle büyüyen birinin, Karaoğlan efsanesi önünde ceketini iliklemesi çok doğaldı. Fazla itiraz etmedim.
Ama, bizzat Allah(c.c.)'ım'ın bana yaşamayı nasip ettiği bir olaydan dolayı, haftada üç gün paket yayın yapan TRT televizyonunda Başbuğum'la Ecevit'in günlerce süren münakaşalarını hatırlayarak o ceket iliklemeye de itiraz ettim. Hazmedemedim.
Ali Güngör'ün ihraç edilmesinin, Sadi Somunuoğlu'na saldırılmasının, saldırtılmasının hatta Apo alçağının idamının engellenememesinin bazılarınca makul sayılabilecek mazereti vardı. Hükumet zarar görürdü!...
Bize göre hükumet kurulmasında yer almak ta hataydı ama "hükumet zarar görür." mazereti, yine de makul sayılabilecek bir mazeretti.
Hükumet, malum mazeretlerin çok hayati sayılması nedeniyle bozulmadı. Erken seçime gidildi. Erken seçimde Bahçeli ve ekibi yenilgiye uğradı. Seçim yenilgisinin sebeplerini söyleyenler arasında Mehmet Şandır'da vardı.
Şandır; Ruşen Çakır'la yaptığı söyleşide, " tabi ki üzüldük. Millete kızmadık ama kendimize kızdık. Toplumla aramızda köprü olacak olan ülkücülerin sevgisini kaybetmişiz demek ki." diyerek çok doğru bir tesbit yapmıştı. Bu doğru tesbiti yapan ekibin, ülkücülerin kızgınlıklarının sebeplerini de tesbit etmelerini bekledik ve umduk.
Maalesef öyle olmadı. Maalesef beni yanılttılar ve bir seçim daha yaşadık. Tek başına iktidar sloganıyla seçimlere girip CHP-MHP Koalisyonu projeleriyle propogandalar yapılarak mevcut sayıda vekille meclise girdiler.
Biz, bilhassa ben; cezaevinden çıkarılarak meclise getirilen, mehmetçiğimizin katilliği ile suçlanan birinin yemininin engellenmesini beklerken, tarihi tokalaşma sahnesini izledim!
Bu tokalaşmanın mazereti neydi?!
Yine hükumet mi zarar görürdü? Yine hükumetin muhteşem(!) ekonomik uygulamaları mı yarım kalırdı? Bölücülerin, hainlerin siyasal uzantıları mecliste yemin ederken, aynı anda üç mehmetçiğimizin şehit edildiğinden, bu milliyetçilerin haberleri yok muydu?...
Hani normal ziyaretçileriyle tokalaştığında ellerini yıkayacak, kolonyalı mendille silecek kadar temizlik hastası olduğu söylenirdi muhteremin? Yoksa çocukluğundan aile içi sohbetlerde şuur altına yerleşen bir düşünceyle sadece ülkücüden mi tiksinirdi bu Genel başkan?
PKK'nın siyasal uzantılarıyla tokalaştıktan sonra 10,5 (onbuçuk) saat hiç ara vermeden ve ellerini temizlemeden nasıl oturdu?
İncindim Dostlar! Ziyadesiyle incindim! Yemin ederken ayaklarını kaldırdılar mı bilmem ama tokalaştıktan sonra nasıl ellerini ceplerine koyarak kabadayı edalarıyla dolaştıklarını izledim. Onlar elleri ceplerinde meclisimde dolaştılar, ben incindim. Ben ezildim.
Ve bu tokalaşma ile neyin zarar görmesi engellendi çok merak ediyorum.
AKP; DTP'lilere ihtiyacı olmadan Cumhurbaşkanını seçecek. DTP'lilerin desteği ile anayasayı değiştirecek. Tokalaşanlar da, bizler de maalesef sadece seyredeceğiz. Zaten millet olarak tam kırk yıldır trübünlerde ve şeref locasında seyircilikle görevlendirilmişiz.
Bu arada PKK'nın siyasal uzantılarıyla tokalaşarak ellerini silmeyen zevatla, taaa yanına giderek tokalaşan Sn.Muhsin Yazıcıoğlu'nu da bir fotoğraf karesi olarak hafızama nakşettim...
İyi tokalaşmalar.
Umarım bu tokalaşma, Anadolu'daki mal meydanlarındaki cambazların tokalaşmalarından değildir!...
Yoksa öyle mi olsa!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

ZAMAN ÇABUK GEÇER...

Herhalde birileri; bizim "Tamam! Taş bitti, inşaat paydos!..." dediğimizi zannediyor.
Okuma özürlü ve anlama özürlü aydınlarımızdan bazıları da; "Şikayetleneni Şikayet ederim!" başlıklı yazımızı, AKP'ye methiye olarak algılamış!...
“Söylesem tesiri yok;. sussam gönül razı değil!...” diye yüzlerce yıl önceden feveran eden Fuzuli'nin çektiklerini anlamaya başladım.
Milletin mazur olduğunu, asla millete küsülemeyeceğini, millete kızılamayacağını yıllardır söyler dururum. Millet; çareyi, çare adresinde arar.
Hastaysa Lokman Hekim'e gider. Neye ihtiyacı varsa; isteyebileceği ve alabileceği adrese gider. Yine öyle yaptı millet.
Çaresizdi. Millet dardaydı. Devlet zordaydı. Çare, siyasetteydi. Çare, sandıktaydı. Sandık kuruldu. Sandığa girecek 60'a yakın parti, gardını aldı. Her kes ne yapacağını söylemeliydi. Her kes; önce rahatsızlıkları, sonra da çareleri söylemeliydi. Öyle olmadı!...
59 parti; ağız birliği ile, söylem birliği ile bir partiye saldırdı. O bir parti olarak isimlendirdiğimiz partinin başında Recep Tayyip Erdoğan vardı. "Deprem Çadırı" olarak kurduğu devşirme kalabalığı, partileştirme sürecini de başlatmıştı bu seçimde.
Tek kişi konuşuyordu. Tek kişi; hem -günde en az üç vilayette- meydan meydan koşuyor konuşuyor, hem markalaşmış partilerin haris uç kişilerini listelerine alıyor, hem de üç ay öncesine kadar defaatle hakaretler ettiği milletin çat kapı kapılarını çalıyordu. Yani çalışıyordu.
Diğer 59 partiden; en milliyetçi tarifli olanlar da, en halkçı olanlar da, en sosyal demokrat olanlar da; metropollerden, iç anadolu'dan öteye gidemiyorlardı. Çünkü korkuyorlardı! Korktuklarını söyleyemiyorlardı. Mesela MHP'nin, neden Kars'ta bir miting yapmadığını hala anlayabilmiş değilim ve anlamam da mümkün değil. Türk Milliyetçiliğinin çok net yaşandığı bu ilimizde yapılacak bir mitingle, Türk Milliyetçilerinin Türkiye'nin her yerine gidebileceği mesajını neden vermediğini, asla anlayabilmem mümkün değil.
Tek ve en sosyal demokrat tarifli partinin; neden Diyarbakır'da bir miting yapmadığını, anlayabilmiş değilim. Artık anlatılsa da anlayamam!
Doğu ve Güneydoğu'dan siyaseten böyle vaz geçenler yüzünden millet, 59 partinin tamamından vaz geçti. 59 partiden umudunu keserek vaz geçen millet, doğu ve güneydoğuyu savunabilmek için çocuklarını askere göndermekten hiç şikayetçi de olmadı...
Şimdi; hakarete uğrayan anasıyla, toprağın doyurduğu gözüyle, yan gelip yatan asker mehmetçiği ile, babalar gibi satılan milli varlıklarıyla, artık meclise de taşınan imralı sakiniyle; hayalleriyle, korkularıyla, öfkeleriyle başbaşa ve evinde millet!...
Ziyaretine gelen konuklarıyla tokalaştığında hemen iki üç kere ellerini yıkadığı ve kolonyalarla dezenfekte ettiği söylenen; en milliyetçi patinin genel başkanı, mecliste birileriyle tokalaştı ve on buçuk saat ellerini yıkamadan, dezenfekte etmeden oturdu. Bu tokalaşma, bu oturma ile de millet, bütün meseleleriyle başbaşa evine çekildi.
Oy vermeyen millet suçlu değildir beyler!
Milletten oy alamayan siyasetçi, suçludur-başarısızdır.
Tam kırk yıldır; başarısızlara inadına iltifatlar ederek, başlarından indirmeyen siyaset yalakalarını, millet tanıyor artık. Millet; artık sadece başarısız genel başkanlara değil, o genel başkanlara şahsi ikballeri için evet diyen siyaset yalakalarına da oy vermiyor. Bu siyaset yalakaları yüzünden millet, kötünün iyisine mecbur ediliyor!...
Kötünün iyisine mecburiyeti, yıllar önceden bir genel kurmay başkanımız kabullenmişken ve o günlerde kötünün iyisine itiraz etmeyi başaramamış siyaset lümpenleri, hiç sahneden çekilmemişken milletin, kötünün iyisine mecburiyetini hala yorumlayamadıysak, hala "Neden oy vermedi?" diye milletle kavgaya devam edersek, korkarım bu günlerimiz, iyi günlerimiz!...
İki kişiden birinin oy verdiği parti, seçim kazanmış ve millette sevinç yok!
İki kişiden birinin oyunu alarak seçim kazanmış partide, sevinç yok!
Kazanan da endişeli, kazandıran da!...
Memleketin kanaat önderleri, uzaktan kumandalı dolma kalemleri ise, Karen Fogg çocukları ise, gizli gizli başarılarına sevinerek yarınların rollerine hazırlanmaktalar!...
Bu kadar okur-yazar ama okumayan aydıncılık oynayanlarla, yarınlarımızda bizi nelerin beklediğini biliyor görüyorum ama ben hala dip dalgalanmasından umutluyum, ben hala bu milletin uzun süreli zillete uğramayacağına olan inancımla beklemedeyim.
Zaman, çabuk geçer...
Ve zamanın çabuk geçmesini beklemeye başladım bile...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Cuma, Ağustos 03, 2007

BİZE NE OLDU?...

Allahını seven söylesin, bize ne oldu?
Dostlarımız, her halde kendi ikbal ve çıkarlarıyla meşguller. Düşmanlarımız -hala kaldılarsa- söylesinler! Bize ne oldu?
Genç bile değildik, çocuktuk. Sokaklardaydık. Bir yerlere, resmi yerlere makamlara girecek yaşta değildik. Ama lazım olan her yerdeydik. Vardık...
Karakoldaydık, hücredeydik, kahkahalar atardık. Adliyelerde, hukukun önündeydik, utanmazdık. Çünkü utanılacak bir şey asla yapmazdık. Kendimizi kahramanlık yapıyor sayardık. Yaşlarımız küçüktü ama en büyüklerle uğraşırdık. Vardık...
Sürgünlerdeydik, hasret çekmezdik. Dünyanın öbür ucunda da teşkilatlarımız vardı, ülküdaşlarımız vardı ve biz zaten sadece onları özlerdik. Onlarla bir arada olduktan sonra hasret kimmiş, sürgün neymiş? Anlamazdık.
Mahpuslardaydık. Yüz kişinin içinde üç kişiysek yeterdik. Mahpushanenin hücrelerinde bile vicdanen, aklen sonsuz hürdük.
Firarlardaydık bazan. Kaçmazdık, kovalardık!...
Bize güç yetmezdi. Çünkü, VARDIK...
Öldürürlerdi bizi gücü yetmeyenler! Öldürtürlerdi bizi, siyaseten susturamayanlar. Ölürdük çoğalırdık; çoğalırdık ölürdük...Ve dirilirdik ölümü öldüren bir ölüşle...
Müslümandık, Türk'tük... Müslüman Türk olarak, Allah(c.c.)'ın askerleri olan bir ırkın ahfadıydık. Orta Asya bozkırlarında Enver Paşa'ydık, Osman Batur'duk; Anadolu'da Yıldırım'dık, Fatih'tik, Sultan Abdulhamit'tik, Atatürk'tük, Türktük...
Bütün zalim güçlere, baş kaldırandık. Bütün zalim güçleri, geri püskürtendik. Ölürsek niye öldüğümüzü; öldürürsek niye öldürdüğümüzü bilirdik. Hedefimizi bilirdik. Hedefimiz işaret edilmişti Başbuğumuz'ca... Yakın hedef; "Yüz milyonluk Milliyetçi Türkiye", uzak ve nihai hedefimiz, "Turan"dı... Bu hedefler için ölünürdü, ölünürdü, öldürülürdü...
Her savaşçımız, her ülküdaşımız kahraman; her ölenimiz şehit, her kalanımız gaziydi... Ölsek te, kalsak ta vardık...
Ne oldu bize?...
Yaşlarımız büyüdü. Kocadık çoğumuz. Çocuklarımız, bizim her yere hakim olduğumuz yaşlardalar. Her yerde varız. Siyasetçiyiz, sanayiciyiz, esnafız, memuruz, hakimiz, savcıyız, sanatkarız, sanatçıyız, hatta bir kaç dönemdir bakanız. Her birimizin -en az- ikişer, üçer çocuğumuz var. Bu tarifle bu ülkenin tek hakimi, biz olmalı değil miyiz? Ama YOKUZ!...
Ne oldu bize? Neden yokuz?
Neden hainler, bölücüler, PKK'lılar bizden korkmazlar? Yoksa hepimiz saklanmıştık ta, birbirimizle saklambaç mı oynuyorduk? Birbirimizin göremediklerimizi mi, başkaları görerek öldürmüştü? Saklambaçı beceremeyenlerimiz mi yakalanarak öldürülmüş, asılmıştı?...
Allah aşkına birileri söylesin: NE OLDU BİZE?!...
Paramız dolar-euro. Ekonomik sitemimiz kesinlikle milli değil. Kazanan devlet kuruluşlarımızın %98'i, bankalarımızın %80'i bizim değil. Çiftçimize ekmediği her dönüm arazisi için 10 milyon veriliyor. Çiftçimizin ekmediğini, kabineden birilerinin yakınları ithal ediyor. Başbakanımın oğlu, açık denizlerde. Başbakanım'ın çocukları, deniz aşırı memleketlerde dost paraları ile tahsilde... Başbakanım, çocuklarını ülkesinde okutamıyor!... Dış İşleri bakanımın eşi, kıyafetinden dolayı uğradığı baskıyı, AİHM'ye şikayet ediyor. Şikayetinin ödülünü de cumhurbaşkanı eşi olarak almaya hazırlanıyor!...
PKK'lı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde!...
Onlar; devrimciyken de, devrimci doğu kültür ocaklarıyken de, Maocu iken de, Leninciyken de, sosyalistken de, komünisken de, apocuyken de biz, hep Ülkücüydük. Biz onların karşılarında istedikleri her şekilde vardık.
Ne oldu bize?
Dağlarımız, kırsalımız onlara teslim olurken seyrettik. Mehmetçikleştirdiğimiz çocuklarımızı şehit ederlerken seyrettik. ordumuza insafsızca saldırılırken sustuk ve seyrettik. Başımıza çuval geçirilirken teslim olduk. Miting alanlarımızı doldurarak şehirlere inerlerken seyrettik. Ülkü Ocakları'na oda hapsi verilirken sustuk. Ölünecek zamanda ölemedik, öldürülecek zamanda öldüremedik.
Şimdi Meclisteler!...
Güye bizden de Meclis'te olanlar var. Ama gerginlik istemiyorlar! Devletin başına Devlet geçecek ya! Apo'nun asılmasındansa koalisyonun devamını isteyecek kadar devletçiyiz ya! Şimdi de kim cumhurbaşkanı olursa olsun, AKP kimi isterse seçsin diye işi kolaylaştırdık ya!
Bizi, kim bu kadar sindirdi?
Bizi, kim bu kadar susturdu? Bizim gücümüzün yetmediği bu "Güç Yetmez Güç"ün adını bileniniz var mı?
Meclis dahil, her yerde varken nasıl böyle yok olduk?
Bu memleket nasıl böyle sahipsizleştirildi? Hani söz konusu vatansa gerisi teferruattı?!...
Bize ne oldu Allah aşkına bize ne oldu?...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Perşembe, Ağustos 02, 2007

TEBRİKLER RECEP TAYYİP ERDOĞAN !...

Yaşım gereği; 1969 yılından beri yapılan bütün seçimleri hatırlıyorum.
Bu seçimlerden; 6 sefer gidip 7 sefer gelen de, "Dört eğilimi karıştırıp barıştırdım." diyen Turgut Özal'da, Karaoğlan'da, Hacı Mücahit Erbakan'da, Mesut Yılmaz'da, Bacı Tansu Çiller'de, %18,5 olarak aldığı oyla tarihi rekor kırdığını söyleyen Devlet Bahçeli'de galip çıkmışlardı.
Her seçim öncesi, bir önceki seçimleri hatırlatan heyecanlara şahit olmuştuk. Her seçim sonrası; kazananlar tarafından coşkulu kutlamalara şahit olmuştuk. Bu kutlamalar da kim kazanırsa kazansın, bir önceki kazananın kutlamalarına benzemişti.
1969 senesi seçimlerinden önceki seçimleri de babalarımızdan mutlaka dinlemişizdir. Tek partili dönemden çıktıktan sonra yıllarca süren DP-CHP kutuplaşmalarının yaşandığı ülkemizde, DP'nin yani Adnan Menderesin de, CHP'nin yani İsmet Paşa'nın kazandığı seçimler de olmuş. Seçim sonrası, onlarda kutlamalar yapmışlar. Onların yaptığı kutlamaların kopyalarını da teamülleştirerek sonraki seçim kazanan partiler yapmışlar. Yemişler, içmişler, eğlenmişler.
Aklım kesti keseli; ilk defa iktidardaki bir parti, oyunu artırarak nerdeyse iki kişiden birinin oyunu alacak kadar açık ara farkla, bir seçim zaferi kazandı. Seçimi kazanış şekilleri, çalışmaları, erzak ve kömür dağıtmaları, ne kadar ahlakidir veya değildir yargılamak istemiyorum. En azından şimdilik!...
Ama bir hakkı, teslim etmek istiyorum.
Neden hayatımın en sert tenkitlerini yaptığım, bir parti ve o partinin genel başkanının yaptığını, bizim desteklediğimiz genel başkanlardan birisi yapmadı diye, -nerdeyse- hasetimden çatlayacağım!...
Sanırım bütün Türkiye'de vardır. Üç gündür Ankara sokak ve caddelerini, yeni bir Recep Tayyip Erdoğan afişi süslüyor. Ve gerçekten süslüyor. Seçim zamanındaki israf diye adlandırdığım ve çevre kirliliğinden başka hiç bir şeye yaramayan afişler gibi değil bu afiş!
Beni kıskandırabilecek kadar nazik, beni rahatsız etmeyecek kadar güzel ve Türkiye'de ilk defa kendilerine oy verenleri, oylama bittikten sonra unutmadığını gösterecek kadar vefalı bir afiş!
"Teşekkürler Türkiye! Nice Ak Yıllara" yazan ve Recep Tayyip Erdoğan'ın galibiyet keyfinin, göz bebeğinden okunduğu bir afiş...
AKP'ye oy vermedim. Yarın seçim olsa yine oy vermeyeceğim!
Ama bu nazik ve vefa kokan afişi, tebrik etmezsem çatlarım. Doğruyu, kim yaparsa doğrudur diye yıllardır anlattığım inancıma, ters düşerim.
Seçim sonrası; kaybedenler ve muhalefetteyken oy alamayan beceriksizler, "Tek Başına İktidar" sloganıyla meydanlarda ip atanlar, niye kendilerine oy vermediler diye milletle, ülkücülerle kavgaya niyetlenirken; Recep Tayyip Erdoğan, iki kişiden birinin kendisine oy verdiği millete teşekkür ediyor... Ve bu, benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de ilk...
Tebrikler Recep Tayyip Erdoğan.
Bu işleri, yani seçim işlerini en iyi bilenin siz olduğunuzu, ispatladınız.
Yaklaşık iki yıl sonra yapılacak olan yerel seçimlere; şimdiden, bu günden hazır olduğunuzu ve seçim startı verdiğinizi her kes te, ben de anladık...
"Nice Ak Yıllara" temennileriniz, sanırım bu teşekkürle epeyce tutacak gibi. 4,5 yıl Deniz Baykal'ın tek başına yapamadığı muhalefeti, şimdi mecliste olan iki DB'de beceremeyecekler! Bunlar, sizinle asla seçim meydanlarında yarışamazlar. Bunlar seçmenlere sadece 4 yılda bir itibar ederken; siz daha şimdiden önemsediğinizi belli ettiniz.
Milletle barışmayı kafaya koyduğunuz belli. Bari şu her gün akan şehit kanlarımızı da durdurmak için bir hareket yapın artık. Seçimlerde her şehit cenazesini mitinge dönüştürürken, şimdi şehit cenazelerine dua etmeye bile gelmeyenlerin, sizinle seçim yarışına girebilmeleri mümkün değil.
Siz, Ramazan aylarında çat kapı gittiğiniz fakir insanların iftar sofralarına bağdaş kurarak otururken, Genel Başkanlık makamına gelenlerin haricinde kimseyle irtibatları olmayan; kongre zamanlarında Ankara ve civar illerin polis kuvvetlerini, kongre salonu etrafına çağıran;kendilerine tepki veren tabanının önünü kendi partisinden bir belediyenin çöp arabalarıyla kesen, makamlarına ziyerete gelen konuklarıyla tokalaştıktan sonra ellerini 10 dakika silip yıkayan, milletten kopuk, millete yabancı muhalefet genel başkanlarının, sizlerle seçim yarışında size karşı başarılı olabilmeleri mümkün değil.
Hükumetteyken daha sonra seçim sath-ı mahallindeyken yaptıklarınızı tenkit ettim, etmeye de devam edeceğim.
Ama seçimlerden sonraki ve Türkiye'de ilk olarak sizin uyguladığınız bu teşekkür afişlerinden dolayı sizleri; bir daha, bir daha tebrik ederim...
Aşsızlığa, işsizliğe, yolsuzluğa, yoksulluğa kanıksatılmış bu millet; kendisine itibar gösterene itibar ediyor. Bu son seçimler bunu gösterdi.
Umarım siyasilerimiz, daha doğrusu muhalefetin başar(ama)mış başarılı yöneticileri, sizin bu doğru uygulamanızdan istifade hayalleri kurmaya başlamış olsunlar.
Doğruyu kim yaparsa doğrudur. Tebrikler Recep Tayyip Erdoğan! Tek başınıza bir partisiniz ve sanırım bu halinizin de farkındasınız.
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN