Pazar, Kasım 30, 2008

"ARDAHAN'DAN KALKAN TATAR"

"Ardahan'dan kalkan tatar/ Kamçısını atar tutar."
Öncelikle Ardahan'a, Ardahanlılara; "Edirne'den Kars'a kadar/Benim serhad bir yurdum var." tarifine inancımla selamlarımı, saygılarımı, sabır dileyen dualarımı gönderirim.
Ruhla bedenin, etle tırnağın arasına girilmeğe çalışıldı! Kundaktaki bebeklere, Kürtleri korumak adına; aslında emperyalist Haçlı'dan aldıkları emirlerle, kurşun sıkabilen, insanlığın yüz karaları cânilerin siyâsal temsilcileri, milleti tahrîk ede ede dolaşarak Ardahan'a ulaştılar!...
Ninelere, bebelere, köylülere, görevlilere, terör yaratmak için kurşun sıkabilen insanlıktan uzak yaratıkların, insan haklarını savunarak, sözde müttefik(!)lerin destekleriyle, milleti tahrîk edip kendilerini öldürtmeye çalışıyorlar! Yemezleeeeer!...
Şamar oğlanlığından, öldürülecek düşman tarifine, geberseniz de terfî edemezsiniz! Eninde sonunda yasalarımız, sizi de kulaklarınızdan desteleyerek, lâyık olduğunuz yere kapatacaktır. Türk milletinin düşmanının da bir şânı, ayrıcalığı, şerefi vardır!...
Türk Milleti, sizin bu alçak tuzağınıza düşmez! Bu ucuz ajanların, bu millet düşmalarının, bu devlet hainlerinin, kanlı senaryolarını bozar, birlik bilinciyle kan içici Haçlı dünyası'na; millet bütünlüğünde olduğunu gösterir!... Kapı köpeğinin, biraz serbest kalırsa komşudan yal yiyebileceğini; yediği yalın sıcak olabileceğini ve sıcak yalın iti kudurtabileceğini bilir. İtinin sağlığından endişelenirse baytara götürür. Kudurmamışsa, yeniden kapıya bağlar ve yalını verir. Kapı sahipliğinin gereği budur. Bu gereği bildiği için millet, millet olduğu için de devlettir...
Töreli, türeli milletler, devlettir devletlidir. Devletli milletlerin, bir yönetim usûlü ve bir yönetim disiplini vardır. Bu displin; bazen bir bekçi düdüğü ile, bazen de silahlı kuvvetlerinin dipçiği ile sağlanır. Disipline girmeyen âsilersin ise, kelleleri alınır! Çünkü devlet otoritesinin olmadığı yerde anarşi; kontrol edilmez, zamanında müdâhele edilmezse terör olur.
Bölücü devlet hainleri, DTP adıyla; sözü Türkçe, özü haince-puştça şarkılarla; sözleri Türkçe, içeriği bölücü nutuklarla, "devlet disiplinini zayıflattıklarını zannettikleri yerler" de, milleti tahrîk ediyorlar!...
"Tek millet, tek vatan,tek bayrak, tek devlet" diye nutuklar atarken, "Tek Dil" argümanını özellikle atlayan devlet erkinin başındaki siyâsi de; "Ya sev, ya da canının çektiği yere git!" diyerek kolaycılıkla, anlaşılmaz sebeplerle, siyâsi rant uğruna bu tahrîkleri, tahrîk ediyor!...
Çok istenen ve vampir iştahıyla beklenen kan akmadı, şükürler olsun. Akmayacak ta!... Bu millî gerçeği; Haçlı da, Haçlı'nın terörist taşeronları da, biliyor! Bu yüzden panikteler! Bu yüzden kudurdular!...
Millet olarak; "Devletimiz, neden sadece izlemekle yetiniyor?" diye meraktayız! "Şeriatın kestiği parmak acımaz." kültürümüzle, yasalarımıza saygılıyız. Teröristlerle bir ömür savaşarak terfiler etmiş, generalleşmiş Paşalarımız'ın yargılanmasına; hukuka olan, adâlete olan güvenimiz yüzünden sessizce seyirciyiz. Paşalarımıza ayrıcalık tanımayan adâletimizin, bu terör tahrikçilerine ne zaman müdâhele edeceğini, merak etmekte ve beklemekteyiz...
Sağcısı solcusu, laiki cemaatçisi, Türk'ü Kürdü ile millet, bölücü hainler tarafından faşist diye isimlendirilip tahrîk ediliyor! Bu tahrîklere kapılmayan ve tahrîkçilere hâlâ silahla müdahele etmeyen milletin, devletine olan güvenini siyasîlerimiz ne zaman fark edecek, ne zaman gerekli müdaheleyi yapacaklar?
Geçen zamanın; devletin her kurumuna, milletin her kesimine zararı vardır. Sözün hükmünün bittiği, biteceği anlara doğru sür'atle gidiyoruz! Artık müdahele edin! Devlet gücünü, hissettirin. Bu açık isyânı; isyâncıların anlayacağı dil ve üslûpla bitirin artık...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Kasım 29, 2008

SÜVARİLERE YOL VERİN...

"Millet iğrenmesin diye yıllarca ağzımızda sakladığımız balgamları tükürdük!" (Ozan Arif)
Haaaak tuuuu!...
Yıllardır sakladıklarından, sakladığı yer rahatsız olunca; yıllardır sakladıklarından saklamasını gerektiren sebepler bıktığından tükürdü artık!...
Tükürdü. Yürüdü...
Yürüyerek, tek başına başlamıştı bu yolculuğa. Durursa, oturursa biterdi!...
Yorulursa gecikirdi varış!...
Yürüdü. Ne arkasından geleni, ne de gelmeyenleri merak bile etmeden...
Yürümeliydi. Şimdiye kadar gidilmemiş yerlere, şimdiye kadar gidişlerin engellenildiği yerlere gidilmeliydi. Gidilebilmesi için bir iz lazımdı. İz yapmalıydı. Yolu belli etmeliydi. Yürüdü...
Kendini; neyin, nelerin beklediğini bilmiyordu ama kendinin nereye gittiğini, kendinin neyi beklediğini biliyordu... Bildiği kadar cesur, kendini bekleyenleri bilmediği kadar vakûrdu!...
Zamanı yordu!
Güneşin sıcağını kavurdu!
Öfkelerini hep içine savurdu!
Kabardı öfkeleri içinde. Kaynadı. Kaynaştı, coştu! Haklıydı öfkelerinin tamamı ama içinde içine mahpustu! Dayanamadı. Kustu denilmesin diye, midesi bu kadar aç tokluğa dayanamadı denmesin diye tükürdü. Haaaaak tuuuuu!...
Zamanını, müddetini, süresini kendi bildiği kadar içinde sakladığı; dayanılmaz pis kokusunu sakladığı müddetçe kokladığı; yoldaşlarının öfkesinden muhafaza edebilmek için kendini yorarak aklamaya uğraşıp ancak sarartabildiği balgamına baktı tükürdükten sonra!...
Görülecekti!
Bilinecekti!
İğrenilecekti!...
Dayanılmaz dişliler arasında, yaşam mücâdelesi verilirken dayanamayanlardan olan; dayanamadıkları için suçlanmamalarına rağmen utançlarını başkalarına iftira olarak savuran; iftirâlarının gücü kadar kahramanlaşan bu balgamlar, görülmemeliydi!...
Sigarasını yokluktan değişmesi yüzünden öksürüyordu, öksürdükçe balgam sökülüyordu!
Her sökülen ve artık sakladığı haznesine sığmayan balgamını tükürmek zorundaydı, tükürdü!...
Görülecekti. Görülmemeliydi!
Bilinecekti. Bilinmemeliydi!...
Tükürdüğü balgamını, bedeninin dışında, dünyasında da saklamalıydı!...
Bastı yıllara direnmiş, yollara dayanmış, demir olmayan ayakkabısının temiz altını balgamına...
İçinin dayandığı, dayanılmaz pisliğe ayakkabısının altı dayanamadı!...
Ekşitti yüzünü, ezdiği için yüzüne bulaşan bu balgama ayakkabı altı!...
Ezdi yolcu!
Ezdi, ezdi, ezdiiiiiiiii....
Sürttü ayağını ileri geri, bıkmadan balgamının üzerinde!
Sürttü, sürttü, sürtü....
Yer kurudu. Görülmüyordu dayanılmaz kokulu, pis balgamı ama kokusu vardı. Kokusu saklanmayacak kadar pervâsızdı, cesurdu!...
Yürüdü...
Arkasına yine bakmadan. Arkasından geleni de, gelmeyenleri de merak bile etmeden.
Arkadaşı gölgesiydi, birde her sol ayağını kaldırdığında yayılan, hissedilen ezdiği balgamının pis kokusu!...
Gölgesiyle, bıkarak attığı balgamının kokusuyla, yürüdü...
Yürüyordu, yürüyecekti...
Ya yolu bitirecek, ya gidebildiği yere kadar iz yapacaktı. Yolun sonu Turan'dı. Tek kılavuzu Kur'andı. Sehpalardan esas duruş alan, kanlarıyla şafaklar oluşturan leventlerin; sinesine giren kurşunları boğan öldüren yiğitlerin, ölümü öldüren bir ölüşle şehitleşenlerin, yol arkadaşlığıyla yürüdü...
"Ülkü denen nazlı gelin, erde şan ister" di, "Büyük devlet kurmak için büyük kan ister." di. Nazlı gelinin istediği, şanlı erlere ulaşmak; büyük devlete lâzım olan büyük canların kanlarına ulaşabilmek için; "Kutlu Sefer"in süvarisi olarak yürüdü...
"Saksıda çınar yetişmez."di, yorularak duracağı yerin kendisine saksı olmasına izin veremezdi, yürüdü. Yürüyor. Yürüyecek...
"VE TEVEKKEL A'LALLAH"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Kasım 28, 2008

SEÇ/tir/İMLERE DOĞRU!...

Zaman hızlı, ömür kısa!...
Hayat denen süreçte, insana hatâsını telâfi hakkı, zannedersem iki kere tanınıyor. İkiden fazla hata yapanın veya yapanların, akıllarını yargılamak ta akıl gereğidir diye düşünürüm.
Önümüzde; seçim adında, domokratik hak tarifli, vatandaşlık görevi diye mecbûri edildiğimiz bir noterlik ödevimiz var!...
Demokrasiyi; ilm-i siyâset adını koydukları kurnazlık, diplomasi adını verdikleri korkaklıklarla kendilerine yarar bir zırh haline getirmiş parti genel başkanlarının, sandıklara koyarak ağızlarını-akıllarını-vicdanlarını bağladıkları insanları, dört-beş yıllığına bir yere atamalarına yardımcı olacağız!...
Aydıncılık oynayanlarımızın ihânetleri, münevverlerimizin suskunlukları yüzünden; rüzgâr güllerimizin, siyâset topaçlarımızın, dönenlerimizin-değişenlerimizin-gelişenlerimizin bizden uzaklaştıklarının farkında olamayarak yabancılaşmalarına, kendi ellerimizle evet veya hayır diyeceğiz bir daha...
"İkinci Deprem Çadırı" adını verdiğim AKP'nin işini kolaylaştıran kolaylaştırana!...
Kazanmak için mi yoksa rakip göründüğü iktidârı kazandırmak için mi yapıldığını anlayamadığım, anlamlandıramadığım işler yapılmaya başlandı!...
"Deprem Çadırı"nın, 2002'de kazandığı ilk seçtirmenin hemen sonrasında, yasakları kaldırılarak Siirt'ten, Baykal desteği ile seçtirilen ve Başbakanlık Makamı'na oturtturulan Recep Tayyip Erdoğan'a hitâben, bir mektup yazmıştım. Şimdi mektubumu; başta Tayyip Erdoğan olmak kaydıyla, Deniz Baykal'a, Devlet Bahçeli'ye ve seçime katılacağını söyleyen bütün genel başkanlara hitâben yenilemek istiyorum.
Önce kıssamız: Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim, muzaffer ordusuyla Çaldıran Seferi'nden dönmektedir. Nahcivan'da mola verilir. Bir harp divanında söylediği sözlerle dikkatini çeken Piri Mehmet Paşa'yı göreve getirmeği düşünmektedir. Fısıltı ile Sadrazam atayacağını duyurur. Bütün paşalar, sadrazamlık hayalleriyle donanmıştır. Divan vaktine saatler kala; bütün paşalar, padişaha yakın bir koltuk kapabilmek için, Divan yerine doluşurlar. Piri Mehmet Paşa; Divan'a dakikalar kala gelir ve bütün yerler dolduğu için kapı ağzında boş bir iskemle bularak oturur. Yavuz teşrîf eder. Selâm-sabah, hoş-beşten sonra divanı açar. "Bre Paşalar! Bir karara vardım. Ne dersüz?" diye kararını açıklar. Açıkladığı karar, imtihan kararıdır ve devletin aleyhinedir!... Sırayla, sormaya başlar. "Bre Paşa! Ne dersün?" Bütün paşalardan aldığı cevap; "Hünkârım, Padişahım, Sultanım, Yeryüzünde Allah'ın gölgesi, siz yanlış yapmazsınız muvafıktır." şeklinde ve benzerdir. Sıra, kapı ağzındaki Piri Mehmet Paşa'ya gelir. "Bre Paşa! Sen ne dersün?" Piri Mehmet Paşa'nın; "Külliyen yanlıştır Hünkârım!" cevâbıyla divana sanki bomba düşer! Yavuz; hiddetli, öfkeli ve celâllidir. "Bre Piri! Bizden korkmaz mısın? Bilmez misin biz kelle alırız?" diye kükrer! Piri Mehmet; hemen hemen aynı ton ve celâlle; "Hâşâ Hünkârım! Yüreğimizi Allah korkusu öylesine kaplamıştır ki başka bir korkuya aslâ yer yoktur!" Diye cevaplar... Ve Piri Mehmet Paşa Sadrazamdır...
Şimdi hissemiz: Asîl Türk Milleti'nin bağrında, her zaman Piri Mehmet'ler vardır. Allah; Piri Mehmetleri görevlendirecek Yavuzlarımız'ı çok aratmasın...
Demokrasi ve Cumhuriyeti kendileri için müthiş bir malzeme olarak kullanan "despot" genel başkanlar; yüreklerini kaplayan Allah korkusuyla başka korku tanımayan asîl-ehîl insanların sandığa girmelerine, izin verin. Milleti; sizin adamlarınıza evet dedirtip sonra beş yıl kendinize küfrettirmeyin! Sonuçta olan illâ millete olur ama, sizden sonraki kuşaklara da enkazdan da öte virâneler bırakırsınız! Fark edin ne olur? Sizler; genel başkanlık, millet vekilliği, bakanlık, başbakanlık makamlarınızın sağladığı imkânlarla, çoluk-çocuğunuza müthiş ikbâller sağlarken, aynı zamanda milletin öfke ve hasedine de muhatapsınız! Bu öfke patlarsa; hem millete, hem size, hem ikbal olarak hazırladığınız birikimlerinize ve devletin yıllarına yazık olur!...
"Ey güftesi ve bestesi çağlar taşıran Türklüğüm/Sanki sende hıçkıran bir su sessizliği var." (Alişan Satılmış'tan)
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Kasım 27, 2008

EŞEĞİ SALDIM ÇAYIRA !...

Süvarilikten seyisliğe indirilince itiraz etmediğimizden olmalı ki, gönüllü olarak seyislikten de eşek bakıcılığına tenzîl-i sınıf olduk!...
Hipodromlarda, farklı kulvarlarda, farklı jokeylerle, para için koştuğunu bilmeden koşturulan yarış atlarıyla ve jokeylerle ilgilenmememiz gerekirken, 20 günü aşkındır bir eşek anırmasını, bekler edildik! Vallahi şahsen benim kulağım, bu kadar "sessizlik kirliliği" içinde, eşek anırmasına tahammül edemez!...
Sevgimizi sakınır olduk!...
Sevdiğimizi değil sevgimizi kıskanır olduk! Sevgimizi kıskanıp, sevgimizi sakınıp, sevgimizi kendimize saklayınca; paylaşımla büyütmeden kendimize saklayıp özelleştirdiğimizi zannederek küçülttüğümüz için de; 'ben' olduk, 'sen' olduk, 'o' olduk!...
Ben, benlikte; sen, senlikte; o, olukta ısrarcı olunca da; giden giderken, gelen gelirken vurdu!...
Hani; "Her şeyin yenisi, dostun eskisi..." makbûldü?!...
Ne "ağabey" diyenlerin ağabeylerine saygısı; ne de "ağabey" denilenlerin, çevrelerine muhabbeti-güveni kaldı! Sözler hükümsüz artık!...
İmralı mahkûmunun direktifiyle PKK'nın siyâsal uzantısının ve eş zamanlı olarak en milliyetçi tanımlı partinin "Büyük Çatı" projelerini duyduk! İtiraz eden hep biz olmayalım diye, bize teyet geçen Küresel Ekonomik Kriz misâli, biz de bu "Büyük Çatı"yı teyet geçtik!...
İnanıyorum ki "Büyük Çatı" projesini değil, bu projeyi seslendiren çiçek bahçesi mûcidini savunmak amacıyla, kıymet verdiğim bir Dost; "Bu çatı çökerse, hepimiz altında kalırız." diye yorum-savunma yapmaya soyundu!...
Kavramlarımızın içi boşaltılınca ve vasıfsız amelelere müteahhitlik verilince; çatının çökmeyeceğini, kuvvetli bir rüzgârla uçacağını bilememek mâzur görülmeli mi bilemiyorum! Ve bizim çatımız, maaalesef onbir yıldır yok! Yağmurda ıslanıyor, doluda dövülüyor, güneşte yanıyoruz! Dört duvarı çok sağlam inşa edilmiş, kapısı-penceresi gönül parmaklıklarıyla demirli, kendi iç dünyalarımızda müebbet mahkûmlarız! Çatımızı on bir yıl evvel, kara bir 4 Nisan'da esen, Emr-i Hakk yeli götürdü!...
"Gerçek asla hakikati gölgeleyemez. Öyle ya varlık yoksa gölgenin ne hükmü olur ki? Hakikatimiz alarm veriyor beyler!" diye nâra atan Alişan Satılmış, kaç kişi duydu? Duyan kaç kişi alarmın sesinin tazyikini hissedebildi?
Ben'leştim. Sen'leştin. O'laştı!... Ortada "biz" kalmayınca; gruplaşan, kümeleşen çakallar aslanları püskürttü! "Aslan payını aslan olmayan aldı!"
Kendimizi sorgulamayı, kendimizi yargılamayı unutup; hep birilerini yargılar ve insafsızca cezalandırırken; kendimizi dünyanın en büyük cezâsı, tekliğe mahkûm ettiğimizi fark edemedik!..
Çatı çökecekmiş, hepimiz altında kalacakmışız! Koca koca gökdelenler çöküyor, gökdelenlerin enkazı altında kalmaktan korkmayan hârisler varken; bizim üstümüze kuvvetli bir rüzgârda uçabilen çatı çökse ne olur?...
Kraldan fazla kralcıları, kendimi zorlayınca anlayabiliyorum! "Kral öldü! Yaşasın kral!"cıları da, kendimi zorlayınca -kapı kululuktan başka bir iş beceremeyenler olduklarını fark ederek- anlayabiliyorum! Ama ilk raundun ilk dakikasının ilk yarısında, bir yumrukla nakavt olan boksörün fanatik taraftarlığını, adam baygınken başarılı diye alkışlanılmasını anlayamıyorum!...
"İkinci parti olursam genel başkanlığı bırakırım." diye verilen net mesajı almaları, duymaları gerekenler; mesaj sahibini bırakıp, mesaj sahibince Köşk'e çıkarılan ABD askerlerine dua edenle kavga ediyorlar!...
Ve çatımız çökecekmiş, bu çöken çatının altında da hepimiz kalırmışız!...
Ya Rabbi! Ya aklımıza mukayyet ol, ya da çatımızı uçuruver seherde bir sam yeliyle!...
"VE TEVEKKEL A'LALLAH"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Kasım 26, 2008

NEDEN MİLLİYETÇİYİZ?

Ziya Gökalp'in; "Türk'üm. Bu ad, her ünvandan üstündür." dizesini değişmez sloganım olarak kullanmaya başladığımdan beri, milliyetçilik değil ümmetçilik yapmam gerektiği hakkında sürekli ikazlar almakta ve itirazlara muhatap olmaktayım. Sözlerimin etkili olduğunu hissederek sevinmeme rağmen, bu konudaki nihaî kararımı, açıklamak gereğini duydum.
Allah(c.c.), kardeşi kardeş yaratmış ve rızkını ayrı vermiştir. "Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı." (Hûd-118) , "Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerinize düşman olarak ininiz." (Bakara 36) Ayet-i Celîleleri'nin bildirdiği günden beri yeryüzüne Türk olarak indirildiğime, kalû belâ'dan beri de Müslüman olduğuma îmân edenlerdenim. Mü'minin mü'mine kardeş olduğunu ve rızkımızın ayrı-ayrı olduğunu da îmânım gereği bilirim.
Bendeniz başkaları gibi; falan millet, filân gâvurla birlikte şunu yaptı, bunu yaptı falan demeyeceğim.
"Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir." (Şura-40) Ayet-i Celîlesi'nin bana tanıdığı kulluk hakkımla affedip affetmeyeceğime kendim karar verdim ve vereceğim.
Ümmet olarak neler yaşadığımız, nelere muhatap kaldığımız ve kardeş dediklerimizden neler gördüğümüzü de tekrâren hatırlatmayacağım. Görmemiz ve aklımız-imanımız-idrâk kapasitemiz kadar ibret almamız gereken Takdîr-i İlâhiydi elbette. Çünkü Habil-Kabil kardeşleri Kitabımız'dan öğrendik. Kardeşin kardeşe neler yapabileceği, Habil-Kabil kardeşler örneğindeki kardeş katli, boşunamı anlatılmıştır hâşâ...
Sevgili Kardeşlerim; "Veren el, alan elden hayırlıdır." öğretimizden hareketle veren el olmak istiyor bu yüzden de milliyetçilik yapıyorum. Anlatabildim mi? Allah(c.c.)'ımın, inancımın, dinimin bana tanıdığı kulluk hakkıma dayanarak; "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." tarifine uyabilmek için adâletli bir hâkim millet olmak mücâdelesindeyim. Gözümün önünde, 400 yıllık tebaamıza, sadece inançlarından dolayı revâ görülen tecâvüz ve tasallûtları kabul edemediğim ve saldırgan işgâlci ABD askerleri'ne şimdi Cumhurbaşkanlığı makamımızda oturan zâtın duasını hazmedemediğim için "Yeniden Türk Milliyetçiliği" yapmayı şart görüyorum. Marshal yardımlarıyla başlayan ve başlatılan, sonraki yıllarda AB hayalî vaatleriyle, "Ilımlı İslâm", "Dinler arası Diyalog", "Medeniyetler arası İttifak", "BOP Eş Başkanlığı" süsleme ve beslemeleriyle; alan el, uman-dilenen millet tarifine sokulmamıza itirazım var.
Bu itirazıma sadece kulaktan duyma, şeyhler ve cemaat liderleri tarifleriyle ve şövenizme, ırkçılığa benzeterek itirazlar varsa -ki var-, izninizle benim de bu teslîmiyetçiliğe itirâzım var!... Burnumuzun dibinde Müslüman Irak'lı kadınlara diyalogcu ve ittifakçı projeler pompalayarak "demokrasi" getirdiğini söyleyen Haçlı Silahşörü ABD'nin yaptıklarını, görmezden gelerek bana itiraz edemezsiniz. Etmemelisiniz. Ederseniz mantığı da olamaz!...
Eğer ısrarla itiraz ve ümmetçilik diye ısrar edecekseniz; Allah(c.c.)'ımdan sizi hidâyete erdirmesini dileyebilirim sadece...
"Bana yol gösteren benden olmalı /Olamaz Türk'e baş, 'Türk'üm' demeyen." diye samîmi milliyetçiliğini açıklayan Ziya Gökalp'e, sonuna kadar katılıyorum.
Bu tavrım kimi rahatsız edecekse etsin. Zaten onları rahatsız edebilmek ve kısas hakkımı kullanabilmek için bu tavırdayım...
Yine bendenizin; "Amcası ile dayısı arasındaki kavgada, amcasından yana olamayan kişi, milliyetçilik yapamaz." tarifimde de ısrarcıyım. Bu tarifimi ve tavrımı isteyen istediği şekilde yorumlamaya ve korkusunun adını isterse ümmetçilik, isterse demokratlık, isterse diplomatlık, isterse ilm-i siyâset koyabilir!...
Cesâret ne kadar insânî bir davranışsa, korkaklık ta o kadar insânîdir. Korkak kardeşlerimizi de saldırgan gâvurlara karşı, saldırgan diyalogculara, ittifakçılara, Haçlılara karşı korumayı kendimize millî görev sayarız...
Yaşasın Yeniden Türk Milliyetçiliği...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Kasım 25, 2008

AĞZINA SAĞLIK BE ADAM!...

Ben yazmış olsaydım, fakîri tanıyanlar gülümseyerek; "Hoca ağzını bozmuş." derlerdi biliyorum.
Kendim yazmış kadar gönlümce iki cümleyi, her kesle, sevenlerimle paylaşmazsam ölürüm! Ve; "Hay ağzını yiyeğim Adam!" demesem de ölürüm!
Fatih Altaylı; Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırarak kendini en-tellek-tüellerden zanneden bir kadına; "Hanımefendi belki farkındasınız, belki değilsiniz ama o ordu sizin bacak aranızı da koruyor. ..... Türk ordusuna sallayan hanımefendi bilmelidir ki, Türk ordusu Türkiye'nin sınırlarını korur.O sınır ne yazık ki, kadınlarımızın bacak arasına kadar uzanır. (haberturk.com)" demiş! Çok ta iyi söylemiş! Ne bir eksik, ne bir fazla!...
Heeeey! Kendilerini küfürbaz zanneden kalemşörler; okuyun da Türkçe iğnelemenin nezâhet ve nezâketini görün...
Saddam'ı, sistemini ve sınırlarını koruyamayan, ordu görünümlü Irak Askerlerinin başarısızlığını görmez mi bu körler? Galip ABD ordusunun getirdiği demokrasi ile, tamâmen tesettürlü ve müslüman Iraklı kadınlara neler ettiğini duymazlar mı bu sağırlar?
Hadi Irak bize çok ırak olsun!
Irak'taki "Saddamcıların cezalandırılmasından bize ne?" denilsin biz de kabullenelim! Yaygın Basınımızda çarşaf çarşaf anlatılan, hakkında dökümanter kitaplar yazılan, PKK'dan kaçan kadınların ve itirafçıların anlattıklarından, dağda kadınlara teröristlerin neler yaptığını da mı okumaz bu câhiller? Vallahi; "Bu kadar cehâlet, ancak tahsille mümkün olur."
Bu kadın ve benzerleri, câhil değillerse körler. Kör olsalar neyse aynı zamanda sağırlar. Görmezler, duymazlar! Eğer özürlü de değillerse sadece ve sadece hain bunlar!...
Dünyanın hiç bir sisteminde, dünyanın hiç bir yerinde ve ülkesinde hainlere bu kadar iltifat olmaz! Ancak işgaldeki ülkelerde işgalcilere methiyeler yazabilir ucuz dolma kalemler, onlar da mâzur görülmez!
Ağzına sağlık Altaylı! Yüreğine sağlık! Daha fazla iltifât edersem yeni gazeten için yağcılık algılanabilir! Daha fazla iltifat edemeyeceğim!... "Neden bana denk gelmedi ve neden ben bu kadına bunları yazamadım?" diye kıskandığımı da söylemeliyim!...
Kıskandım ama tavrını ve üslûbunu ayakta alkışladım...
Tamam be Kadın! Sana değmeyen yılan bin yaşasın da, sana değemeyen yılanın başını yuvasında ezen ve bunu, görevini yapmanın huzur ve edebiyle reklâm etmeyen ordumuza saldırırken bir kere daha düşünürsün artık değil mi?...
Zorla acziyet haline soktuğunuz veya sokmaya çalıştığınız demokrasiden biz de haberdârız. Biz de Ordumuz'a siyâsetle ilgilenmeyin diye dilimizin yettiğince sesleniriz. Ama Ordumuzun, devlet kalabilmemizin olmazsa olmazı olduğunu da, asla unutmayız...
Hele şu demokrasiyi araç olarak kullandıklarını yıllarca söyleyerek gelen ve hâlâ demokratlık maskesiyle Cumhuriyetimizle kavgaya tutuşanlar var ya! Nizâmi orduyu vur-kaç taktikli teröristle başbaşa bırakarak gûya prestij kaybettirebileceklerini zannedenler var ya! Yaptıklarının nelere mal olduğunu, bir gün mutlaka görecekler! Onların gafletlerinin de, dalâletlerinin de ve hatta hıyânetlerinin de tahrîbatlarını yine bu saldırdığınız Ordu engelleyecek...
Ordusuz devlet mi olurmuş? Savunulmayan devlet, devlet mi kalırmış? Son yüz yıldaki şehit sayısı iki milyonu bulan belki geçen bir milletin ordusuna, bu kadar pervâsızca saldırmanın adı mı demokratlık? Almayım kalsın!...
Gördünüz mü Fatih Altaylı'da tezâhür eden Türkçe Demokratlığı?...
Alın! Evirin-çevirin, okuyun okuyabildiğinizce! Kaç güne hazmedersiniz bilemem ama galiba; "İt utansa donsuz gezmez!" değil mi?
Oooooh be!...
Tekrar ağzına sağlık be Adam...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

HER SOFRADA PASTA OLACAK TA...

Şu, bize demokrasi diye dayatılan; "Ben yaptım oldu!" mantıklı genel başkanlar despotizmi var ya, gına getirdi millete artık!...
Başkası için parti kapatma sebebi sayılabilecek suçların başında gösterilen işler, eğer kendimiz yaparsak asla suç ta değildir, laikliğe karşı da olmaz, hatta laikliğe karşı odak olma tarifini bile değiştirebilir!...
Ve çok gariptir yapılanlar, yapana değil hep muhaliflerine yarar!...
MHP'nin Genel Başkanı; demokratlaşacağım diye, farklılıkların farkındalığını göstereceğim diye, Meclis'te çiçek bahçesinin rengini tamamlayacağım diye, ideolojik ağırlıkları atacağım diye, PKK'nın siyâsal temsilciliğini inkâr etmeyen DTP'lilerle tokalaşır ama demokratlaşamaz! Aksine geçmişine, mâzîsine ihânetle suçlanır, fanatik parti tabanını kaçırır ama DTP'ye yarar, AKP'ye yarar; hatta, -yıllarca demokrasi adına onlarla yakınlaşmış olan- sosyal demokratların işine, Baykal'ın şahsındaki bölücülere karşı duruşuyla, CHP'ye yarar!...
CHP; toplumun her kesimiyle barışmak-karışmak adına, -zannederim- çok başarılı bir halk adamı olan İstanbul İl Başkanı'nın iknası ile türbanlılardan da bir adım daha ileri giderek çarşaflı kadınlarımıza rozet takar. Tabanına ters gelmez, tek sermâyeleri Atatürk olan Atatürkçülükten geçinen entellerine ters gelir! Milletin bütün kesimleriyle birlikte olmak mecbûriyetinde olan bir partiye; entelleri tarafından nedense ve nasıl bir mantık itirazıysa, varoşların ezilmişleriyle kıyâfetlerinden dolayı bir araya gelmek yasaklardan sayılır! Genel Başkanlık Sultası'nın önemli aktörlerinden olan Deniz Baykal; bu tenkîtlere -haklı olarak- kulaklarını kapatır, çarşaflılara rozet takar, ama siyâseten AKP'ye yarar!...
Hikâye bu ya; Buğday, Hac'ca gitmeğe niyetlenir. Kendisi Hac'da iken yerine vekâleten bakabilecek birini düşünür. Ve arpada karar kılarak ziyâretine gider. "Arpa Kardeş, ben nasipse Hac'ca gideceğim. Ben dönünceye kadar milletin ekmek ihtiyacını sen karşılayabilir misin?" diye rica eder. Arpa, biraz düşünür. Kendi unuyla buğday unu arasındaki farkın fakındadır. Ama Buğday da tatile değil, bir dînî farzı yerine getirmeğe niyetlidir. Fazla düşünmeden kabul eder. Buğday, büyük bir vicdan rahatlığı içinde Arpa'ya teşekkürler ederek ayrılır. Arpanın evinden biraz uzaklaşmışken; "Buğday Kardeş! Buğday Kardeş!" diye bir seslenmeye döner. Seslenen, nefes nefese peşinden koşan Arpa'dır. Yaklaşan Arpa; "Buğday Kardeş, ya millet ekmekten başka pasta isterse ne yapayım?" diye sorar!... Buğday, başını tevekkülle belli etmeden sallar ve; "Arpa Kardeş, hele sen bir ekmekliği becer, pastaya sıra gelinceye kadar ben dönerim." der...
Aslında AKP'nin, CHP'nin ve MHP'nin siyâsal olarak bir çâre olmadıklarının farkında bir seçmen olarak, Anadolu'da horoz döğüştürülürken söylenen; "Arpa, buğday! Dirik, dirik, dirik!..." tekerlemesinin tam zamanı ama!...
Kaybedilecek olan bu partilerin seçimleri değil! Kaybolan milletin zamanı ve maalesef devletimin istikbâli!...
Buğday, Hac'dan dönünceye kadar da olsa millet arpaya bi iltifât etse!... Kendilerini dünyanın merkezi zanneden; yanlış yorumlanan siyâsetin, başarı/sızlık/larından dolayı ödüllendirdiği bu Genel başkanlara bi hadlerini bildirse, vallahi buğday Hac'dan döndüğünde her sofrada pasta olacak ta... Ya millet olarak biz demokrasiyi özümseyemedik, ya da bu genel başkanların hiç biri demokrat değil!...
Yoksa demokrasilerde çâre mi tükenirmiş?
"BANA YOL GÖSTEREN BENDEN OLMALI
OLAMAZ TÜRK'E BAŞ 'TÜRK'ÜM! DEMEYEN."
Selâm, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Kasım 24, 2008

GAZETECİLİĞİN NÂMÛSU...

"Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satıyım!"
Şimdi Ankara'da olmak, tanıdık AKP'li kurmaylara yalakalıklarla, gizli pazarlıklarla günü kotarmak, şahsi ikbâli ve parayı yakalamak varmış!
Yandaş medya ve basında, dolgun dolgun maaşlarla çalışıp, ekran ekran endam sergilemenin yolunu öğrendim galiba sonunda!...
Yapmadığım bir iş yaptım. Tayyar Şafak okudum! Tayyar Şafak; adı kadar dişli çıkamayan Dişli'nin, Sanem Altan'la yaptığı konuşmayı işlemiş! Becerebildiğince de dişsiz Dişli'yi tehdît ederek dişlemiş gûya!...
Kopyala-yapıştır şeklinde olmadığı için aylardır yayımlanmasını beklediğim kitabıma ve Bilgeoğuz yayınevi'ne de atıf yaparak izninizle, becerebilirsem bir iki kopyala-yapıştır yapacağım.
Tayyar Şafak yazısında; "AK Parti İstanbul Milletvekili Şaban Dişli hakkındaki iddiaları biliyorsunuz." diye girmiş konuya ama bu cümleden önce; "Önce dişini çürüttüler sonra dolgu yaptılar!" demiş!...
Kopyalamaya devam; "Dün baktım, Dişli, Vatan Gazetesi'nden Sanem Altan'a konuşmuş. Dişli'nin açıklamalarından oluşturulan başlık şöyle: 'Bu hesabı sadece ben değil Alman usulü herkes ödeyecek.' Sanki çürük dişe 'dolgu' yapılmış, bir nevi, 'aba altından sopa' hali... Gerçi bunda garip bir durum yok. Şaban Dişli, Aydın Doğan'ın eskiden 'duygusal' danışmanıydı. .... Neyse, lafı daha fazla uzatmanın manası yok, Dişli'ye tavsiyem şudur: Eveleme, geveleme. Ne biliyorsan çık anlat, anlat ki, bu millet gerçekleri öğrensin. Sakın ha, şantaj psikolojisine kapılma..." dedikten, taraftarlığını da belli etmeden belirttikten sonra dişsiz çıkan Dişli'ye aba altından da değil, apaçık sopasını göstermiş! Sekiz başlıkta Dişli'ye sorular yöneltmiş.İşte sorular:
"1- Kılıçdaroğlu'nun basın toplantısından sonra hangi medya patronunu aradınız?
2- Görüştüğünüz medya patronu size ne söyledi?
3- O patron için danışmanlık yaparken ücret aldınız mı, aldıysanız ne kadar?
4- O patronun banka satın almasında rolünüz oldu mu?
5- Yardım için hangi yüksek tirajlı gazetenin genel yayın yönetmenini aradınız?
6- Çırpınırken medet umduğunuz bir gazeteci damadı oldu mu?
7- Vatan'a yaptığınız açıklamada, 'Tayyip Bey istifamı istemedi, bunların deli saçması olduğunu söyledi' derken yalan söylediğinizi düşünüyor musunuz?
8- Başbakanın size ne söylediğini, sizin bana aktardığınız cümlelerle yazmamı ister misiniz?"
Bir kişinin, yandaş gazeteci kimliği ile bir siyâsiyi nasıl tehdit edebileceğinin tarihi vesikası olabilecek türden soruları, millî vicdanlara havale ederken, ben de Tayyar Şafak'a bir iki soru sormak durumundayım:
İktidar Partisi'nin Genel Başkan Yardımcılığı gibi çok mesûliyet isteyen bir yerde görev yapan bir siyâsi hakkında, böyle müthiş bilgileriniz vardı da, neden milletle paylaşmadınız? Dişli'nin istifasından önce Başbakan'ın söylediklerini madem ki bizzat Dişli'den dinlemiştiniz, neden kamu oyuyla paylaşmadınız? Şimdi adamı, kendi sözleriyle tehdit ederek susturmak değilse, bu davranışınızın bir adı var mıdır? Gazeteci olmadığım ve galiba olamayacağım için ben bilemiyorum!...
Aydın Doğan'la Dişli arasındaki organik bağlardan bu kadar haberdar bir gazeteci olarak, bir medya patronuna danışmanlık yaptığını bildiğiniz ve anladığım kadarıyla bir medya patronunun banka almasında, dahlini-katkısını bildiğiniz halde, bu güne kadar neden milletten sakladınız? Yayınlanmaması ricasıyla söylenmiş idiyse, şimdi bu yaptığınızın adı nedir? Bu mudur millet adına gazetecilik? Bu mudur sizin entel jargonunuzla etik?
Bu mudur gazeteciliğin ahlâkı ve vicdânî nâmûsu?
Kendi sözüyle de bitireyim; "Eveleme, geveleme. Ne biliyorsan çık anlat anlat ki, bu millet gerçekleri öğrensin. Sakın ha, şantaj psikolojisine kapılma..."
Bir uyarı da benden: Sakın haaaa sakııın!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

İNEMEYECEĞİN YERE ÇIKMA!...

Anam, yani Annem; "Gülümsemeyen yüzden, ağlamayan gözden korkulur!" derdi hep!...
Sözün benzerini, nerdeyse aynı anlama gelen bir şeklini, Urfalı bir Ana'nın da söylediğini duydum; "Ağlayan gözden, gülen yüzden zarar gelmez." demiş o Urfalı Ana da... Alternatifsiz ses olarak beğendiğim ve sesinden dolayı mutlaka dinlediğim, İbrahim Tatlıses söyledi. Anası Urfa'da öyle dermiş... Sağsa ellerinden öpüyorum, değilse sonsuz rahmetler dilerim... İbo'yu da tebrik ediyorum tabi...
"Doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle, sünnisiyle alevisiyle Türkiye bir bütündür." diyerek ömür tamamlayan Alparslan Türkeş'i hatırladım bu iki ana sözüyle...
"Türkiye'nin; cumhurbaşkanından genel ev kadınına kadar insanının meselesi, meselemizdir." Diyen Alparslan Türkeş'i hatırladım...
"Onlar ne kadar Kürtse ben de o kadar Kürdüm, ben ne kadar Türksem onlar da o kadar Türk'tür." diye yüz yılın tarifini yapan Bilge Türk'ü, Başbuğum'u hatırladım...
Urfalı anayla anamın sözünün müthiş benzerliğiyle; "Ne mutlu Türk'üm diyene." diye halkları milletleştirmeye soyunan Muhteşem Türk'ü ve son 50 yılın Bağbuğu, Alparslan Türkeş'i hatırladım...
Halkları milletleştirmeyi ülkü edinmiş bu düşünce ve tavırlarla, "Ya sev ya terk et." kolaycılığını mukayeseye tenezzül bile etmem!...
Bölünmez bütünlüğümüzü hedefleyen, emperyalistlere yakınlaşmayı mahâret ve akıllılık sayan ve onlarla müttefikliği ilm-i siyâsetten sayan akılları teslim olmuş, vicdanlarının eline beyaz bayrak almış teslimiyetçilerle; bu ana sözlerini, Atatürk'ün tavrını ve Alparslan Türkeş'in sözünü mukayese edince; "Ağlanacak hâlimize güldüğümüzü" bir daha anladım!...
Yok öyle bolluk! "Ya sevecekler, ya terk edecekler!..." miş!...
Ya sevecekler, ya da sevecekler, ya da devlete baş eğecekler. Ne mutlu Türk olana değil, "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyenleri; baş tacımız, göz bebeğimiz etmeğe; cumhurbaşkanlığına, genel kurmay başkanlığına, başbakanlığa, bakanlıklara, vergi rekortmenliklerine taşırız ve asla yüksünmeyiz ama; "Türk değilim, Türkiye'den ayrılacağım!" diye demokratlaşarak hayal kuranlarada: "Akıllı olun! Aklınızı başınıza getirmek için sizi yargılarız. Yasalarımız ne ceza veriyorsa uygularız. Demokrasiden istifade kurnazlığına devam da ısrar ederseniz biz de demokratik haklarımızı kullanarak idamı geri getirecek bir yönetim seçeriz ve sizin kellenizi a-lı-rız! Ne bir çakıl taşımızdan, ne de bir Kürdümüz'ün tırnağından vaz geçmek gibi bir düşüncemiz yok! Çünkü biz Türk Milletiyiz, çünkü biz Türkiye Cumhuriyetiyiz, Türk devletiyiz..." deriz.
"Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta ikisinin ortasına insanoğlu koyuldu. Atam Bumin Kağan başlarına han olarak oturtuldu. Atam Bumin kağan; ulusları bir araya topladı Budun etti. Yoksulu bay etti. Başlıya baş eğdirdi, dizliye diz çöktürdü. ... Türk Budun, ökün!" diye tarihi taşlara kazıyarak bırakan atalarımızdan; halkları toplayarak milletleştirme teamülünü, eksiksiz aldığımızdan eminiz. Bu yüzden Muhteşem Türk; "Ne mutlu Türk'üm diyene." diye şifrelemiş, bu yüzden; "Kendimizi onlar kadar Kürt, onları da bizim kadar Türk sayarız." düstûrunu kabullenmişiz.
Siyâsilerimizin onlarca yıllık basîretsizlikleri yüzünden; alt-üst kimlik vehimleriyle, demokrasiyi araç kullanma kurnazlıklarıyla ilgilenmiyor görünsek te bilinsin ki ilgiliyiz. Türk sabrıyla, devletli millet vakarıyla akılların başlara gelmesini beklemekteyiz. Yoksa 10.000 yıllık teâmüllerimizle biz akıllarını başlarına getirir bir daha başlıya baş eğdirir, dizliye diz çöktürürüz!... Belki itten korkanlarımız vardır ama, kapı köpeğinden korkan çocuk bile görülmemiştir.
Demokrasiyi araç olarak kullandığını zanneden kurnazlara da hiç bir te'vil yolu bırakmadan; "İnemeyeceğin yere çıkma!" Türk ata sözünü hatırlatırız. Bu da Türk'ün diplomasisidir vesselâm...
"Bana yol gösteren benden olmalı / Olamaz Türk'e baş, 'Türk'üm.' demeyen."
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Kasım 23, 2008

ARAMASAM DA VARDI, BABAMDI...

Ben, bir babayım! Hatta büyük babayım, dedeyim hatta!...
Bütün babalığımla, bütün dedeliğimle, bütün evlâtlığımla Babam'ı özledim. En sevdiği oyuncağını arayan yaramaz çocuk gibi; doymadan ağzından memesi alınmış bebe gibi; kuzusuna meleyen koyun misâli; göğsünden kurşunlanmış bağrı yanığın suya hasreti misâli; çölde Mecnûnca, dağda Ferhatça, şehirlerde Keremce arıyorum, aranıyorum!...
"Sana baba ne lâzım be Hoca?" diyen sesleri, duyar gibiyim!...
Babam, asıl bana lâzım erenler! Baba asıl benim gibi babasının ölümüyle babalaşmaya gayret eden, babalaşamayanlara lâzım!...
Yıllarca dert yandım O'na! Yıllarca her şeyi, her kesi şikâyet ettim! Gücünün yetip yetmeyeceğini sorgulamadım bile! Cumhurbaşkanını da, başbakanı da, genel kurmay başkanını da şikâyet ettim O'na!... Hiç bir şey yapmayacaktı bilirdim! Hiç bir şey yapamayacaktı bilirdim! Ama şikâyetimi en doğru adrese yaptığımın rahatlığıyla cesâretlenirdim...
Dinlerdi beni Babam. Dinlerdi Benim Babam. "Allah var, ne gam var oğlum?" derdi veeee bütün dertler biterdi!... Sıkıntım anında azalır veya taşınır hâle girerdi!...
Şimdi ne yapmalıyım? Bir Rus yazar; "Erkeğin erkekliği, babasının ölümüyle başlar." demiş. Taaaa lise çağlarımdan, çakılıp kalmış aklımda. Ve Babam ölünceye kadar da hiç aklıma gelmemişti!
Babam ve ölüm!... O kadar birbirine yabancı, o kadar birbirine yakışmayan gerçeklerdi ki!...
Bir insana ölümün bu kadar yakışabileceğini de Babam'da gördüm hayret ederek! Hem Babam'ın ölümüne, hem ölümüyle bile küçülmemesine hayretler etmiştim!...
Tek başıma kalıncaya kadar,bütün kalabalıktan uzaklaşarak Babam'ın çok sevdiği, Bacıoğlu Yaylası yoluna çıkarak, Mevlâm'la başbaşa kalıncaya kadar ağlayamamıştım bile!...
Artık ağlamam da çok kolaylaştı! Siyah beyaz Türk filimlerinde bile ağlayabiliyorum ve Babam'ın neden o kadar kolay göz yaşı dökebildiğini anlayabiliyorum!
Öfkesine sebep olan yürek yangınını söndürüyormuş! Her damla göz yaşını, geride bırakacaklarına mürekkep ediyormuş, bir şeyler bırakıyormuş!
Hastaydı Babam. Tıbbın dediğine göre dayanılması en zor ağrılarla muhataptı. Akciğer kanserinin lânet ağrısıyla başbaşaydı ve inlemezdi!... "Off" demezdi! "Afff!" derdi bazen, bizler üzülmeyelim diye yüzünü bile ekşitmeden!... Yanında hastalığından dolayı inleyen Annem'e kızardı, olgun olgun; "Be Kadın! Of'layınca ağrın mı geçecek? Allah desene! Af desene!" diye öğütlerdi bütün ağrısına rağmen erliğiyle...
Annemin de; Babam'a -o hasta halinde bile- naz ettiğini anladım Babamsız geçen yıllar içinde! Annem, hiç birimize, hiç bir evlâdına Babam'a nazlandığı gibi nazlanmadı! Nazlanmaya kalksa ne yapardık onu da bilemem!...
Anam hasta, Babam yok! Ve ben babayım dediğim gibi. Hatta büyük baba, dedeyim hatta! Bana baba ne lâzım değil mi?!!!
Vallahi baba asıl bana lâzım! Baba, asıl bizim yaşımızdakilere lâzım! Çünkü artık isteklerimle çocuklarımı, huysuzluğumla karımı, öfkemle dostlarımı kırar oldum galiba!...
Oysa yıllar yılı Babam; ne isteklerimden, ne huysuzluklarımdan, ne de öfkelerimden bıkmamıştı! Aylarca, yıllarca cezaevleri önlerinde, mahkemelerde; tavassut için dost ziyâretlerinde cebelleşen, zorundan terleyen Babam, bir gün bile; "Ööööf be!" dememişti...
Dinlemişti şikâyetlerimi. Çâre olamamışsa bile, çâre olamayacağını bilmiş olsam bile içimin zehrine siper etmişti sabrını!...
Öyle ihtiyâcım var ki! Öyle özledim ki Baba!...
Fatih Kısaparmağ'ın, klasikleşeceğine emin olduğum; "Bu adam benim Babam" şarkısıyla, esti yüreğim. Titredi ayazda kalmış ıslak kedi misali duygularım... Allah(c.c.) rahmetler etsin Babam. Ol Güzel Rabb'im, taksirâtını affetsin. Peygamber Efendimiz(s.a.v.)'e komşu ol Baba... Bütün babalara da rahmetler olsun...
Yarama bağdı. Arkamda dağdı. Ne zaman ararsam vardı. O adam, benim Babam'dı...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Kasım 22, 2008

"EGEMENLİK PAYLAŞILIR MI?"

Bize demokrasi diye dayatılan, yutturulmaya çalışılan şeyle boşuna kavga etmiyormuşum!
Erzurum'da yerel gazetede yazdığım günlerde; "Memleketin bir Türk partisine ihtiyacı var." mealinde bir yazı yazmış ve uyarılmıştım. Yasalara saygımızdan ve büyüklerimize karşı edebimizden ısrarcı olamamıştım.
Aksakallarımızdan, varlığıyla müftehır olduğum kanaat önderlerimizden, ağabeylerimden, Sayın Sadi Somuncuoğlu'nun; "Hemen soralım, demokrasilerde etnik parti olur mu? Kesin cevabı hayır." vurucu cümlesiyle başlayan makalesini, içercesine okudum.
"Ayrıca ırk, etnisite, din, felsefi gibi kümeler, sosyal kurumları oluşmadığından, yani milletleşemedikleri için, sen-ben zıtlaşmasına, kışkırtmaya ve çatışmaya kolayca düşerler."
"Bundan dolayı, milli devletlerde ve demokrasilerde, etnik parti, küme partisi olamaz. Millete ait olan egemenliğin paylaşılmasından söz edilemez. Mesela; 72.5 milletten oluşan ABD’de etnik parti yoktur. İngiltere, Fransa, Almanya, Yunanistan, İspanya vb ülkelerde etnik parti yoktur, kurulamaz. Egemenlik paylaşılamaz." tesbitini; hem kendimi teselli, hem birilerine uyarı olsun diye kopyalarken hem de hafızama kaydedeyim diye defalarca okudum.
72,5 milletten oluşan ABD'de etnik parti yok ama bizde var! Çünkü bizde demokrasi var! Dünya demokrasisinin savunuculuğuna soyunmuş ve Irak'a demokrasi getiren(!) ABD'de idam var. ABD'nin demokrasi getirdiği Irak'ta da idam var ama bizde yok! Çünkü bizde demokrasi var!...
Çarıklı erkân-ı harple, ak sakallarımızla yaptığım sohbetlerimizdeki tesbitimle: Devletler arası çekişmelerde gücü yetmeyenin yaptığının adı diplomasi; bağımsızlığını layıkıyla yaşayamayan hükümetlerce, emperyalist devletlere karşı ifâde vermenin adı da demokrasi her halde!...
Eğer arkanda emperyalist Haçlı varsa, bağımsız bir dünya devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde, bölücülüğü meşrû kılmak için etnik parti kurmak demokratlık! Ama milliyetçilik yapmak, bölünmez devlet inancını savunmak, etnik-şövenist partilere itiraz etmek, demokrasi dışı!...
Her bölücülüğe, her ihânete, her şövenizme-faşizme bu demokrasi denen acziyette yer var ama Türk Milliyetçiliğine, "Ne mutlu Türk'üm diyene." demeğe cevâz yok!...
Bilge Ağabeyim Sadi Somuncuoğlu; "Evet tekrarlayalım, çağdaş hukukta millete ait olan egemenlik paylaşılamaz, etnisite, ırk gibi topluluklar parti kuramaz. Bütün haklar, ödevler ve sorumluluklar, kökenleri ne olursa olsun eşit birey esasına göre düzenlenmiştir." şeklinde demokrasiyi tarif ederken elbette nerelere ders verdiğinin de farkında...
"..... Neticede, aynı dinin, aynı devletin, aynı tarihin, aynı kültürün mensupları, aynı kazanda kaynayarak bütünleştiler, aynı milletten oldular. Bunun değerini bilmeyenler var. İşte PKK vahşeti. ... Bir benzeri de Irak’ta kukla yönetimin başında. O da zalim, halka zulmediyor. İkisinin efendisi de aynı. Şu kadere bakın, dün Bizans’ın zulmü vardı, bugün Haçlıların. Hem de kendi çocuklarının eliyle. Hainlik daima olmuş da işleri bitinceye kadar. Kendi milletine ihanet edene, kim inanır ve hayat hakkı tanır ki?" tesbitinin üzerine söz söylenebilir mi?
Vay demokrasiymiş, yok insan haklarıymış, devletler arası diplomasiymiş, falanmış, fismekânmış!... Kurban olsunlar; "Bağımsızlık karakterimdir." diye milletliği inşa ederek gidene...
"Bana yol gösteren benden olmalı/ Olamaz Türk'e baş, 'Türk'üm' demeyen" diye şerh düşen Ziya Gökalp'e de bir daha rahmet, bin daha şükran...
Şükürler olsun ki varsın Sadi Ağabey...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

HAKK'IN HUKUKU...

Adımımca fersâha, "Küçüktür!" derken
Bir baktım, bir santim gitmemişim ben!
Çıkmazlar önümde açık beklerken
Nasıl olmuş ise yitmemişim ben!...

Felekler kavrayıp ânında beni
Ömrümün ellili donunda beni
İkbâlli kucaklar beklerken beni
Üşümüş, titremiş gitmemişim ben!...

Umutlar kurmuşum Ülküm üstüne
Bilerek gülmüşüm ömrüm kastine
Hayaller yükleyip gönlüm destine
Umana hiç küfür etmemişim ben!...

Yakmışım gönlümü alevli korda
Ateş yüreğimde, rüzgârım nerde?
Kolayı arayıp müşkülde zorda
Yolda yoldaşımı satmamışım ben... (27 Mayıs 1996-İzmir)

Kaf Dağı'ndan kar gelmiş, fener ışığında ihsân olarak dağıtılmış mış!...
Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, Genel Kurmay Başkanı'na, millî değerlerimize, kimliğimize, millî karakterimize, dinimize, Peygamberimiz(s.a.v.)'e, Kelime-i tevhîdimize olmadık saldırılar, olmadık iftirâlar yapılabiliniyor ve bunun adı demokratlık oluyor da; isim benzerliğinden çok fazla alâkalı olduğunu demokrat(!) basından öğrendiğim bir derneğe dilimiz dokununca, hukuk şahlanıyor!
Yasama savunmasız, Ordu'm savunmasız, Atatürkümüz'e her şey demek, devletimizin-milletimizin aleyhinde her şeyi yapmak demokratlık ve serbest ama bir derneğe dilimiz değdi mi yasalar ayakta! Olmadı! Olamaz da!...
Beğler; bir hukukun hakkı, bir de Hakk'ın hukuku vardır! Hukuk adamı, Hakk'ın hukukunu aklından çıkarmazsa adâlete yakın olur. Yoksa; avukata neden ihtiyaç duyduğunu anlamakta sıkıntı çektiğim, kendi deyimleriyle bir "Hayır Kurumu"ndan alınan ücretle yapılan, isnâtsız savunma adındaki saldırılarla hukuk adamlığı olmaz!
Bahse konu "Deniz Feneri Derneği" ile Almanya'daki derneğin sadece isim benzerliğini hadi kabul edelim. Hukûken öyle tarifli çünkü! Yıllardır, yöneticilerinin Türkiye'de olduğu söylenen Almanya'daki derneğe, isminizi kullandıkları için niye itiraz etmediniz? Hukukun bu konuda yaptırımı yok mu?. Bu sükûtu ikrârdan kabul eden ben mi suçluyum şimdi?
Birileri; "Millet, aslanlar gibi yardım etmeğe devam edecektir." ; "Kendim ısırır, köpeklere yalatmam!" diye ölümüne sahiplenirken, ben de; "Deniz Feneri Derneği'nin Ankara Pursaklar'daki hizmet binâsının ihtişamından rahatsız oldum." demeğe devam edeceğim!Hayırsever insanlar gibi, hayır kurumlarının da mütevâziliği şarttır! Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesidir doğru olan. Yardımın reklâmı olmaz! Bu, ahlâki ve imâni bir ölçüdür. Adı ne olursa olsun, hayır amaçlı kurumlardaki isrâftan, lüksten, rahatsızım. Her kesin de rahatsız olduğundan da eminim.
Yazıma itiraz eden Hukukçu Kardeşim'den ricam; lütfen derneğin kayıtlarına bakarak kaç kere arandığıma bakarlar mı? Hakk'ın hukukuna inanan bir hukukçu olarak kaç kere arandığımı lûtfedip bana da bildirirler mi? Lâzım olacağına ihtimâl vermediğim için kaydetmedim de...
"VE TEVEKKEL A'LALLAH"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Kasım 21, 2008

BİR BELÂLI BAŞ!...

21.yy.da Türk kadınına Cumhuriyetin kazandırdığı, Mahzuni'nin; "Bir belâlı baştan gayrı nem kaldı?" türküsü oldu!...
Bu ne belâlı bir başmış? Örtsen irticacı-mürteci, örtmesen dinsiz eder insanı!
Bu ne müthiş bir belâ veya ne güçlü bir kurtarıcıymış ki; dünya ekonomik krizle boğuşuyor, ilk defa Başbakanımız, bir tefeci kuruluş olan IMF ile görüşmek üzere ayaklarına gidiyor; her gün şehidimiz var, hemen her gün bir vatandaşımız işsizlik veya borçları yüzünden intihar ediyor, şehirlerimizde dağ kanunları geçerli; namuslu-münevver vatandaşlar sokak zorbalarına emânet ama, kimsenin umurunda değil!...
Varsa yoksa; kadınlarımızın başı, başlarının örtüsü!...
Bu ne ulaşılmaz bir güç, ne bulaşılmaz bir illetmiş! Siyâsiler tarafından zorla türbanlaştırılan baş örtüsü, artık siyâsetin istikbâli! Türbanlıları partine kaydedersen, onların da seçme-seçilme haklarının olduğunu hiç yüksünmeden kabullenerek rozet takarsan, "Cumhuriyet'e takıyye" yaptırırsın; "AKP'ye, MHP'ye, DYP'ye, ANAP'a oy verince oluyor da CHP'ye oy verince neden olmuyor?" diye sorarsan laikliğe ihânet etmiş sayılırsın!...
Dert te kadınlarımızın başı, çare de!...
Bu ne kimliksiz, maskeli, görünmez bir eşkiyaymış! Bu ne yenilmez, bu ne güç yetmez bir teröristmiş! PKK'yı da unutturdu, DTP'yi de! Anayasa mahkemesi Başkanı'nın sözlerini de bastırdı krizi de, açlığı da, yokluğu da!...
Allah aşkına bu traji komik davranışlar bitsin artık! Bu kadar, Aziz Nesin tarifine gönüllülük olamaz!
Anadolu'da, "Klâsik Paşacı" tarifli CHP'li aileler bilirim. İçlerinden, çok samimi arkadaşlarım, hatta dostlarım var. Daha da ileri giderek gençlik yıllarımızda ben ve arkadaşlarım, milliyetçi kimliğimizle sabahlara kadar rakı içerken; beş vakit namazlı, CHP'li emsallerimi hatırlarım! Çok gariptir ve müthiş bir yanlıştır ki; ben ve beraber alkol aldığım arkadaşlarım müslüman, beş vakit namaz kılmalarına rağmen sadece CHP'li oldukları için o insanlar, komunistti! Kulakları çınlasın!...
Bir sûni girdapta çırpınıp duruyoruz! Bir kısım ülkücü kanaat önderi, yıllarca emek verdiği, bir ömür hasrettiği ve ikballerin hibe edildiği partisine ve ocaklarına giremezken, partinin Genel Başkanı'na muhalefetin adı, en yumuşak haliyle hain!
CHP'nin kurmay kanaat önderlerinden sayılabilecek yazar-çizerler; yapılanın doğru olduğunu ama yapana yani Baykal'a inanmadıklarını söyleyerek muhalefete devam ettiklerini zannediyorlar! Belki de zamanlama yanlış seçildiği için Baykal'ın yaptığı inandırıcı değil ama, asla yanlış ta değil! Hatta çok geç kalmış bir doğru iş! Lâkin, CHP'li solcu kanaat önderlerine göre Baykal takıyyeci!...
Altmışa yakın parti var, ortada parti yok! Sağcılık, solculuk, ülkücülük, devrimcilik, ümmetçilik, liberallik, ortacılık, merkezcilik, karma karışık! Seçmen renksiz! Kimsenin adresi ve yeri sabit değil!...
Beğler! Bu memleketin mütedeyyin inançlılarıyla; devletine-milletine sadık işsiz, aç, evlerine mahkûm nüfus ile artık her kesin farkında olduğu ve sevdiği, devlete-millete sadık, yasalara uyan Kürt vatandaşlarımızla barışamayan; bu üç çok önemli, yoğun nüfusla kucaklaşamayan hiç bir siyâsetin ve siyâsinin geleceği yoktur!...
Suçluları, adalete-yasalara; dış saldırıları engellemeyi, sınırların korunmasını Türk Silâhlı Kuvvetlerine; asayişi ve teröristi güvenlik güçlerine havale ederek toplumun her kademesiyle aynı muhabbetle, kucaklayıcılıkla ve caydırıcılıkla buluşamayan hiç bir hükümetin inandırıcılığı yoktur! Sandıklardan kerhen çıkacak sonuçlarla da korkarım felâketimize bir adım daha yaklaşırız!...
Artık hangi partinin kazanıp, hangi partinin kaybedeceği çok ta umurumuzda değil! Her halûkârda kaybeden millet, yaralanan devlet otoritesi olacak olduktan sonra, neyimize lâzım önümüze gelecek olan sandık? "Sevsinler" böyle demokratlığı da, böyle sandığı da!
Nasılsa siyâsetin bittiği yerde, türban var! Nasılsa her sıkıştığımızda, her kıyamet koptuğunda; analarımızın, bacılarımızın, eşlerimizin başını önümüze alıp erkekleşiyoruz ya din adına, millet adına; halk adına, halkçılık adına!...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Kasım 19, 2008

VATAN SAĞ OLSUN ELBETTE!...

Milletim, Devletim, Ordum; başımız sağ olsun! Ağrı'da ve hemen peşine Diyarbakır'da şehit düşen Mehmetçiklerimiz'in ailelerine sabır ve metânet dilerim.
Türk Milleti olarak sıkıldık artık! "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyenler olarak sıkıldık artık!
Bu insan hakları havariliğinden de, hatta bu namert insan haklarından da, bu insan hakları maskesi arkasına saklanan sahte, demokrasi haini canilerden de sıkıldık, bıktık, iğrendik!
Dağdaki düşman değil suçluymuş! Ne suçlusu Kardeşim? Düşmanın dik alası! Sen İmralı'ya hapsettiğini söyleyerek milleti kandırdığın, terörist başı alçağı kontrol ettin mi, edebildin mi ki suçlu-düşman târifi yapar oldun!...
Sen; koca bir adayı emrine tahsis ettiğin bebek katili psikopatın, oradan kitap yazıp bastırmasını kontrol ettin mi, edebildin mi ki suçlu-düşman tefrîkindesin!...
Yanan yürekler, Türk'üm diyenlerin yürekleri!
Sönen ocaklar, "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyenlerin ocağı!...
Hiç birinin çocuğunun okyanus ötesinde mal-mülkleri, hiç birinin çocuğunun çocuk yaşta gemicikleri yok! Ve hiç bir şehidin ana-babası; "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." diye ahkâm keserken çocuğuna çürük raporu almamıştır! Alsa tabut omuzlamaz, "Vatan sağ olsun." deyip içine ağlamaz! Sarasını saklayarak askere giden ve geçirdiği sara nöbetinde şehadete ulaşan çocuklarımızın yaraları taptaze daha!...
Yeter artık! Yetsin artık!
Dünyanın sayılı ordularından olan Türk Silahlı Kuvvetlerimiz'in prestiji ile bu kadar oynatmaya hiç kimsenin hakkı olmamalı!...
Yasaysa yasa! Çıkarın artık! Sınır ötesi oyalamalarıyla çocuklarımızı sınır ötesine gönderirken, sınır içindeki bu baş kaldırıyı bitirttirin artık! Sıkı Yönetimse sıkı yönetim, olağanüstü halse olağanüstü hal! Çıkarın yetkiyi! Verin kontrolü Türk Silahlı Kuvvetlerine ve bakın bakalım bitiyor mu bitmiyor mu?
Uzaktan, nokta atışla, kanas denen suikast silahıyla, subaylarımız hedef alınıyor artık! Bu size hâlâ bir şey söylemiyor mu?
Elbette Mehmetçik öldürmeyle bitmez! Elbette sadece Çanakkale'de 253.000 kişi olarak ölmeği ve böylece devleti-milleti yaşatmayı başarmış bu Şanlı Ordu, bir kaç şehitle demoralize olmaz! Çocukları şehid oluyor diye hiç bir ana-baba çocuğuna çürük raporu almaya tenezzül ve tevessül etmez! Ama yeter artık! Yetsin artık!...
Güvenlik güçlerinin, ordu mensuplarının bile sınırları içinde yaşama haklarına kast edilen bir ülkede, insan hakları arkasına saklanamazsınız! Canımıza kast eden böyle kahpe bir hakka ihtiyacımız yok!
Bir kilometreden, kahpece subaylarımızı hedef alan, yollara kurdukları kahpece mayınlı tuzaklarla çocuklarımıza kast eden ve asıl amaçları Türk Silâhlı Kuvvetlerine, dolayısıyla devletimize prestij kaybı tarifi yaptırmak olan bu alçak oyuna artık erkekçe-Türkçe-Atatürkçe cevap verin!...
Öyle "Dolma Kalemler"in, uzaktan kumandalı rüzgâr güllerinin, ipleri başkalarında olan siyâsi topaçların senaryo rollerine; Mehmetçiğimizi, evlâtlarımızı, subaylarımızı kurban vermeyin, verdirmeyin!
Ordumuza; milletin size verdiği yetkiyi hakkıyla kullanarak meseleyi bitirme görevini verin ve kenara çekilin! Bakalım Başbakan'a "Gelme!" tehdidinde bulunacak kimse kalacak mı? Bakalım; gündüz korucu, gece PKK'lı terörist kalacak mı? Bakalım; bir daha Diyarbakır'da bir alçak hacker'da gizli bilgiler bulunabilecek mi?
Milleti, milletin vekillerini, bürokratları, vatanseverleri dinlemekten-dinletmekten-tele kulakçılıktan vaz geçin! Asıl işinizi yapın! Yapacağınız çok zor bir iş te değil! Sadece milletten aldığınız yetkiyle Ordumuzu, bu lânet saldırıları ve mel'un saldırganları bitirmekle görevlendireceksiniz!
Yok; İnsan haklarıymış, yok; "Kan uykusundan uyanmak"mış, yok; "Kan kanla yıkanmaz"mış!...
Kana kan! Cana can beeeee!
Ve bizim istediğimiz; diğer namertlerin, sahte demokratik kalleş katillerin yaptığı gibi silaha sarılmak, dağa çıkmak falan da değil! Meşrû güçlerimizin, meşrû savunmamızı yapmak üzere, sınırlarımız içinde ve dışında huzûru tesis etmeleri için kesin yetki ile görevlendirilmesi!
Allah korusun Ordumuz'un gücü yetmezse, iş başa düşmüştür demektir ki o zaman da; "Kan uykusundan" nasıl uyanılırmış "suçlu"lar da görür, düşmanlar da, insan hakları havarileri de!...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Kasım 18, 2008

GÜCÜ YETEN YETENE!...

Balasagunlu Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'inden fırsat buldukça istifadeye çalışırım. Edebiyat Öğretmeni Kürşat EFE'nin günümüz Türkçesine çevirdiği ve nesir olarak yayımladığı son halini ise elimden bırakmıyorum dersem yeridir.
Yazılarımda bir kaç kere kullandığım, sohbetlerimde dilimden düşürmediğim, Kutadgu Bilig'den olan misâlimi, bu kere de Kürşat EFE'nin hazırladığı kitaptan alıntılayacağım. Övülmüş(Ögdilmiş), Hükümdara öğüt vermektedir: "Sana bağlı olan halkın senin üzerinde üç hakkı vardır; bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme. Birincisi: Memleketinde gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru. İkincisi: halkı âdil kanunlarla idare et; birinin diğerini zorlamaya kalkışmasına meydan verme, onları koru. Üçüncüsü: Bütün yolları emin tut. Yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır. Böylece halkın hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan kendi hakkını isteyebilirsin. Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar."
Gecikmiş adâletin adâlet olmadığını aksine zûlüm olduğunu da biliriz. Dağda ve kırsalda, -son zamanlarda maalesef- metropollerimizin sokaklarında teröriste teslim olmuş bir asayiş; teröristin ihmal ettiği yerlerde sokak eşkiyalarına, sokak zorbalarına teslim olmuş, yetkileri kısıtlı kolluk güçleriyle huzur sağlanamıyor!
Bizzat bana intikâl ettirilerek destek istenen bir olay var.
İzmir'de; İlyas KENİ adında İş Bankası'ndan emekli bir vatandaşımız, araba park etme münakaşasıyla başlayan bir olaya kurban gidiyor! Bir şehir zorbası tarafından tartaklanınca şikâyetçi olan İlyas KENİ, şikâyetçi olduğu için şehir zorbası tarafından çok ağır şekilde sopalarla dövülerek cezalandırılıyor! Aylarca hastanelerde, tedavi edilmesine rağmen bu vatandaşımız maalesef kurtarılamıyor ve hayatını kaybediyor!...
Hastahanelerde mevzuat ve sosyal devletin vatandaşına verdiği kıymetle düz orantılı yaşanan trajik olaylar, apayrı bir yara! Geride kalan; okumuş-yazmış, gerçek mânâda -aydın değil- münevver görünümlü, gözü yaşlı bir aile ve bu ailenin yasalara, adâlete olan güvensizliği!...
Bu zâlimce sahipsizlik ve sokak eşkiyalarının uygulaması sonucu hayatını kaybeden vatandaşımızın kızı Hülya KENİ, aynı zamanda gazeteci, yani meslektaşımız, yani meselelere kendi zaviyesinden bakan ve müdahele etmeye çalışan bir insanımız! Maalesef bu kadar duyarlı bir vatandaş aile, sokak eşkiyalarına karşı savunmasız, tek başına ve sahipsiz!...
Yönetim erkinin, -Kutadgu Bilig'deki tarifiyle- dostunun dost, düşmanının düşman bellenmesi için şart olan yasaların âdil olması gereği, burada da görülmüyor, yok! Hani vaz geçilmezimiz huzur?... Ve bu ailenin maalesef pompalısı da yok!...
Başbakan'ın, sınırlarımız içindeki şehirlere gitmesini tehditle engellemek isteyen siyâsiler Meclis'teyken; yasalarımızın yeterli veya yetersiz bir şekilde cezalandırarak hapsettiği bir mahkûm, cezaevinden örgütünü ve bölücü siyâsetini yönlendiriyorken; ehven-i şer düşüncesiyle de olsa AKP'ye karşı tek çâre olarak görülen CHP de, genel merkezi ve yakın illerdeki kongreleriyle seçim alma hayalleriyle uğraşıyorken; en milliyetçi tarifli parti yönetimi, bölücülerle tokalaşarak renk tamamlayıcılık ve "farklılıkların farkında olarak ülke yönetimi" söylemiyle İmralı mahkûmuyla söylem birliği sağlıyorken; KENİ Ailesi ve şehir zorbalarına, eşkiya baskılarına, terörist tehditlerine muhatap vatandaşımızın seçmenliği ne kadar inandırıcı olur?
İzmir'de; Sivil Toplum Örgütleri'nden, Cumhuriyet savunucularından, İnsan Hakları savunucularından, demokrasi havarilerinden hiç kimse yok mu? KENİ Ailesi'ni böylesine bir zorbalıkla baş başa bırakan; kimin, kimlerin demokratlığı, cesâreti veya samimiyeti inandırıcı olur?
KENİ Ailesi ile telefonla da görüştüm. Bir araya gelerek meselenin varsa resmi evraklarla, nerelere intikâl ettirildiğini ve nelerin yapıldığını veya yapılmadığını öğrenmeğe niyetliyim. Gazeteci olduğu söylenen Hülya KENİ'yi, meslektaşları olarak yalnız bırakmayacağımızı belli etmeyi düşünüyorum.
Gücü yeten yetene tarifli orman kanunlarının geçerli olduğu görünümlü bir ülkede; demokrasi desek ne olur, seçimleri çâre görsek ne olur?
Yerel ve Yaygın Basın'dan sesime ses bekleyeceğim! Benim bu dâvetim; Okyanus Ötesi'ndeki seçim sonuçları için anırmak iddiasına girmeğe de benzemez!
Bakalım gücü yeten yetene mi?
Ya bu gün, ya da hiç bir zaman!...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN SÜTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Kasım 17, 2008

BEĞ'DEN BUYRUK MU VAR?...

Tarifsiz heyecanlandım!
Bendenizin bir gün önce; "Yaşasın Yeniden Türk Milliyetçiliği", "Yaşasın Türk Milliyetçileri" diye seslenmemin hemen ferdâsında, www.y-tm.com sitesinde okuduğum bir haberle kalbim duracak gibi oldu!
Prof.Dr.Ümit ÖZDAĞ; "Ben ülkücüyüm, yol arkadaşı değil! Bu can bu tende durdukça, bu baş bu bedende durdukça, ben kendimi Türklük davasına ve Türk-İslam ülküsüne, Atatürk-Türkeş çizgisine adamış bir Türk milliyetçisi olarak mücadeleme devam edeceğim." diyordu!
Devam ediyordu; "Tarih Bozkurtları gömememiştir, yok edememiştir. Büyük bir direnç gücü gösteren Bozkurtlar, en ağır yenilgileri sonunda zafere çevirmişlerdir. Bozkurtların ölümünü hep Bozkurtların daha güçlü dirilişi izlemiştir. Diğer bir ifade ile Türklüğün en sıkıştığı noktada Kürşad'ın ihtilâlcileri değişik isimlerle tarih sahnesine dönmüşlerdir." Türklüğün sıkıştığı noktada, değişik isimlerle tarih sahnesine çıkmak tarifinde, müthiş heyecanlandım!...
"Gün, diriliş günüdür. Gün, direniş günüdür. Gün, Kürşad'ın 40 ihtilalcisinin ruhunun taşıdığı ateşi içimizde yeniden yakma günüdür. Gün, "Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, sırtına Sakarya'nın Türk tarihi vurulur" ifadesinde ortaya konulduğu gibi, Sakarya'da Türk tarihini sırtlayan kahramanların gösterdiği kararlılığı gösterme günüdür." Şeklinde tamamlanan haberi okuduğumdaki hâlimi ifâdede yetersizim!
Kaç kere okudum, kaç kere kafamda yorumladım, kaç kere tarifsiz heyecanlandım anlatamam! Beğ'den buyruk mu vardı?!... Kaçıncı olduğunu bilemem ama son okuyuşumda gördüğüm dip notta, eski bir haberden alıntı olduğunu okuyunca nasıl bozulduğumu da tarif edemem!
"Değişik isimlerle tarih sahnesine çıkmak" ve "bir seçimle bozkurtların tarihten silinememesi" tariflerinin altına yüreğimle imza koyarak, günümüze uyarladım. Öyle tıpa tıp uydu ki!... Gönlüm; ehil bir Türk Lider'in önderliğinde, yeniden Üç Hilalli Bayrağın altındaki mücâdele hayâli ve hevesiyle öyle coştu ki!
Olamaz mı? Olmasına mâni, aşılması mümkün olmayan engeller mi var?
Hep bir yerde, hep bir tarzda, hep beraber durarak seslensek te sesimizi bir yerlere duyuramaz mıyız? Karşıdakiler, bu kadar mı sağırlar? İçlerinde zerre kadar geçmişten, ülküdaşlık adlı, ahd'el vefâ adlı duygudan eser kalmamış mıdır?
Ahmer ER büyüğümüzün sözleriyle; "Biz de sizdeniz! Biz de sizdeniz!" diye yırtınan Türk Beği'nin sesini, Yeniden Türk Milliyetçiliği sevdalısı ülkücülerin seslerini hiç mi duymazlar? Duymazlarsa kabahatli kim?
Türkiye'nin değil, Avrupa'nın en önemli stratejistlerinden sayılan bir ehil Türk Beği'ni, bu kadar görmezden gelmeğe kimin hakkı var? Ve kimin haddinedir?
Alt-üst kimlik vehmindeki aşağılık kompleklilere veya art niyetlilere, bölücü borazanlarına, ekranlarda sadece kendi kimliği ve duruşuyla koyduğu tavırlarıyla, ülkücülerin gönüllerinde özel ve güzel bir yer edinmiş bu Türk Beği'ni görmezden gelmeye, hangi insaf izin verir?
Bu kadar aymazlığın, bu kadar gafletin, bu kadar dalâletin hatta bu kadar millete ihânetin hesabını soracak, sorduracak bir yasa, bir töre, bir erk yok mudur? Bu memleket ve memleketin çâre adresleri hep böyle işgalcilerin elinde yanlış mı kullanılacaktır? Yok mudur bu işin bir demokratik çâresi? Hani demokrasilerde çâreler tükenmezdi? Bu demokrasi denen illetin bütün çâresizliği ülkücülere-vatanseverlere gelince mi tutar?
Bölücüye, haine, teröriste çâre olan, çâre üretilen demokraside Ülkücü Harekete de bir çâre yok mudur? Demokrasiden bu meseleye bir çâre çıkmazsa, ben ve benim gibi Türk Milliyetçilerinin demokrasiye bakışı değişirse, kim ne diyebilir?
Yaşasın YENİDEN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ!...
TANRI TÜRK'Ü KORUSUN...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

"BE BEĞİM!" VE "BEBEĞİM."

Azerbaycanlı bir şair; "Söz, bir gönülden kopar, bin gönülü hizaya sokar." diye, müthiş bir tarif yapmış.
Herkeste olur mu bilmem ama beni bazen bir söz, sadece bir kelime, koptuğu gönülün lezzetiyle koparır dünyadan! Keser ayaklarımı yerden uçurur! Hele bir de sözle söyleyen uyumluysa, aklım başıma gelinceye kadar kelimenin tam anlamıyla meczûp olurum!
Yine bir söz ve söyleyenle çok uyumlu bir söz, günlerdir aklımı aldı götürdü!
Kendisini, "Türk kadını" olarak tanımlayan bir yürek, zaten duruşuyla Türklüğünü haykıran bir Türk, bir seslenişinde; en tabii haliyle bir hitapta bulunmuş: "Be Beğim!..."
Aklım uçtu! Gönlüm şahlandı! Yüreğim kabardı! Hem Türk Kadını, hem anne, hem evinin sahibi ve de sözlerine bu kadar Türkçe hakim bir söz ustası!
Günlerdir sayısız karalama yaptım sadece bu söz üzerine. Olmadı! Bir türlü gönlümü titretişini, ifâde edemedim!...
Kadınsam, anaysam ve sevdalıysam
Bir "Bebeğim." derim, bir de "Be Beğim!"
Zayıfsam, güçlüysem, hele yalnızsam
Bir "Bebeğim." derim, bir de "Be Beğim!"

Madalyamdır nâmus, iffet ve ârım
Doğrunun olduğu her yerde varım.
Milletime Mehmetçikler doğarım;
Bir "Bebeğim." derim, bir de "Be Beğim!"

Ben olmasam kahramanlar olur mu?
İntikam alacak yiğit kalır mı?
Bir selâm göndersem acep alır mı?
Bir "Bebeğim." desem, bir de "Be Beğim!"

Diye şiirleştirmeğe uğraştım. Olmadı!
Bir kelime, biz söz, söyleyen ağızda, koptuğu gönülde, yoğrulduğu yürekte ancak bu kadar muhteşem mânâlandırılarak özelleştirilebilir!
"Bebeğim" ve "Be Beğim"; aynı seslerle, aynı harflerle söylenen ve yazılan bir sözcük! Koptuğu yürekte nasıl bebekleştirilip, nasıl beğleştirildiğini, şimdiye kadar -ki kendimi söz erbâbından sayardım- nasıl hissedememişim? Hayret ki hayret!
Ve bu sözün sahibesi Türk kadını'na, Ecehan Dilek GÜRALP'e Selâm, saygı ...
Erkeklere; bebekliği ve beğliği ünvan olarak verebilen tek mercî olan analarımıza, bacılarımıza, eşlerimize, evdeşlerimize, tanıdığım-tanımadığım bütün Türk kadınları'na, sonsuz teşekkürler...
Bütün Türk kadınları adına; yüreğinde yoğurarak, gönlünden kopararak, dokunduğu binlerce gönülü hizaya sokabileceğine inandığım bu söz yorumcusuna da; Türklük adına, Dilimiz adına, Türkçe adına, binlerce, binlerce, milyonlarca şükrân...
Kendini Türk hisseden, kendini milletine-devletine, ecdâdına karşı sorumlu sayan bütün yüreklere; bir Türk Kadını'nın yüreğinden kopan ünvanları bir daha tekrarlamak isterim ve sözün sahîbesinin izniyle bir "Türk Baba" olarak: "Be Beğim!..."ve "Bebeğim."
Ünvanımla, adımla neden bu kadar övündüğümün de bir izâhı olsun söz sahîbesinin izniyle...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Kasım 15, 2008

YENİDEN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

KALK YİĞİDİM!
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı...
Parçalandı bir kıtanın toprakları,
Aslan payını aslan olmayan aldı...
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı! (Arif Nihat ASYA)

Her kesin önce kapısının önünden başlatması gereken bir temizlik zamanı... Armudun sapıyla, elmanın çöpüyle uğraşarak geçirecek zamanımız yok! Haçlı; geçmiş bin yılın intikamıyla yanıp tutuşarak ve insafsızca açıktan saldırıyor! Başımızda çuvallar, omuzlarımızda şehit tabutlarımız!...
Tek bilek, tek yürek halindeki Türk Milleti'ne, en "Hasta Adam" zamanında galebe çalamayan Haçlı, 21. yy.da Muhteşem Türk Atatürk emâneti, Cumhuriyet kazanımlarımızı deforme ederek, bizi birbirimizden 'halklar' adıyla ayırarak; silahsız, mermisiz vatanımızı işgâl etmek üzere!...
Kurtuluş Savaşımız'ın son gazisi Albay Mustafa Şekip Birgöl'ü ebediyete uğurlarken hafızam durdu! Nâtıkam dondu! İmamın cemaate; "Hakkınızı helâl ediyor musunuz?" şeklinde üç kere tekrarladığı soruya ve "Helâl olsuuun!" cevabına takıldım! Utandım!...
Kim, kime hakkını helâl ediyor?!...
Bir milletin yüz yıllık aydınının yok olduğu, destanların yazıldığı, tarihlerin alt-üst edildiği kıyametlerden sağ çıkarak; koca imparatorluğun, koca bir kıtanın topraklarının paylaşıldığı ve aslan payını aslan olmayanın aldığı bir cihan harbinden sağ çıkarak, kendilerinden sonraki nesillere vatan emânet eden Son Gazi'ye, helâl edecek ne hakkımız vardı?
Muhteşem Mustafa Kemal'in Başkomutanlığında, bir dünyayı dize getirerek; Muhteşem Türk Atatürk'ün önderliğinde, imkânsızları başararak, ölü bir imparatorluktan dipdiri bir Türk Devleti çıkarmayı başaran bir nesle, bizim helâl edecek ne hakkımız vardı?
Siyâsilerin rol yapmaktaki başarılarını, Genel Kurmay Başkanımız'ın samîmiyetini ve son Kahraman'la övüncünü, bakışlardan yaklayarak kıvanç ve öfkeyi aynı anda yaşadım...
Albay Mustafa Şekip'in son yolculuğunda bile verdiği destansı dersten, hepimizin nasibimizi almamız gerek!
Artık, Muhteşem Türk'ün, 1919 Eylül'ünde Sivas'a gelerek kendisiyle görüşen general Harbord'a; "Biz; emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi tedrîci (yavaş yavaş), sefil bir ölüme mahkûm olmaktan ise, babalarımızın oğlu sıfatı ile vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz." şeklindeki tarihî cevabını, vasiyet olarak algılayarak ve "Yeniden Türk Milliyetçiliği" şahlanışıyla ayağa kalkmayacak mıyız?...
Farkında değil miyiz dağ başını yeniden duman aldığının?
Farkında değil miyiz Haçlı'nın çakal iştah ve sabırsızlığı ile etrafımızda dönmeğe başladığının?
Farkında olmayacak mıyız; Atatürk'ün yakın mesai arkadaşı İnönü tarafından, Alparslan Türkeş'in yine yakın mesai arkadaşı Bahçeli tarafından ideallerinin sekteye uğratıldığının?
Farkında olamayacak mıyız "Yeniden Türk Milliyetçiliği" şahlanışı ile Milletin ma'kûs talihine müdahelenin namus borcu olduğunun?
Her ebediyete uğurladığımız kahramanımızın, ülküdaşımızın, arkadaşımızın arkasından sadece ağlayacak mıyız?
Elinden en sevdiği oyuncağı alınmış haşarı çocuk gibi, olduğumuz yerde tepinecek miyiz hep? Farkında değil miyiz; "Yeniden Türk Milliyetçiliği" naralarıyla kıyam eden Türk Beği'nin, Türk Beğlerinin?
http://www.y-tm.com/ diye bir siteden kaç kişinin haberi var? "Yeniden Türk Milliyetçiliği" sancağının, her yere çok yakışan Türk vakarıyla dalgalandırıldığının kaç ülkücü, kaç milliyetperver, kaç vatanperver, kaç kişi farkında?
Yoksa her kes farkında da ben mi bu farkındalığın farkında değilim?!...
Devlet kurumlarımızın büyük bir kısmı 'Kinci İkinci Cumhuriyetçiler' tarafından dolduruldu! Siyâsetimiz ve siyâsilerimiz emperyalist güçlerle iş birliği paylaşımı yarışındalar!
Partimiz doğru yönetilmiyor! Teşkilatlarımıza yabancılaştırılıyoruz! PKK'lıya, bölücüye, iş birlikçiye, bölücülerin siyasi temsilcilerine "renk tamamlamak, çiçek bahçesi çapalamak", "farklılıkların farkında olmak" adına gülücükler,tokalaşmalarla tavizler verilirken bize çok insafsızca saldırılıyor! Düşünen, üreten, çare sunan stratejist kanaat önderlerimiz; kılıfına uydurulan yasalarla, sahte-düzmece evraklarla teşkilatlarımızdan uzaklaştırılıyor!
Bunlar oldu, oluyor ve daha da şiddetlenerek olacak!
Görünürdeki her şey aleyhimize diye susacak mıyız?
Nerde bizim Ülkücülüğümüz?
Nerde bizim mücadeleciliğimiz?
Nerde bizim; "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için." andımız?
Dönenlerin, terk edenlerin, gidenlerin arkasından üzülerek, kahrederek ve tevekkülle mi geçireceğiz kalan, çok kıymetli(!) ömrümüzü?
Ölenlerimizin niye ölerek ölümsüzleştiklerini unutacak mıyız? "Ve dirildik ölümü öldüren bir ölüşle." vedâsıyla uğurladığımız şehitlerimize verilmiş hiç bir sözümüz yok mu?
Dünyanın inadına, Haçlı'nın inadına, yerli iş birlikçilerin inadına; hainin, döneğin, kahpenin inadına; "Önümüzdeki bin yılda da Anadolu'dayız." diye seslice nara atmanın zamanı gelmedi mi?
"Yeniden Türk Milliyetçiliği" meş'alesinin şavkına koşarak; Ülkü Ocakları tedrisli, Ülkü Ocakları ve parti gençlik kollarının , tüzüğünü ve teşkilatlanmasını üstlenmiş bir Baba'nın oğlu olarak yetişmiş bir kanaat önderine, Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ'a, artık açıkça destek ve yürek olmanın zamanı değil mi?
"Öldün mü ey gençlik? Eğer öldünse haber ver: Onlara hicviye yazan kalemim sana da mersiye yazsın! Yahut ölmediğini ispat et ki, sana olan büyük imanım sarsılmasın ve sana olan destanım boşa gitmesin.'' diye seslenen Arif Nihatlar, kime sesleniyor dersiniz?
"Kalk yiğidim, yine dağ başını duman almış!"
"Öldün mü ey gençlik?"
Yaşasın YENİDEN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, yaşasın TÜRK MİLLİYETÇİLERİ...
DÜNYA DURDUKÇA TÜRK DURSUN, TANRI TÜRK'Ü KORUSUN...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Kasım 14, 2008

YA SEV, YA DA SEV!...

Günlerdir; "Ya sev, ya terk et!" sloganı dillerde. Başbakan, böyle söylemedi bundan pek farklı bir şey de söylemedi ama, günlerdir bu sloganı tekrarlamayan kalmadı! DTP'liler de, AKP'liler de, CHP'liler de, MHP'liler de tekrâren söyledi!... Kimi karşı çıkarak,kimi tasvip ederek, kimi istemem yan cebime koy edâlarıyla!... Ben de tekrarlayacağım bu sloganı ama Türkçe düzeltme yaparak; "Ya sev, ya da sev! Yok başka çâren!"
Rahmetli Murat Çobanoğlu, bir şiirinde; "Kız onunda kapı kapı gezerse/ On birinde doğmuş kusur mu etmiş." diye sormuştu! Birbirine benzeyen, aynı anlama gelen ata sözlerini toparlamış, ozanca özetlemişti...
Biz devlet olarak bu ata sözlerimize rağmen; millete kulak vermeden, ahlâkımıza-törelerimize, kültürümüze ters olan her şeyin yapılmasına göz yumduk yıllarca!
Katillerden kahramanlar çıkardık! Hortumculardan kurnaz-başarılı, iş adamları! Siyâseti ve politikayı "Zübük Ağa"lara teslim ettik! Bütün yapanların yaptıkları, yanlarına kâr kaldı, hesap sormadık, soramadık!
"Sizdenim." diyen hiç kimseye itibâr etmeyip, "Bendensiniz! Ben sizin babanızım! Ben ne dersem o olur!" diye ahkâm kesen zübüklere boyun eğdik, oylarımızla!...
Cumhurbaşkanlığına, Meclis Başkanlığına, Genel Kurmay Başkanlığına, bakanlıklara, millet vekilliklerine, müsteşarlıklara, genel müdürlüklere, sanatta zirvelere, vergi rekortmenliklerine yükselen ve hiç garipsenmeyen Kürt asıllı vatandaşlarımız ortadayken; etle tırnak arasına girmek isteyen art niyetliler yüzünden, AB ve ABD adlı Haçlı'nın destekleriyle BOP adıyla dayatılan projelere katkı verenler yüzünden, her gün körüklenen terörizm gerçeğinde, yanlış adreslerle münakaşa ettik!
Art niyetliler de, bölücüler de, AB de, ABD'de demokrasi dedi; demokrasi maskesiyle oynanmadık değerimiz kalmadı! Biz de; "Aman bize demokrat değilsin!" demesinler diye, bu maskeli art niyetlilere göz yumduk! En milliyetçi olarak tokalaştık bile bu murdarlarla!...
Terörist başını -öyle veya böyle- derdest ederek yargıladık! Cezasını da verdik! Asılmalıydı asamadık ama mer'i yasalara göre cezalandırdık! Mesele kapanmalı değil miydi? Aksine açıldı! Aksine yayıldı! Dağdayken, Irakta'yken, Suriyede'yken korkudan ödü patlayan bir zavallıyı; hapsettiğimiz cezaevinde kontrol edilemez hâle getirdik!
Siyâsetin, ticâretin, sanatın, bürokrasinin zirvelerine gelmiş ve hâlâ zirvelerde olan Kürt vatandaşlarımıza; "Neden susuyorsunuz?" sorusunu sorup sorgulamak yerine, hapsettiğimiz bir mahkûmun dillerde dolaştırılmasına izin verdik! Cezaevindeki örgüt başını ve yandaşlarını şımarttığımızı müsrîf baba edâlarımızla nedense görmedik! Göremedik!
Müttefik(!)imiz ABD'de, okyanus ötesinde seçim kazanan bir zenci için onlarca kurban kesebilen insanlardan, demokrasiye katkı bekledik! Şeyh zekeri öpmeyi, ağa ayağı yalamayı sadakat diye bilen zavallılardan demokrasiye, seçme-seçilme adıyla katkı bekledik!
Kocaman kocaman prof.ların; "Kürt meselesi" adını koydukları, bölücülüğün demokrasi arkasına saklanmasına izin verirken; "Bu kadar cehâlet, ancak tahsille mümkün olur!" gerçeğini hep göz ardı ettik!...
Ya sevecekler, ya da sevecekler Kardeşim! Tahsille cehâlete terfi eden aydıncıklarımız da bu vatandaşlarımızın sevmelerine yardımcı olacaklar! Hiç bir yere gitmek falan yok! Halkları toparlayıp milletleştirebilmiş bir erk olarak, Türk Milleti olarak; sevenlere de, sevmeyenlere de; "Ya bu deveyi güdecek, ya da bu deveyi güdeceksiniz!" deyip başka bir şey demeyeceğiz!... Ya akıllarını başlarına toplayacaklar, ya da akıllarını başlarından alacağız! Ne bir tek çakıl taşımızdan, nede bir tek Kürdümüzden vaz geçmeyiz, geçemeyiz! Çünkü biz, Türk Milleti'yiz; çünkü biz, Türk Devleti'yiz...
Kem hayal sahipleri de kış uykularında avuçlarını yalayacaklar yalayabildikleri kadar!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Kasım 13, 2008

HAR'LI, SEMERLİ, ŞAMARLI GAZETE/ci/LER...

Yıllardır, gazeteci olmadığımı ve olamayacağımı söyler, arada bir de; "Ben, muharririm." derim, edebimden utanarak-kızararak...
Gazetecinin haber yapması, muharririn haberleri yorumlaması yani taraf tutması gereğini bilirim ben. Ama yıllardır; gazetecilik adına, Özal'la başlayan ve yanlışlığı bilinerek sürdürülen bir uygulamayla, köşelerden haber yapılır ve manşetlerden köşeler yorumlanır!...
Dolayısıyla da; kimin atına binerse onun düdüğünü çalanlar, eyyamcılar, takıyyeciler, 'Dolma Kalemler" çoğalırlar...
Başbakan'ı Obamalaştırmaya çalıştığı için AKP'lilere sevilmek üzere havale edilen, köşe habercisi -ki ben bunlara gammazlar derim-, müstear ismiyle gûya cevap verdi! "Bekledikleri, benim bu kavgayı sürdürmem... Sürdürmem, neden sürdüreyim... Mesleğe ilk adım attığım günlerde, bir büyüğüm, 'Gazetecinin muteberi yanağında dudak izi değil, tokat izi bulunanıdır.' demişti. Benim yanağımda o izlerden çok var; bazıları benim sevdiğim ve bazıları da beni sevdiğini bildiğim kişiler..." diye yazmış!
Sadece bu kadarla yetinse, yaklaşımım acımak olacaktı! Ama devam etmiş Taha Kıvanç müstear ismiyle; "Geçmişe baktığımızda bu alanda pek çok ilki gerçekleştirdiği için Tayyip Erdoğan'ı Bush politikalarıyla özdeş saymamız mümkün değil. 'Kürt sorunu' adını çekinmeden kullandı, bu konuyu dert edinen aydınlarla görüş alış-verişinde bulundu, bölgeye her gidişinde önemli mesajlar verdi... Anayasa ve yasalarda gerekli değişiklikleri yapıp Kürtçe kurs ve Kürtçe TV kolaylığı getiren de Tayyip Bey... Sorun şu son birkaç hafta içerisinde benimsediği söylemden kaynaklanıyor... Tank ve tüfekle 'Kürt sorunu'na çözüm getireceğini sanıyorsa, bu sanısı onu ABD'de George W. Bush ile ortak çizgide buluşturur... Ne kadar aksini iddia etse de..." diye devam edince kızdım bir daha şamar üstâdına!...
"Beraber yürüdük biz bu yollarda." şarkısının iki yolcusunun, yolları mı ayrılıyor veya ayrıldı mı? Ne dersiniz?
Büyük bir ihtimalle Başbakan; bu gelişmeden, Obama'yla ilk veya Bush'la son görüşmeye doğru seyir halindeyken haberdar olacak! Bir daha "Sevsinler seniii!" diyecek midir? Sevileceği, kimlerin sevmesi gerektiğini belirtecek midir? Bilemem! Suratında dudak izi değil, şamar izleriyle yıllar geçiren bu "Şamar"yazarını, kimlere havale edeceğini ise çok merak ediyorum!
Asıl kavganın Başbakan'la Koru arasında olmadığını, zannederim her kes anlıyor! Kavganın, çekişmenin tarafları belli de, sebebini yorumlamaktan ürküyorum! El atına binen çabuk iner bilinir. Bilinir bilinmesine de; bu sık sık binicisi değiştirilmeye hazırlanılan atın, asıl sahibi artık neden binmez atına? Usta jokeyin at seçmeyeceğini de biliriz bilmesine de; yarış kulvarlarında jokeyine göre yarış kazanan veya kaybeden atlarla uğraşmaktansa, atının belindeki millî süvariyi sizler de benim kadar özlemediniz mi?
Bu arada açıklıkla; bu attan kastım "kırat", süvariden de kastım asla "6 kere düşüp 7 kere binen" ve ustalaşamayan değildir!
Allah rızası ödüllü, Turan'la sonlanacak, Devlet-i ebed müddet inançlı süvariden ve atından bahsediyorum. Attan düşmeyen biniciyi, binicisini atmayan atı bekliyorum. Tarihiyle barışık, milletiyle yüz yüze, Ordusuyla ve bütün devlet kurumlarıyla el ele; Vatanın vatan kalabilmesi , devletin ve devletliliğin devâmı için olmazsa olmaz bedelin can olduğunun farkında olan ve "Varlığım Türk varlığına armağan olsun." diyen süvâriyi, seferde hayal ediyorum...
Suratında tokat izleriyle büyüdüğünü ve yerini muhafaza edebilmek için diğer suratını da bir başka şamarcıya hazırlamış eyyamcılarla, çok oyalanmadık mı?
Bir yanda kendini şamar oğlanı diye tarif eden, diğer yanda anıracağını vaad ederek eşek amblemli Okyanus ötesi partinin seçimleri hakkında ahkâm kesen, Şeyhi'nin Harnâmesi'ni güncellemeyi başaran bir tevâfuk göstergesi ve günümüz gazeteciliği!...
Ve de bendeniz; "Ben gazeteci olamadım! Muharrir kalmaya kesin kararlıyım." diye yerimde sabit kalmaya, bir daha karar kıldım...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Kasım 12, 2008

"SEVSİNLER SENİİİİ" !...

Kim ne derse desin, hoşuma gitti şu; "Sevsinler seniii!" iltifâtı!...
Kimin, kimi, nasıl seveceği de umurumda değil sözü söyleyen ve muhatabı belliyken!... Başbakan'ın kendine has Kasımpaşalı üslûbuyla, sevileceklerden olduğunu târif ettiği bu aklı evvel, dünyanın merkeziydi ya!
Senaristin baş karakter aktörlerine yakın olduğu için değişmez figûran olduğunun bile farkında olamayan bu sevilecek olmasa, gök kubbe çökerdi ya!...
Senaristin vaz geçmediği baş aktör sayesinde bir kaç oyunda aynı rolü oynayınca kendini oynadığı roldeki zanneden var ya! Ağlanacak halimize güldürdü!... Hem de, muharrir ve resmî kanaat önderlerinden bu sevilecek figûran!... "Ne günlere kaldık ey gâzi hünkâr!..."
Bir şey daha söylemeden edemeyeceğim; Başbakan'ın bu tavrını, sevdim ben! Kendine dil uzatıldığında Kasımpaşalılaşmasını çok sevdim hemde. Bir de, şu; "Tek Vatan, Tek Bayrak " sloganını... Hele bir de; "Tek Dil" i eklese var ya!...
Senarist, baş aktör, figûran derken aklıma Sakallı Celâl geldi.
Bir tanıdığı, karşılaştıklarında Sakallı Celal'e; "Sizi halâ huzursuz görüyorum. Halbu ki sizin düşündüklerinizin, hatta düşünemediklerinizin çoğu gerçekleştirildi. Neden hâlâ memnûn değil ve muhâlifsiniz?" diye sitemle karışık sorar. Sakallı, soruya soruyla cevap verir; "Sen hiç tiyatroya gittin mi?" Devâm eder; "Perde açılır. Yatan bir hasta, başında ilaçlarını veren, nabzını ölçen bir hemşire vardır. Biraz sonra gözlükleriyle, kulaklığıyla ve beyaz önlüğü ile doktor da gelir. Hastanın nabzına bakar, kalbini dinler ve reçetesini yazar. Aslında ortada ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Ortaya koyulan bir oyundur sadece. İşte şimdi bizim rolümüz de; 'Yaşasın Cumhuriyet!' seyirciliğinden ibâret..." diye tamamlar.
Başbakan'ın seçimler öncesi, -büyük bir beceri ile- geliştirdiği söylem değişikliklerine, şüpheyle bakmama rağmen itirazım yok! Seçim başladı! Ya evde oturarak kendini teröristten, şehir magandalarından, eşkiyalardan koruyacaksın, ya da kapı kapı dolaşmaya başlayacaksın. Kovulsan da, buyur edilsen de, iltifat ta görsen, hakaret te görsen dolaşacaksın seçmeni... Başbakan'ın yaptığı bu!... "Ana Muhalefet ve Yavru Muhalefet" ise, aile toplantılarında zor bir slogan ezberliyorlar, "Yaşasın Atatürk! Yaşasın Cumhuriyet!"
Aslında öyle güzel seçim malzemeleri oluşuyor ve oluşturuluyor ki! Erzurum'da, attan düşen Başbakan'a, at hediye ediliyor! Sözün tamamı, kime söylenir? Çarıklı erkân-ı harbin uyarıları hep böyle, kinâyeli-istihzâlı yapılmaz mı?... Yerel Basın'la Çarıklı Erkân-ı harpte üslûp birliği de var üstelik!...
Bu arada, Anadolu'da; "Allah adamı şaşırttı mı düğünde yellendirirmiş." derler ya!... Başbakan'ı Obama'laştıran "sevilesi", bu kere de Başbakan'ın; "Bir arkadaşımızı Köşk'e taşıyacak kadar makam hırsından uzağız." tarifindeki, Cumhurbaşkanı'nı Obamalaştırdı değil mi galiba!...Bakalım Köşk'ten de; "Sevsinler seniii!" veya benzer bir iltifât çıkar mı?
Hani bu aralar Başbakan; "Tek Devlet, Tek Vatan, Tek Bayrak." söylemine bir de "Tek Dil"i eklese var ya, senaristle aktör arasında çekişme var veya BOP Eş Başkanlığı'ndan veya el atına binmekten vaz geçildi diyesim gelir!...
Tek Milletliği, Tek Devletliliği, Tek Vatanlılığı, Tek Bayraklılığı kabul etmeyenler, işte o zaman canlarının istediği yere def olup gitsinler!... Ana Muhalefet te ne kadar kızarsa kızsın aile toplantılarında!
Böyle heyecan verici, hamasî söylemleri o kadar özledim ki!...
Tek Milletin, inadına gösterdiği ihtiramın karşılığı da bunu söylemeyi gerektirir zannederim... Obama da seçim kazanmış(!)ken tam zamanı!...
"TÜRK'ÜM. BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Kasım 10, 2008

SİZ DE BİZDEN MİSİNİZ?...

Izdırap çek, inleme! ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da, bir âcizdir göz yaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın
Tek başına dileğe doğru at salmalısın... H. Nihâl ATSIZ- 1931

Sadece sese, ses verebilmek; ayrıldıkları, birbirinden koparıldıkları zannedilen "ülkü devleri"nin inadına kenetlendiğini ispata katkı verebilmek; azaldıkça çoğaldığımızı, çoğaldıkça Türkçe mütevâzileştiğimizi; hayatta en iyi bildiğimiz savaşa tenezzül etmediğimizden suskunlaştığımızı; savaşa icbâr edilirsek hasım gördüklerimizi ezip geçmeye, seller gibi önümüze katıp sürüklemeğe gücümüzün var olduğunu hatırlatmaya çalışacağım...
Kalabalıklar içinde, yalakalar arasında, saray soytarıları içindeki yalnızlıklarının farkında olarak ve bu yalnızlığa korkuları yüzünden mahkûm olduklarını bilenlere inat; yalnız kaldıkça Türkleşen, Türkleştikçe devleşen, devleştikçe-güçlendikçe affeden Ülkücülerin; hâlâ var olduklarını, dünya durup Türk durdukça var olacaklarını, var oldukları sürece hainlere korku salmaya devam edeceklerini hatırlatmaya uğraşacağım!...
"Ülkü Devleri"ni, "Dâvânın Aysbergleri"ni dışladıklarını zannederek kendilerini toplumdan, milletten kopardıklarının-uzaklaştırdıklarının farkında olamayan bizim özürlülerimize sesleneceğim!...
Muhteşem Türk Atatürk tarafından idealizmden Ülkücülük'e Türkçeleştirilerek tercüme edilen; yüzyılımızın İkinci Başbuğu Alparslan Türkeş tarafından siyâset meydanına mücâdeleye indirilen Ülkücü Hareketin; 'Türk Milleti'nin 21. Yüzyıl Felsefesi' olduğunun farkında olamayan, Ülkücünün '21. yüz yıl Türk Milleti'nin Temsilcisi' olduğunu göremeyen bizim ferâset özürlülerimize sesleneceğim!...
Gazetemiz Yeniçağ'da "Yusufiyeli Bozkurtlar" başlığıyla tefrîkine başlanan yazı üzerine; ilk bölümünü okuduğumda burkulmayıp inadına coşan ülkücü yüreğimle; "Biz de sizdeniz!" diye topluca ve; "Safımdayım! Yerimdeyim ve yerimi aslâ terk etmeyeceğim. Nöbetteyim!" diye münferîden haykırmak istedim.
Biliyorum ki, 'Balgat Cenâhı' ndan itirazlar yükselecektir! Biliyorum ki; PKK karşısında, işbirlikçiler karşısında, memleketi pazarlayanlar karşısında, dünümüzü inkâr edenler karşısında, dönen-değişenler karşısında, "halkçılık" maskesiyle milleti bölmeğe uğraşan sahte demokratlar, mozaikçiler karşısında, 'Kinci İkinci Cumhuriyetçiler' karşısınsa; Atatürk'ten ve Din'den geçinen tâcirler karşısında susmayı siyâset olarak geliştiren cenâh, bu 'Bozkurt Ses'e itiraz edecektir!...
"Tam da seçim zamanıyken ........ !" diyecekler!... Biz de; "Bekâra karı boşamak, kolay!" atasözümüzle ve istihzâ ile bakmakla yetineceğiz belki! Konuşulacak zamanda susan, susulması gereken yerde mangalda toz bırakmayan; AKP'nin bütün zorlarını kolaylaştıran ve hâlâ "Bizim(!)" tarifli cenâha, artık yüksek sesle seslenmemizin zamanı!
Yaptıklarınızı unutmaya hazırız! Biz ülkücülere küsmeği yasaklayan Başbuğumuz'a, kavlimizin ilk günü kadar sadığız. Siyâseti yine hevesli olan sizler yapın! "12 Eylül Kıyâmeti ile istiklâl mücâdelesinden istikbal yarışı" şekline sokulan milletvekilliği ve ikbâl çekişmelerini yine siz yapın! Hiç birinizin yerinde ve görevinde gözümüz yok! Sizin mevki-mâkam zannettiğiniz yerlerdir aslında sizi tarifsizleştiren!...
Yeniden ülkücüleşin! "Yeniden Türk Milliyetçiliği" inancıyla ayağa kalkın! Ayağımızın altından çekilmeye çalışılan vatan topraklarına sahiplik etmemizde bize siyâseten destek verin!
Vallahi, "Biz de sizdeniz!"...
Bir kere bile olsa, vicdânınızla başbaşa muhakeme ederek kendinize sorun Allah aşkına; Siz de bizden misiniz?
"BÜTÜN TÜRKLER BİR ORDU, KATILMAYAN KAÇAKTIR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

"ÂVÂZIN EY ÂVÂZ DA...."

Başbakan; taraflı tarafsız her kesi şaşırtan seçim vaadini patlattı: 100 YTL taksitle ev!...
Her ağladığında istediği verilen çocuğun istekleri, giderek büyür. Çocuk büyüdükçe istekleri büyüdüğü gibi, gittikçe de şımarır çocuk ve kontrolü zorlaşır. Çok bilinmesine rağmen; kolay kazanıp kolay harcayan, babalığı sadece evdekilerin isteklerini para olarak algılayan, hayatında en az uğradığı yer ev olan, sonradan görmüşlerin çocukları da, kontrol edilemez şımarıklardan olur!
Tabiat ve siyâsetin boşluk kabul etmeyeceği, çok bilinen bir gerçektir. Günümüzde bu gerçeği, bir daha yaşıyoruz! Dağlarda; "Ananızın babanızın yanına dönün!" diye her saldırı sonrasında, ödüllendirilerek şımartılan alçak teröristler; şehirlerde ise DTP il ve ilçe yöneticilerinin parayla araba yaktırdıkları, parayla polis taşlattıkları, parayla molotof attırdıkları çocuklar şımartıldıkça şımartılınca, manzaramız ortada!...
Metropollerde; nerdeyse güvenlik güçlerimizin giremediği kurtarılmış mahalleler var!Güneydoğu'da yıllardır önlenemeyen elektrik kaçakçılığı! Ve bu elektriği kaçak kullanan, ahırlarını bile elektrikle ısıtan, yeşil kartlı, sözde vatandaşların büyük çoğunluğu da, şıhlar ve toprak ağaları! Irgatlar, ağaların ve PKK'nın baskısından kaçarak şehirlerdeler ve geldikleri yerde gördüklerini, aynen uyguluyorlar!
Bütün bu karmaşanın içinde Başbakan; hazineden dağıtılıp AKP yardımı diye gösterilen makarna, pirinç, yağ, un, kömür vs. ile yetinememiş ki, metropollerde 100 YTL taksitle evler yapılacağı vaadini patlattı! Yakın geçmişimizdeki "Her kese iki anahtar." vaadine dönmezse kimlerin nasıl çekişeceğini, nasıl kavgalar edileceğini, eminim ki biliyorlar!
Bu yapılanların adı da, demokrasi ve Terörle Mücadele! Her dağa çıkanın, her sokağa inenin istekleri karşılanarak, baş kaldıran şımartılarak terör bitirilecek gûya!...
Oysa, terörle mücadele konusunda çok ciddî çalışmalar var. Çalışmanın sahibi kesinlikle AKP'li değil. Ana Muhalefetten de değil! "Yavru Muhalefet MHP" ise O'ndan kurtulabilmek için olmadık işler yapmıştı! Yâni; bu düşünen memleket sevdâlısının, raporundan faydalanmak, kesinlikle millete yarar ve zannederim akıllı siyâsilere de, benden söylemesi! Tabi bu raporu incelemek ve uygulamak için; samimi milletperver, samimi vatanperver, samimi cumhuriyetperver olmak şart!...
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ; "PKK TERÖRÜ NEDEN BİTMEDİ, NASIL BİTER?" başlıklı raporunda, bu ciddî meseleyi;
* Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi’nin adı Selahattin Eyyûbi Üniversitesi olarak değiştirilmeli.
* Terörle mücadelede bir Eşgüdüm Bakanlığı kurulmalı.
* Terörle mücadele görevi Jandarma ve Emniyet’e verilmeli.
* Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı birlikler, mümkün olduğu ölçüde terörle mücadelenin dışına çekilmelidir. Bu birliklerin Jandarma Genel Komutanlığı emrine verilmesi sağlanmalıdır.
* Terörle mücadele için jandarma bünyesindeki 'Asayiş Kolordusu' güçlendirilerek, yeniden yapılandırılmalıdır.
* Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı güçlerinin Türkiye içinde çatışmalarda kullanılmasından vazgeçilmelidir.
* Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı ve özel kuvvetlerin savaş yeteneklerine sahip Jandarma Anti-Terör Komutanlığı kurulmalıdır.
* PKK ile mücadelede Genelkurmay Başkanlığı muhatap olmamalı. İnternet sitesinden herhangi bir açıklama yapmamalı. Tamamıyla Jandarma Genel Komutanlığı muhatap olmalıdır." Diye ana başlıklarda toplamış ve;
" Türkiye demokratikleşirse bile sorun ortadan kalkmaz. Halk terörü desteklemez ise PKK biter iddiası da doğru değildir. PKK, 1978-1988 yılları arasında, 10 yıl içinde hiçbir ciddî kitle desteği olmamasına rağmen, arkasındaki dış dinamiklere dayanarak varlığını sürdürmüştür. Ancak Türkiye, uluslararası çevreleri bile şaşırtacak bir direnç göstererek, 1992-1997 yılları arasında PKK’yı askerî olarak mağlûp etmiştir. TSK’nın bu başarısına rağmen ne yazık ki siyasî irâde, nice fedakârlıklar sonucu ulaşılan bu sonucu değerlendirme konusunda gereken hassasiyeti göstermemiştir." şeklinde de kanaatini belirterek devâm etmiş!
Hükümet edenlerin, çok ciddiye alarak incelemeleri, faydalanmaları gereken gerçekler bunlar. Bu teklifler ciddiye alınmazsa, Anadolu'nun Çarıklı Erkân-ı harbi, Başbakan'a; "Âvâzın ey âvâz da okuduğun Kur'an olsa!" deyip geçmez mi?...
"TÜRK'ÜN HER ŞEYİ GÜZELDİR VE HER ŞEYDEN GÜZELDİR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Kasım 09, 2008

NE MUTLU BİZE...

Öğretmen gibi eğiticilerimiz, öğretmenlerimiz sayesinde; "Atatürk ölmedi, yüreğimde yaşıyor." inanç ve muhabbetiyle büyüdük.
Çocukla yetişkin arasındaki en belirgin fark; akıl, kemâle ermek yani aklı kullanabilmektir. Çocuk, kalbinin durmasıyla; yetişkin aklının sona ermesiyle, beyin fonksiyonlarının bitmesiyle ölür. Dolayısıyla çocuğun kalbinde yaşattığını, yetişkin aklında yaşatır.
Bu gün, 10 KASIM...
Muhteşem Türk Atatürk'ün; beden olarak aramızdan ayrılıp, fikirleriyle ölümsüzleşerek aklımıza yerleştiği günün, 70. (yetmişinci) yılı...
Yani; Atatürk ölmedi. Akıllarımızda, beyinlerimizde fikirleriyle yaşıyor. Yaşayacak...
Ölümsüzlüğe terfi edişinin yetmişinci yılında, bir zamanlama alâmet-i farîkası olarak seyre sunulan, seyretmediğim ve inadına seyretmeyeceğim "Mustafa" isimli sunumdan bahsedeceğim. Gıyabında olacak demeyeceğim. Çünkü o kadar şey yazıldı-çizildi, söylendi ki... Anılan gösterimde, kaynak gösterilen Ahmet Emin'in; 10 Ocak 1922'de Atatürk'le yaptığı ve devrin Vakit Gazetesi'nde yayımlanan mülâkatından-söyleşisinden bir iki paragraf aktaracağım sadece... Alıntıları; Varlık Yayınları'nca ilk baskısı Temmuz-1960'ta yapılan, Mustafa Baydar'ın derlemesi ve Falih Rıfkı Atay'ın ön-sözüyle yayımlanan "Atatürk'le Konuşmalar" kitabının 42-43. sayfalarından yapıyorum.
Sahte Atatürkçüler ve "Dolma Kalemler"ce 'Diktatör' diye tanıtılmak istenen, fedâkâr Türk Evlâdı'nın; en güçlü olduğu dönemlerde, tek adam olduğu dönemlerdeki düşüncelerini, göstermesi bakımından, bu sözlerini çok önemsedim.
10 Ocak 1922'de Atatürk, Ahmet Emin'e diyor ki:
"Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel idareyi, milletin eline vereceğiz. Bu sosyal heyette hak sahibi olmak, çalışmayla mümkün olacak; Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Bu sayede memleket îmar edilecek, millet refâh sahibi olacaktır.
Hiç bir millet ve memlekete karşı tecâvüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı koruyabilmek için, bir de milletimizin dediğimiz sahada tam bir güvenle çalışarak müreffeh ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman memleket ve milletimizi korumaya gücü yeter, güçlü bir orduya sahip olmak ta en kutsal emelimizdir.
..........
Benim bütün düzenleme ve yapılan işlerde hareket kuralı kabul ettiğim bir şey vardır. O da meydana getirilen teşkilât ve kuruluşların kişiyle değil gerçekle sürekliliğinin mümkün olduğudur.
Binaenaleyh(bundan dolayı) her hangi bir program; filanın programı olarak değil, fakat millet ve memleket ihtiyacına cevap verecek fikirleri ve tedbirleri içermesi şartıyla kıymetli ve geçerli olabilir. Şahsî emeller, istinatgâh (sığınacak yer) bulamaz.
Misak-ı millî dairesinde(milli hudutlarımız içinde), varlığımız sağlandıktan sonra; gürültü çıkarıp fesâtçılık edecek ve tevsii arazi (toprak genişletmesi) fikrinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur."
Günün sözünü de; ölümsüzleşerek akıllarımıza, millî vicdânımıza yerleşen bu Muhteşem Türk; 1919 Eylül'ünde Sivas'a gelerek kendisiyle görüşen general Harbord'a verdiği cevapla söylesin: "Biz; emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi tedrîci (yavaş yavaş), sefil bir ölüme mahkûm olmaktan ise, babalarımızın oğlu sıfatı ile vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz."
Ve bütün dolma kalemlerin inadına, bütün aşağılık kompleksli en-tellek-tüellerimizin inadına, bütün kahpe bölücülerin ve en önemlisi Haçlı'nın inadına; ölümü öldürerek ölümsüzleşen Atatürk, Türk Milletinin vicdanında sonsuza kadar yaşamaya devam edecektir.
"Ne mutlu Türk'üm diyene." Ne mutlu, Atatürk'le ülküdaşlığın keyif ve onurunun farkında olabilen Türk Milletçileri'ne... Ne mutlu bize...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Kasım 08, 2008

AKILLA VİCDAN MUHASEBESİ...

Dünümüzle bu günümüzü, elbette kıyaslamak gerek.Dünümüz nasıl bizimse;nasıl bu günümüzü dünümüzün tecrübesi ile yaşıyorsak, yarınımızı da bu günümüzün üzerine kurmak durumundayız!...
Değerlerimize; yetişmiş kardeşlerimize, yıllar yılı yoldaşlık ettiğimiz, ülküdaşlık ettiğimiz gönül dostlarımıza, her zaman kıymet vermeye devam etmezsek, görevde oldukları zamandan daha fazla ihtirama ihtiyaçları olan Ülküdaşlarımıza gereken sevgiyi gösteremezsek, korkarım yarın hepimiz yalnızlığa mahkûm oluruz!...
Hiç bir ortamda, hiç bir kulvarda fikrî kimliğimi saklamaya tevessül etmemiş birisi olarak; yaşadığımız bu günlerde bile Türkiye'nin neresinde olursa olsun, kendi evimiz gibi girebileceğimiz adresler oluşmuşsa; bunu, aklımız kesti keseli sergilediğimiz, değişmez duruşumuza borçluyuz. Ezildiğimiz, üzüldüğümüz, sıkıntılar çektiğimiz dönemler elbette oldu! Bu çektiklerimizin karşılığı olarak Yüce Rabb'im bize, sarsılmaz temellere oturmuş bir "Muhabbet Dünyası" bahşetti. Bunu reddetmenin adı, en hafifi ile inkarcılıktır!...
Bizler; değişemeyiz! Bizler; dönemeyiz! Bizler; ancak ve ancak çağa uyum sağlamak adına, daha doğrusu çağı yorumlamak adına, tekâmül edebiliriz. Tekâmül etmeliyiz... Tekâmül ettikçe ve düz orantılı büyüdükçe, tevâzumuzu da netleştirmeliyiz... Kimse elbette bulunmaz değildir. Elbette her işi yapanın daha iyisi, her zaman bulunur. Ama Ülkücü'nün alternatifi yoktur, olmamlıdır. Ülkücü; Müslüman Türk Milleti'nin, 21. yüzyıl temsilcisidir...
Teknoloji ile barışıktır. Kopyalayan değil icat edendir... Yabancı veya gayr-ı millî düşünürlerin fikirlerini ezberleyerek taşıyan değil, 21.yüzyılın Türk'ü olarak düşünendir. Sadece düşünmekle kalmayıp, düşündüğünü de uygulayandır! Allah'tan korkan yüreğinde, başka bir korkuya yer vermeyendir.
Günümüz, dünümüzün aynısı olmamalıdır! Günümüz, dünümüzün aynısı ise, zarardayız. Bu gün dünümüzü, yarın bu günümüzü geçmekle mükellefiz! Dünümüzdeki canlarımızı, nasıl hürmet ve rahmetlerle anıyorsak; hedefimiz, yarın aynı şekilde muhabbetle hatırlanmak olmalıdır. Bu işler, kolay değil, ama zor da değil!...
Hatırlanmanın bir tek yolu vardır: sadakat... Nankör, unutmayanı unutanın adıdır! Dönek, dününden utananın adıdır!... Döneklik; törede, ahlâkta hor görülen bir davranıştır. Dönenin, terk edenin başarılı olması, başarısının sürekliliği mümkün değildir, olmamıştır...
Her kulvara, her ortama, her platforma hatırlatırım ki; tek eden terk edilir, unutan unutulur!Mahkeme kadıya mülk değildir, unutulmamalı. Görevde olan her kes bilmelidir ki, bu bir nöbettir. Bu nöbette, millet yararına hizmetler yapılmaktadır ve bu hizmetler iman ile, ahlâk ile yapıldığında ibâdettir. Hem de makbûl ibadettir. Münferîden yapılan ibadetin faydası, ibâdet sahibinedir. Oysa millet yararına yapılan hizmetler, topluma şâmil olduğu için daha makbuldür. Bu hizmetlerin tek mükafatı da, Allah(c.c.)'ın rızasıdır...
Allah rızası için hizmet etmiş ülküdaşlarımızı; dışlamak, unutmak gibi bir lüksümüz, asla olmamalıydı, -maalesef- oldu!...
Türk'ün Ülkücüsü, zor ve nâdir yetişir. Yetişmiş ülkücülere sahip çıkmak ta yine ülkücünün görevidir... Ülkücü hareketin her döneminde görev yapmış ülküdaşlarıma, bütün yüreğimle sadığım. Bu ben fakîrin hayat tarzımdır... Terk edenler, bu tavrımdan muaftır. Giden gitsin, kalan bizimdir der geçerim... Gidip gelenlere de elbette eyvallah ama onlar, gidip gelenlerdir... Sabit duran Ülkü Devleri ile onlar arasında elbette fark olacaktır. Ama bu fark, gönüllerimizde saklıdır...
Şahıslar, eski ünvanı alabilirler ama Teşkilat asla eskimeyendir. Her görev yapan, günü geldiğinde görev anlamında eski ünvanı alacaktır ama "Ülkücü" asla eskimeyendir, eskitmeyendir. Asla eskimeyenlere, eskitmeyenlere, eskimekten korkanlara, selamlar olsun!... Bu gönül bağını bizlere miras bırakan Başbuğum'a da rahmetler, rahmetler, rahmetler olsun...
"YARINLAR BİZİMDİR, ELBET BİZİMDİR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN