Cumartesi, Mayıs 30, 2009

"BİZ DE SİZDENİZ!" YA SİZ?

"MHP olağanüstü kurultay'a gidiyor." ajanslara düşen haber bu. MHP, Olağanüstü kongreye gidiyor mu, gidecek mi, gitmemek için Balgat Cenahı bütün yolları deneyecek mi? Kısa süreli bir beklemeyle göreceğiz sonucunu ama cin şişeden çıktı! Macun sıkıldı!...
Son yerel seçimler süresince MHP'den aday olan ülkücülere bir zararımız dokunmasın diye ne Bahçeli, ne de 'yol arkadaşları' aleyhinde, bir şey söylememiş hatta; "Ülkücünün ülküdaşına destek vermesi nâmus borcudur." diyerek tavrımı açıklamıştım. Maalesef, seçimleri unutturacak boyutta bir âfetle, Merhûm Muhsin Yazıcıoğlu'nun şüpheli-şaibeli vefâtı ile çok acıyan canımızla başbaşa kalmıştık!...
Türk yürekleri yakarak aramızdan uğurladığımız Yazıcıoğlu'ndan sonra, siyâset ilgimi çekmez diyordum ki Koray Aydın'ın MHP'yi olağanüstü kongreye çağırma süreci başladı!
Kimin, nereye veya hangi partiye genel başkan olacağı, asla meselem ve merakım değil! Bana ne kimin veya kimlerin genel başkanlıklarından? Türk Milliyetçiliğinin siyâseten sahipsizliğinden başka derdim de yok, meselem de!...
Temeli canlar üzerine atılan, harcı on binlerce ülkücünün ikbâliyle karılan, yükselen her santimetresinde on binlerce ülkücünün istikbâli-emeği-ekmeği olan, beş binden fazla vatanperver Türk Evlâdı'nın şehâdetiyle süslü-besli bir partinin olağan veya olağanüstü kongresi, çok ilgi alanımdadır.
Yıllarca "ağabey"cilik oynayan, partiden aldıkları maaşlarla "eğitimcilik" yapan, kendilerini dünyanın merkezi zanneden, kendilerini "hareketin hafızası" olarak tarif ederken kendilerinden başkalarının da olabileceğini hiç akıllarına getirmeyenlere rağmen geçen süreçte biz de vardık! Bahçeli'nin bizzat söylediği; "Bu hareketten her kes alacaklı, hiç borluyu görmedik!" îzansız tarifiyle, birileri kenarda gezip ortada görünürlerken, onlar genel merkezcilik ve koltuk mücadeleleri verirlerken Anadolu'nun en zor bölgelerinde teşkilâtlar kurarak, bu uğurda ölerek-öldürerek vardık! Bizim kurduğumuz teşkilatların topladığı oylarla sırça bürolarda oturanlar asla borçlu değillerdi ama meselenin dert müdâvimleri bizler, alacaklı bile sayılmadık ki Allah rızasından başka bir ödül de beklememiştik...
Ömürlerin emekleri inkâr edilerek elli yıllık muhteşem bir mâzi reddedilerek merkezleştirilmeğe çalışılan, her fikre veya siyâseti meslek edinmiş lümpen her kese açılan MHP'nin; "Dâvanın Aysbergleri"ne kapatıldığı, "Ülkü Devleri"nin dışlandığı, despot-zâlim bir dönem yaşadık on iki sene!
Canımız, asılırken bu kadar acımadı! Kanımız, kurşunlanırken bu kadar donmadı! Hiç bir Ülküdaşımızın cenâzesinde, göz yaşlarımız içimize bu kadar mızraklaşmadı! Elinden en sevdiği oyuncağı alınmış haşarı çocuklar gibi estirilen sûni fırtınaların önünde kalıverdik! Canımızı acıtanın canını acıtabilmek ama yarım asırlık bir harekete zarar vermeden hesaplaşabilmek için meşrû yolları, meşrû zemin ve zamanlarda denedik. Uyum Yasaları'nda, Tahkim Yasaları'nda, apo alçağının özel bakıma tâbi tutulmasında pay ve vebâl sahibi Bahçeli ve "yol arkadaşları" ile birlikte olmadığımız için yalaka taraftarlarca hâin ilan edildik!
Sözle söyleyenin yakışmaması yüzünden on iki yıldır, zamansız bağıran, önce destek verip sonra grup toplantılarında bağırarak gûya soru soran, komikleşen bir muhâlefete mecbûr kaldık! Bize saldıranlar, ülkücülüğü-Türk Milliyetçiliği'ni 1944'teki gibi suç hâline getirmek isteyenler, "Hepimiz Ermeniyiz." diye sokakları dolduranlar, bölücü alçaklara insan hakları savunması yapanlar, vatanı bir kadın memesine değişenler, Bahçeli ve ekibine methiyeler dizdiler bu arada!...
Veee sonunda Başbuğ Türkeş tedrîsli, Ülkü Ocakları pınarından feyizli bir Ülkücü, gidişattan rahatsızlığını meşrû yollarla ve itirâza mahal bırakmayacak şekilde ortaya koydu. Tüzük ne der? Yasaların gereği nedir? Çok umurumda değil ama; "MHP, yolsuzluk, peşkeşin ve işbirlikçiliğin odağı olmuş AKP iktidarına millet adına soru değil, hesap sormalıdır. Bölünmeye yeşil ışıkların yakıldığı, sınırların peşkeş çekildiği bir Türkiye'de MHP, gök kubbeyi, işbirlikçi AKP iktidarının başına yıkmalıdır." tesbît ve tavrına harfiyyen katılıyor ve heyecanlanıyorum.
Keser dönmüş, sap dönmüştü görüyordum! Yanlış hesâbın dönmesine kalmıştı iş!
Tazının aksaklığı da tilkiyi görünceye kadarmış!
"Biz de sizdeniz! Biz de sizdeniz!" Ya siz?...
"TÜRK'ÜN HER ŞEYİ GÜZELDİR VE HER ŞEYDEN GÜZELDİR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Mayıs 29, 2009

ZORUN SONU MUTLULUK...

Coşkun sular bir yerlerde durulur
Yeterki vardığı yeri düz olsun,
Gün gelir haksızdan hesap sorulur
Yeterki yerinde duran söz olsun...

Bilmeyene dardır dünyaca yerler
Elbette hamama girenler terler
Yağmurun adına bereket derler
İster bahar yağsın, ister güz olsun...(M.A.)

İnançsız-itikatsız, güvenmeyen-güvensiz, asayişsiz-huzursuz bir toplum olduk! Ne kimseye güveniyoruz, ne bize güvenen var! Aldatan aldatana, soyan soyana, söğen söğene, kıran kırana günlerdeyiz, adına hayat denirse!
Tahtaravalli ettiğimiz dünyaya binmiş inip-çıkıyoruz! Tahtaravalli dünyamızla yukarı çıkarken hafif biz, aşağı inerken ağır biziz!
Ağlayan da biz, ağlatan da! Aldanan da biz, aldatan da! Yoldan geçene küfreden de biz, yoldan geçeni tahrîk ederek küfrettiren de!
Bu kadar suskunluğumuz, bu kadar sessizliğimiz bu yüzden!
Ne seçilenden memnûnuz, ne de seçilmeyenden vaz geçeriz! Adına demokrasi denilen bir ithâl "izm"le tanıştık tanışalı böyleyiz! Batılılaşma adıyla taklitçiliğe soyunduğumuz yıllarda Namık Kemâl, bu yüzden; "Kimi görsek etekleriz/ Ne utanmaz köpekleriz!" diye feryâd ü figân etmiş!
Türk Atatürk, binbir emekle Cumhuriyeti ilan edip yönetimi, millete teslîm ettikten sonra, 1948'de Neyzen Tevfik;
"Sen şifâbahş sanma bu teşkilâtı
İlmi biz, halkı uyuşturmak için kullanırız." diye bu yüzden şikâyetlenmiş!
Eğer unutmasaydık, unutmadıklarımızdan gereken dersi alsaydık, üzerinde güneş batmayan bir coğrafyadan Anadolu'ya döner miydik? Kimden yana olduğumuzu belli etmeden, eyyamcılık yaparak her kesin bizden yana olmasını beklemek gafletine düşer miydik?
Kimleri yalnız bıraktıysak, onlar tarafından yalnız bırakıldık! Kimleri terk ettiysek, onlar tarafından terk edildik! Bizi terk ettiren de, kendimizi yalnızlığa mahkûm eden-ettiren de biziz!
Millet olarak tedâvisiz bir illete düçâr olduk. Toprağı vatanlaştırmak için yüzlerce yıl, milyonlarca can verip ırmaklar gibi kan akıttıktan sonra vatanlaştırdığımız yerleri yeniden topraklaştırabilmek için bağrımızda hainler icat ettik, kanla-canla vatanlaştırdığımız yerleri parayla satarak hem ceddimize ihanet ettik, hem de vatanı topraklaştırmaya niyet ettik!
"Yüzümüz yok bakacak kabrine ecdâdımızın
Tükürür çehremize zannederim tarihi!" derken Neyzen, bizi mi târif ediyormuş?
Vatanı bu kadar ucuzlatmak, milleti bu kadar hafifsemek, milliyetçilik maskesiyle halkçılık yapmak, demokrat maskesiyle bölücüleşmek, diplomat maskesiyle korkaklıkta zirve yapmak var mıydı?
Bu kadar açıkça yapılana, bu kadar sessizce seyircilik var mıydı?
Aklımızı başımıza toplamak zamanı! "Taş bitti inşaat paydos!" diyemeyiz biz. Vatanlaştırdığımız toprağı kazarak kerpiç yapıp inşaatımıza devam zorundayız. Hiç kimsenin ne kara kaşına, ne de taşına muhtâç değiliz! Ya Avrupa'dan öğrendiğimizi zannettiğimiz Polyanna rolüyle, sahte gülümsemeyle suratımızı kırıştıracak, ya da Ferhat'ça dağları delip mutluluğun zor yolunu seçeceğiz! Zorun sonu mutluluk. Ödülü, Şirin'imiz...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Mayıs 28, 2009

YEŞİL'LİK OLSUN DİYE...

"Bir gün, babam bölgede dolaşırken teröristler yola pusu atıyorlar. Bir kaç aracı durduruyorlar. Milleti araçlardan indiriyorlar. Tek sıra halinde diziyorlar. .... Teröristlerin başındaki adam, yüksekte bir kayaya çıkıp başlıyor örgütün propogandasını yapmaya. Kendi ideolojilerini anlatıyor. Sözde halk mücadelesinden, devletin kürt halkını ezmişliğinden falan bahsediyor. "Biz güçlüyüz!" diyor... "Yolların kontrolü bizde!" diyor... "Devlet bizi buralardan atamaz!" diyor falan... Böyle kendince propogandasını yaparken en son; "Hani devlet nerede? gelsin bizi buradan indirsin bakalım!" dediği anda konuşmayı sabırla dinleyen babam, silahına davranıp adamı alnının ortasından vuruyor. Adam düşüyor kayadan. .... Babam kayaya, o teröristin konuştuğu yere çıkıyor. "İşte devlet burada!" diyor." (Yeşil-131-132)
Günlerce Yaygın Medya'da bir kitaptan bahsedildi. Yeşil lâkabıyla bilinen Mahmut Yıldırım'ın oğlu Murat Yıldırım'ın anlattığı, Cemâlettin Emeç'in yazdığı bir kitaptan... Gûya kitabın tanıtımı yapılırken Yeşil'in sağ olduğu, böyle bir suç makinesinin yakalanamamış olduğu îma edilirken devletin aczi, devletin bazı gizli-derin güçlerin kontrolünde olduğu, hâlâ gladionun çökertilemediği işâretleri verildi! Hem de anlı-şanlı Paşalarımız, kahramanlıkları tescîlli madalyalı komutan ve görev adamlarımızın cezaevine koyulduğu, gûya ihtilalci bir örgütün yargılandığı bir dönemde!...
Hem gerçekten Yeşil'i, ailesini, çocuklarını merak ettiğimden, hem de ailesinin gözünde Yeşil'in nasıl biri olduğunu öğrenmek istediğimden hemen edindim kitabı. Akıcı üslûbu ve anlatılan, işâret edilen galiba ve özellikle bir yerlere mesaj mâhiyeti yakıştırdığım kitabı, bir solukta iki kere okudum.
Yeşil'in Oğlu'nun konuşması elbette haberdi ve bizim Yaygın Medyamız da bu haberi yaptılar! Kitapta yakaladıkları işâretleri, günlerce bangır-bangır bağırdılar! Nedense hiçbirinin dikkatini; -yukarıya alıntıladığım- PeKaKa'nın sorup sorguladığı, Yeşil'in varlığını ispat ettiği Devlet olgusu, Devlet anlayışı çekmemiş!
Devlet olmanın, devlet kalmanın olmazsa olmaz kurumlarından olan istihbârat ve çok gizli özel kuvvetlerinin olduğunu, Yeşil nâmıyla deşifre edilen Mahmut Yıldırım'ın da bu özel kurumun mensuplarından olduğu ve kim ne derse desin, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, Yaygın Medya'nın aleyhte, tanıyan ve sevenlerinin efsâneleştirerek, hâlâ PeKaKa'lıların adını korkarak terennüm ettiği Yeşil'i, Oğlunun ağzından dinlemek beni çok heyecanlandırdı!
Devlete olan güvenimin ve itimadımın sarsılmazlığında çok katkısı olan Bahaeddin Özkişi'nin 1979 baskılı "Köse Kadı" romanını hatırladım. Macaristan'ın etnik propogandalarla Osmanlı'dan koparılmasına çalışıldığı dönemlerde, Macaristan'ın en derinlerine kadar nüfûz etmeyi başarmış Köse Kadı namlı Türk Beğinin olağanüstü irâdesini, mücadelelerini hatırladım. Köse Kadı ile Yeşil arasında belki de romantikleşerek benzerlikler kurdum!
Bütün vatandaşlarına eşit mesâfede ve âdilâne davranamayan; suçlularını âdil ve âcil bir şekilde yargılayıp cezalandıramayan, şâki ve asilere anladığı dil ve üslûpla mukabele edemeyen devletin varlığı sohbet edilmeli değil midir diye de düşündüm!
Düşündüm canım yandı! Düşündüm öfkelendim! Zorla ve kendi eliyle öldürdüğümüz Abdulkerim Kırca Albay'ı bir daha rahmet ve minnetle andıktan sonra; madalyalarla kahramanlıklarını tescîllediğimiz görev adamlarımızın halini ve bütün bu akıl almaz davranışlara rağmen onların vakûr susuşlarını ve hakkını teslîm ederek Yeşil'i de saygı-minnet ve muhabbetle yâdettim!...
Umarım bu kadarla kalmaz. Umarım bu kere acele edilmeden, profesyonelce ve Türkçe duygularla anlatılarak yakın tarihimizin son otuz yılı, bir daha bir daha anlatılır, yeşillerimiz solmasın ve her zaman yeşillik olsun diye...
"YIRTICILAR AZ YAŞAR, UZUN SÜRMEZ DOĞANLIK!"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Mayıs 26, 2009

İTİRÂZIM VAR İTİRÂZIMA!...

İtirâzım var yiğitçe, mertçe, erkekçe, Türkçe, Türkeş'çe, Atatürk'çe!
Düşmana itirâz etmem! Gelir savaşırım, gider, basar savaşırım. Başlıysa baş eğdirir, dizliyse diz çöktürürüm. "Tek düşman kalmayıncaya kadar" der ölümüne savaşırım. Ölürüm, öldürürüm, itirâz etmem! Lâkin hâine itirâzım var!
Kalleşe itirâz etmem! Kalleş, itirâz etmek için tanınmaz zâten. Tanınsa kalleş olamaz! Puşta dağ dayanmaz mış! Kalleşe mertin dayanması zor. Arkadan vurur kalleşçe, yine sırt üstü düşerim! Yüzümü görsün, gözünü arayan gözlerimdeki son şimşeği görsün, ödü patlasın diye! Ölürüm kalleşin kalleşçe saldırısıyla itirâz etmem! Ölümümü, düşmana muştulayan hâine itirazım!...
PeKaKa'lıya itirâz etmem! Kalleştir. Düşmandır. Piyondur. Haçlı'nın taşeronudur. Alçaktır. Kalleşçe baskın yapar ölürüm. Peşine düşer itlâf ederim. Telef eder gebertirim. İtirâz etmem ama itlâf ettiğim, geberttiğim, bölünmezliğimi korumak için telef ettiğim terörist kalleşe "insan hakları" var diye arka çıkan, demokrat maskeli hâinlere itirâzım!...
Devrimciye itiraz etmem! Yokluklarını hissediyorum. Özlüyorum bile! Düşmanın merdini en son onlarda yaşamıştım. Ölmüştüm, öldürmüştüm. Yıllarca kavga etmiş, yıllarca "Niye dövüştük?" diye sormuştum, sormuştu, sorgulamıştık. İtirâz etmem devrimciye ama devrimcilikten geçinenlere, "68 Kuşağı" adıyla savaşçı devrimcilerin ruhlarını inciterek onların arkadaşlığı maskesiyle geçinen, işbirlikçilere, medyatik şebeklere, kapitalizmin elinde,kucaktan kucağa dolarlarla alınıp satılarak gezen pespâyelere itirâzım!...
Etrafımda gördüğüm mantıksız kalabalığa -hâşâ- itirâzım yok. Bu kalabalık içindeki yalnızlığa itirâzım! Bu kadar gürültü arasındaki sessizliğe, sessizlik içindeki suskun çığlıklara itirâzım!...
Selâm arkasına saklanan menfaate, gülücükler arkasına saklanan, sırıtırken mîde bulandıran arsızlara; âlenen alkışlayıp arkadan somurtan yalaka-taraftar sahtekârlara itirâzım!...
Ne düşmanın, ne de dostun merdine -hâşâ-itirâzım yok. İtirâzım sahtenin her türlüsüne!...
İtirâzım, karıştırılan kavramlara! Dostluğun arkadaşlıkla, arkadaşlığın yoldaşlıkla, aşkın çiftleşmeyle, sırrın yüzleşmeyle, kavganın münakaşayla, ispiyonluğun itirafçılık denen alçaklıkla karıştırılmasına itirâzım!...
İtirâzım; milliyetsiz milliyetçilerin kahramanlarıma gülüşüne; kahramanlarımın hâla bu sahtekârlar için bile ölüşüne itirâzım!...
Demokrat maskeli zorbalığa, diplomat maskeli korkaklığa; zorbalıklarını ümmetçilikle, cemaatçilikle, müslümanlıkla maskeleyen mürâîlere itirâzım!
Bağımsızlık için savaşan devrimciyle kavgayı milliyetçilik zanneden emperyalist piyonuna; uzaktan kumandalı millet karşıtı davranışın adını devrim koyan, en-tellek-tüel bağnaz-yobazlara itirâzım!...
İtirâzım düzene! Düzenin ezmesine, düzence ezilmesine rağmen düzeni savunana itirâzım!...
Ellerini, dillerini, ceplerini, hatta yataklarını karıştıranlara; orospuluğu sosyeteleştirenlere, hırsızlığı-yolsuzluğu-hortumculuğu dâr-ül harb îlan ettikleri ortamda meşrûlaştıran dinsizlere, Allah ile aldatanlara, öfke ile muhabbeti barıştırıp sarmallaştıranlara itirâzım!...
İtirâz edilmesi gereken sayısız sebep varken itirâz eden muhaliflere itirâz eden sahtekâr demokratlara itirâzım!...
Fikir adamına itirâzım yok! Devrimcisine de, ülkücüsüne de! Yıllarca ülkücülüğün sesi olmuş, hâla arabalarında "eşşek gibi" kasetlerini dinledikleri Ozan Arif'e saldırmayı yüreklilik ve ülkücülük sayan ama PeKaKa'lılara karşı demokratlaşan, farklılıkların farkında olacak kadar halkçılaşan, taraftarlıkla ülkücülüğü birbirine karıştıran âcizlere itirâzım!...
İtirâzım, itirâzıma! İtirâzım, anlaşılmayan veya anlatamadığım itirâzlarıma!...
İtirâzım var. Yiğitçe, mertçe, erkekçe, Türkçe, Türkeş'çe, Atatürk'çe...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Mayıs 25, 2009

OLAĞANÜSTÜ KOGRE SONRASI

Zaman hızlı. Ömür kısa. Ölüm, var!...
Hem de; "Her yaratılan, ölümü tadacak." zârif ilâhî târifiyle, bir lezzet olarak var ölüm!... Ölüm, korkulacak, kötü bir şey olsaydı adı lezzet olarak öğretilmez ve İki Cihan Serveri Hz. Peygamber(s.a.v.)'imiz ölümü tatmazlardı.
Yakın bir geçmişte, ölümün tadını bir daha tattık! Bu kaçılmaz, kaçınılmaz ilâhî tadın acısı ağlayan bizlere; lezzeti ise bizleri ağlayarak bırakıp "Sonsuzluğun Sahibi"yle vuslâta erene düştü. Giden gitti dönülmez adresine.
Kalanlardan; ağlayan, "Onsuz hayatı n'ideyim?" diye yananlarla, hayat devâm ediyor diyen dünyaperestler, bir paylaşım istediler verâseten intikâl eden bir mîrastan!...
Türk dünyası, bir "Büyük Birlik" sevdâlısını; Ülkücüler, "Bütün Zamanların Ülkü Ocağı Genel Başkanı"nı; genel başkanlığını veya başkanlığını görenler ömürleri boyu "Reis"lerini; Alperenler değişmez Liderlerini; ailesi babalarını-eşlerini; akrabaları, Ankara'daki tek kapılarını ve gurur duymaya devam edecekleri bir büyüklerini; iktidârı-muhalefetiyle siyâset, lekesiz apak bir ahlâk örneğini; gölgelerinden ürkenler, alternatif genel başkanlık rakiplerini; siyâsi hayaller kuranlar, hayâllerinin oluşması için kapısında bekleyecekleri umut kapısını; sevenler sevdiklerini; kinleri geçmeyen "çakar almazlar" bir Yiğit Düşmanlarını kaybettiler! Ben ise bir Dostum'u kaybettim...
Huzursuzum! Uykusuzum! Gerginim!...
Kimi, niye tebrîk edip, kimlere niye sitem etmeliyim veya etmeli miyim bilmiyorum!
Ömrünü hîbe ettiği "Büyük Birlik Hayâli"nin, teşkilâtlı hâlini, Emr-i Hakk ile vârislerine bırakarak göçtü Yiğit Dostum.
Hayâllerinin, şimdiden sonra daha diri, her geçen gün biraz daha iri, gerçekleşmeğe biraz daha yakınlaşmasına öyle duacıyım ki! Samanlıktan iğne ararcasına oluşturduğu, yakın mesâi arkadaşlarına, ülküdaşlarına, sırdaşlarına teslîm edilen teşkilâtlarının hızla büyümesini öyle istiyorum ki.
Emr-i Hakk'ın vâki olduğunu, bütün Türkiye'ye, Hz. Ebu Bekir(r.a.)'ce; "Vuslat Kurultayımız" diye duyuran ve acısına dayanamayarak baygınlık geçiren, emânetin taşınmaz yükünün altına girdikten sonra bile konuşurken tebrîk kabûl etmeyecek kadar yaralı bir yüreğin sahibi; "Abi, Allah rızası için bana güç-kuvvet için dua edin." diyerek sorumluluğunun, yükünün, emânetinin farkında olan Yalçın Toçu'yu, alnından öpüyorum.
Devletle milleti, devletle dîni; Müslüman Atatürk'le Müslüman Türk Milletini; perâkendeleştirilmiş Ülkücülerle Alperenleri; Tûrancılarla Nizâm-ı Âlemcileri; Türk Töresi ile yasaları, yıllarca birbirine saldırtılan birbirine kırdırtılan kardeşleri, karıştırıp barıştırmak gibi ulvî bir mîrasın vârisi Yalçın Topçu...
Muhsin Yazıcıoğlu gibi dupduru bir Anadolu Türkmen Yiğidi'nin cezbesiyle; birilerinden hesap sormak düşüyle, yarım bırakılan hayallerini tamamlamak düşüncesiyle, siyâset yapmak-millet vekili olabilmek hevesiyle, dünyalık kazanabilmek için hazır bir gücün desteğini sağlamak kurnazlık veya akıllılığıyla Büyük Birlik Partisi'ne gelip Yiğidimiz'in aramızdan zamansız ayrılışıyla sükût-u hayâle uğrayanları tesellî de Yalçın Topçu'nun işi artık!...
Tanıyan herkesin, kendisini çok sevdiğini söylediği ve aslâ yalan söylemediği Muhsin Yazıcıoğlu'nun asla çıkar beklemeden gösterdiği sevgi taksimâtını da Yalçın Topçu yapacak şimdiden sonra!
Kolay mı? Değil... İmkânsız veya çok zor mu? Vallahi o da değil...
Tanıdığımız tek 'Sevgi Savaşçısı'nın yakın mesâi arkadaşı, son zamanlardaki en yakın sırdaşı olarak O'nun davrandıklarına, O'nun gibi davranmayı denemesi, yeter. Bu becerilebilir mi? Umudum ve inancım -inşallah- Evet...
Olağanüstü Kongre, olağanüstü meseleleri olan memleketimize, Devletimize, Türk Dünyasına, gerçek Büyük Birlikçiler'e hayırlı uğurlu olsun. Yeni Başkan Yalçın Topçu ve yönetimine de Allah güç versin, yardım etsin...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Mayıs 24, 2009

SELÂM VERMEK, SÜNNETTİR...

Selâm taşına toprağına,
Selâm semâsına Bayrağına,
Selâm sağcısına-solcusuna. Ülkemin sevdâlılarına merhaba...
Selâm doğru memura, doğruyu aptal sayan mağrûra,
Selam okuluna mahkûm öğretmene,
Selâm üniversiteyle kavgalı töreme,
Bütün suçlara tesettür olan türbana, merhaba...
Selâm köy köy nakışlı danteller. Selâm câhil ukalâ enteller,
Selâm "insan hakları" maskeli hainler,
Günde bir kere öldürülmeğe çalışılan, ölmeyen Atatürk'üm merhaba...
Selam toprağı vatanlaştıran şühedâm. Selâm uzuvlarıyla vatan bekleyen gazim,
Selam ölümü öldürenler. Kahramanıyla, şehîdiyle küstürülen tarihim merhaba...
Selâm ekmekleri alınanlar,
Selâm emekleri çalınanlar,
Selâm haklıyken yalnız kalanlar. Darağaçlarından selâm alan Devler, merhaba...
Selâm inanan-inanmayan,
Selâm yüzsüzlüğü yüzünden kovulamayan,
Selâm hakkı için kavgaya soyunmayan,
Çalan, çırpan, soyan, hortumlayan arsız îman bezirgânı merhaba...
Selam Ülkü Devleri'm, Devrimcilerim,
Selâm tatil köyü cezâevlerim
Selâm inkâr edilen emeklerim. Kemikleri çürüyen ölümsüz Ülküdaşlarım merhaba...
Selâm emperyalizme saldıran ülküdaşım,
Selâm "faşizme ölüm" diyen yoldaşım,
Selâm evimi hücre edinen evdeşim. Cezaevi ziyâretlerinde büyüyen çocuklarım merhaba...
Selâm sorgulanan namazım,
Selâm horlanan Muhammedî âvâzım,
Selâm silahtan daha etkili hür yazım, Siyâsete çerez edilen îmanım merhaba...
Selâm içi boşaltılan millî müfredâtım,
Selâm cemaatten korkan imamım,
Selâm cemaatsiz camim mihrâbım. Söylenen milleti duymayan Devletim merhaba...
Selâm dünya jandarmasının silâhı dolarım,
Selâm dolaristan'a yutulan sınırlarım,
Selâm hayallerim duâlarım. Savaşmadan yenilen Yorgun Savaşçı'm merhaba...
Selâm 'Çatalkaram, çingenem, 'Selâm müftüm, cem evlerim, Can Dede'm,
Selâm Tahtacılar, Kızılbaşlarım, Selâm içime mızraklaşan göz yaşlarım,
Nârasıyla semâ patlatan sessizliğim merhaba...
Selâm Türk'üm, Türkiye'm, Selâm mukaddeslerim törem ve türem,
Selâm anam, bacım. Selâm şühedâ emâneti ülkem,
Kahramanlığı sorgulanan tarih yazanlarım merhaba...
Rabb'im'in himmeti, dostların ruhsatı, yüreğimin hasreti, kalemimin hikmetiyle buluştuğumuz, ölsek te ayrılmayacağımız Gönüldaşlarım merhaba...
İçimden selâmlaşmak geldi. Ben sünneti işledim...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Mayıs 22, 2009

TÜRK MİLLETİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ'NE ...

Kavramlar karmaşasında, ithâl 'izm'lerin bilgi kirliliğinde ve sessizce süren "münevver-aydın çekişmesi"nde bozulmaya yüz tutan millî bütünlüğümüzü koruyabilmek için iş, bir daha Türk Milliyetçileri'ne düştü.
Yeniden Türk Milliyetçileri olarak siyâseten sahipsizliğe terk edilen ve bu yüzden biteceği, bitirilebileceği zannedilen Türk Türesi'ne-töresine sâhiplik, Türk düzenini yeniden yapılandırmak, bir daha Türk Milliyetçilerine düştü.
İş başa düştü!...
"Türk Milleti! Düşündüm. Görür gözüm görmez gibi, bilir bilgim bilmez gibi oldu, düşündüm. Tanrı, karar verip kişi oğlunu ölümlü kılmış. Böyle deyip düşündüm. Gözden yaş gelse de, gönülden iniltiler gelse de düşündüm. Milletim ağlamaktan harap olacak diye düşündüm. ... Türk Milleti; Dağlar gibi yığdığın kemiklerinden, seller gibi akıttığın göz yaşlarından nâdim ol! Türk Milleti, titre ve kendine dön!" diye Orhun Yazıtları'yla tarihten bize seslenen Bumin Kağan'ın öğüdünü; "Yüksek Türk! Senin için yükselmenin hududu yoktur." diyen Muhteşem Türk Atatürk'ün vasiyetini dinlemek ve tutmak, Yeniden Türk Milliyetçileri'ne düştü.
Batı'dan ithâl demokrasinin uygulanması daha doğrusu uygulanmaması sonucu, bizde bazı yapay siyâsi terimler oluştu. İsmet Paşa ile başlayan "Ortanın Solu" ve buna tepki olarak bir sağcılık görüldü. Yıllarca sağcılık-solculuk çekişmesiyle iki kutuplu bir Türkiye sahnelendi!...
Sağcılığın da, solculuğun da ithâl olduğu tesbît edilip aydın geçinen 'batıcılar'ın ulusalcı; milletten uzaklaşmayı yozlaşma sayan münevverlerin "milliyetçilik" merkezli düşünceler üretmeleri üzerine aradakiler tarafından, çok renksiz, kişiliksiz bir siyâsi söylem icat edildi: Merkez!...
Sağ ile sol adına, ülkücü ve devrimcilerin birbiriyle kapıştırıldığı, ölümüne savaştırıldığı karmaşık dönemlerin icâdı olan renksizliğin adı, merkezcilik oldu! Oysa siyâset literatüründe, "merkez" diye bir kavram yok! Dahası, merkezin sıfır olduğunu bile bile Batı taklitçiliğine uygun davranmak isteyen siyâsi oluşumlar, merkezin ya sağında, ya da solunda olunması gerçeğini unuttular, unutturmaya çalıştılar! Sağcılar, "merkez sağ"; solcular, "merkez sol" diye uyduruk kavramlara sığındılar!
Oysa ülkücüye sağcı, devrimciye solcu denmesini bile hakâret sayan ülkücü ve devrimcilerin gerçek temsilcileri hâlâ hayattalar ama maalesef siyâsetin dışındalar! Siyâsetin renksizliği ve inandırıcılıktan uzaklığı asıl kimlikli-kişilikli siyâset adamları olan ülkücü ve devrimcilerin siyâsetten uzaklaştırılması yüzündendir.
Renksizliğin geçici hakimiyetinden korkan, ürkek milliyetçiler ve solcular da bu tuzağa düştü ve merkezleşmeye soyundular! Onlarca yıllık, şanlı siyâsi geçmişlerini inkâr âcizliğine düştüler! Bu ithâl sağcı ve solcuların içinden çıkan duyarlı akıllar; bu ithâl ve millete yabancı siyâsi davranışları reddetmeden uyum sağlayabilmek için millî maskeler, yapay çâreler aradılar! Çok acı ve çok utandırıcı olmasına rağmen bu millî maskeler, "Din, Laiklik ve Atatürk" olarak seçildi! Dinden, dincilikten geçinenlerle; dincilikten, laikçilikten geçinenlerle; Atatürk'ten, Atatürkçülükten geçinenlerin emperyal senaryolar gereği, yapay ve incitici mücâdeleleri ile geçti onlarca sene!
Avrupa kaşığı ile Türk haşılı yiyilemeyeceğini anlamayan, Batı'yı taklîtle aydın olabileceklerini zanneden düşünce kimliksizleri yüzünden, Anayasa'da; "Hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir." düstûru; "Hâkimiyet; kayıtlı, şartlı genel başkanlarındır." şekline dönüştürüldü!Batı taklitçisi aydınlar, yalakalaştırıldı. Millet fukaralaştırıldı. Türk Milliyetçileri, yönetimden ve siyâsetten uzaklaştırıldı! Devrimciler, siyâseten yasaklı ama romantik malzeme olarak her yıl belli günlerde sohbet konusu veya en kibar söylemle konu mankenleri edildiler!
Rol yapmanın, yaşamaktan zor olduğunu, taklit etmenin özel bir yetenek gerektirdiğini anlamaktan uzak, aktör genel başkanlar yüzünden de dünyanın hiç bir yerinde görülmeyen, tarihin hiç bir döneminde benzeri bilinmeyen bir sistemsizlikle başbaşa kaldık! Sistem diye dayatılan bu sistemsizlik curcunası içinde, devletin kurumları arasındaki insicâm- uyumlu gidişat bozuldu!
Siyâsi malzeme edilen din ve milliyetçiliğin genel başkanlarca kendi konumlarını korumak için malzeme edilmesiyle de; din de, milliyetçilik te, cumhuriyet te, laiklik te giderek millete yabancılaştırıldı veya millet bu kavramlara karşı güven yitirdi, duyarsızlaştı! Bu siyâsete ve kavramlara yabancılaşma ile başlayan- başlatılan özden kopuşu engelleyebilecek tek davranış kaldı:
Yeniden Türk Milliyetçiliği.
İki elin bir baş için olduğunu kesinlikle kabûl ederek, Türk olan her düşünceye bağrını ve sînesini açarak, "Ne mutlu Türk'üm diyene" düstûrundan korkan işbirlikçilerin bile bizden olduğunu unutmadan onları da kazanabilmek için gereken muhabbeti veya cezalandırma müesseselerini yasal olarak faaliyete geçirerek birliği sağlayacak bir milliyetçilik.
Devletle dinin barışık olduğu, devletin bütün dinlere ve din adamlarına eşit mesafede olduğu, okullarda tevhîd-i tedrisatın yeniden sağlanmasıyla gençlik arasında dinsel ve düşünsel ayrımcılığın en aza indirgendiği, devlete ve vatana sadık her bireyin etnik kimliğine bakılmaksızın lâyık olduğu her vatandaşlık hakkından istifâde ettirildiği, bütünleyen milliyetçilik...
Türk Milliyetçiliği, bir imparatorluk bakîyesi olan coğrafya da ve çok uluslu bir toplumda zor iştir elbette! Milliyetçiliğin bir zillîyet, bir soya mensûbiyet gerektirdiğinden hareketle dînci siyâsiler; "Üstünlük takvâdadır." öğretisiyle karşı çıktılar milliyetçiliğe! Sonradan ulusalcılaşmaya çalışan demokrat maskeli, milliyetsiz millîciler, ulusalcılar ise; "halklar, halkların kardeşliği, halkların eşitliği, halklara özgürlük" şeklindeki batı ithâli söylemlerle, millet yapısını gevşetmeye, millî bütünlüğü parçalamaya çalıştılar!...
Türk Milliyetçiliğinin Avrupa'da yüzlerce yıl yaşanan etnik- şövenist- ırkçı soy kırımlarla hiç benzeşmediğini, Türk Milliyetçiliği'nin hâkim olduğu hiç bir Türk yönetiminde ne soy kırımların, ne de asimilasyonların uygulanmadığını, anlatmakta geç kalındı! Atatürk'ün; çöken imparatorluk molozları içinden çıkardığı Cumhuriyet Devletini anlamakta ve anlatmakta geç kalındı!Atatürk'ün; "Ne mutlu Türk'üm diyene." şifre formülünün anlaşılması ve anlatılması, Alparslan Türkeş'in; "Onlar ne kadar Kürtse ben de o kadar Kürdüm, ben ne kadar Türk'sem, onlar da o kadar Türk'tür.", "Ne mozaiği ulan!" millî şifresinin anlatılması, engellendi!
Türk Milliyetçiliği'nin formülünün Orhun Anıtları'nda, tarihe yazıldığı, münevverlere saldırtılan batı düşünceli aydın(!)lar sâyesinde unutturulmaya çalışıldı! Orhun Yazıtları, dikkatle okunduğunda Kağanların, Türk kara kamağı'nın (hakların) rahat ve refahları için çalıştıkları görülür. Türk Kağanlar, açların ve çıplakların koruyucusudur. Halbuki ortaçağ Avrupasında, tekfurların, kralların, hatta şövalyelerin bile böyle bir gayreti ve düşünceleri yoktur.
Orhun Kitâbeleri'nde; "Üstte gök çökmedikce, altta yer delinmedikçe Türk Milleti; ilini, töreni kim bozabilir? Türk Milleti, pişman ol, kendine dön." şeklindeki tarihi uyarıda Türk Milliyetçiliği ülküsü, çok açıktır...
Orhun Kitâbeleri'nin 1889'da bulunuşuna kadar çoğu kimse, Türk Tarihi'nin Selçuklular'la başladığını zannederdi. Rus, Yadrintseff, bu anıtları bulduğunda, yazıları çözememiş; Cermenlerin, Macarların, Finlerin hatta Slavların atalarına ait olabileceğini söylemişti. Türkler'e ait olabileceği, kimsenin aklına bile gelmemişti. Danimarkalı W. Thomsen, kitâbeleri okumayı başarınca; Türk Milleti'nin müthiş bir belgesi, ortaya çıktı. Bütün Batı'yı hayrete düşüren bu gerçekle birlikte Avrupa'da Türkoloji çalışmalarına hız verildi. Bizde ise o günlere kadar hakaret anlamlı kullanılan Türk kelimesi, baş tacı edilmeğe başlandı. Nihâyet Atatürk; kurduğu Devletin adına ve kendi soyadına TÜRK dedi.
Türkler tarih boyunca, genel tarih akışına büyük etkiler yapan yüzden fazla devlet ve ondan fazla imparatorluk kurmuştur. Bunların içinde Türk adıyla kurulan ilk devlet Göktürkler'dir. Türk adıyla kurulan ilk devlet olması ve aynı zamanda tarihe Orhun Kitâbeleri'yle belge bırakılması özelliği ile Göktürkler Türk tarihinde bir ayrıcalığa sahiptirler. Orkun Yazıtları'nda en belirgin unsur olarak kuvvetli bir millet şuuru görülür. Bu yüzden Göktürkler, Türk tarihinde özel bir yer tutarlar. İlk defa Türk adıyla kurulan bu devletten 1178 sene sonra, Türk adıyla bir devlet daha kurulmuştur o da Türkiye Cumhuriyeti'dir. Atatürk'ün Bumin Kağan benzeri duygularla kendisinden çok çok daha evvel ve fazla milletini düşünmesi, istediği her yönetimi getirebilecek bir atmosferdeyken yönetimi tamamen millete teslîm edebilmek için Cumhuriyeti seçmesi, Türkçe bakıldığında, Türk Milliyetçiliği gözlüğü ile bakıldığında mânidardır.
Batıca düşünüp Türkçe konuşan, aydıncılık oynayan entellektüellere göre Göktürkler dönemi, Türk tarihinde önemsenmez ama Türk Milliyetçiliğinin düstûrlaştırılması, kendilerinden sonraki nesillere yazılı belgelerle türe ve türe bırakılması, dünya tarihinde ilktir. İlkleri yapmakla, ilkleri uygulamakla dünya milletleri rasında tek ve ilk olan Türk Milleti'nin devletçiliğini, batının asimilasyon ve soy kırımlarıyla meşhûr devletçiliği ile mukayese aşağılık kompleksinden ve kendi şanlı tarihine iftiradan başka bir şey değildir.
Milletiyle kopuk, tarihinden habersiz, taklitçiliği entellektüellik zanneden, bağımsızlığı özümseyememiş, şuur altları işgal veya ipotekli Dolma Kalemlerden başka bir davranış ta beklenemez elbette!
Yeniden Türk Milliyetçileri olarak hiç bir millet veya hiç bir ithal izmin etkisinde kalmadan; bütün sistemleri tanıyıp bilmek ve bu izm ve sistemleri Türk Türe ve töreleriyle mukayese etmek ve bu mukayesemizi görmeyen kör gözlere, duymayan sağır kulaklara sokmak zorundayız.
Siyâseten korkaklığın adını demokrasi, devlet olarak kimliksizliğin adını diplomasi koyan işbirlikçilere karşı, teslîmiyetçilere karşı, aşağılık kompleksine düşmüş biçârelere karşı, günümüz Ali Kemalleri olan "Dolma kalemler"e karşı çıkmak, bunlar hakkında milleti uyarmak ta Türk Milliyetçilerinin işidir.
Yaygın ve yandaş medyada, sayılı okurlarının olup olmadığı da sohbet götürecek gazetecilik oynayan kiralık meczûpları çıkararak küfürleşmelerini, program diye dayatarak beyin yıkama operasyonu yapan işbirlikçileri protesto etmek, veto etmek; onları izlememek-izletmemek, okumamak-okutmamak ta Türk Milliyetçilerinin işidir.
Başbakan'ın ürktüğü, korktuğu gazetelere saldırmasından rahatsız olmadan, aynı üslûp ve -eğer buysa- demokratik hakla millî düşünceye ters her yayını, programı ve Dolma Kalem'i millete ifşâ etmek Türk Milliyetçilerinin işidir.
Her sevginin olduğu gibi millet severliğin de bir sevdâ bedeli vardır. Milleti sevmenin bedeli fedâkârlıktır, milleti sevmenin göztergesi millî menfaatler uğruna bedel olarak candan vaz geçebilmektir.
Yiğitler kan dökmezse bayrak solar, can bedeli verilmeğe devam edilmezse devlet devam edemez. Sonuç olarak: Son Türk Milliyetçisi düşmeden Türk Milliyetçiliği Ülküsü yok edilemez, susturulamaz ve bir tek Türk Milliyetçisinin varlığı, Türk öfkesini, volkan gibi patlayarak faaliyete geçirmeğe yeter...
Bilenler zâten bilir, bilmeyenlere hatırlatmak ve öğretmek te tarih yapmakla mükellef Türk Milliyetçilerine düşmektedir ve bu görev acîlen ifa beklemektedir.
Önümüzdeki bin yılda da burada olacağımızı, burada olarak dünya nizâmına gereken katkıyı vermeğe devâm edeceğimizi, en sağır kulağın duyabileceği güçle, en kör gözün görebileceği renklilik ve latâfetle anlatmak, göstermek te Yeniden Türk Milliyetçiliği neferlerinindir.
Yeniden Türk Milliyetçileri;
İşiniz zor ama imkânsız değil, işiniz kolay ama boş verilecek kadar da rahat değil!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR

"Bırakın onu bunu da... İkiniz de yaralı parmağa işemezsiniz, ikinizin de insanlığa kattığı bir değer yok, ikiniz de lejandında ‘Türkiye Türklerindir’ yazan bir gazetede çalışıyorsunuz. Bu ayıpla yaşasanız ne olur, ölseniz ne olur! .... Kendisine ‘amiral gemisinin kaptanı’ unvanını layık gören arkadaş ve onun ‘sol husyesi’ görevi gören ‘bulaşık çocuk’ nasıl anılacaklar?"(Star-A.Kekeç)
"Yaygın Basın"dan rahatsızdım! Hem yaygın olup hem de kendilerine "ulusal" adını veren gayr-ı millî, anti-ulusal basına öfkelenirdim ki onları melâikeleştiren "yandaş basın" çıktı piyasaya! Yukarıya alıntıladığım iki cümleyi, kaç kere okudum bilemem. Her okuduğumda neler düşündüğümü, hatta sesli olarak ne methiyeler dizdiğimi yazmama, basın yasası izin vermez! "Ama sözün tamamı, aptala..." demişler! Kesinlikle anladı Kel oğlan-Kekeç oğlan!
Kel oğlan-Kekeç Oğlan, lejandında "Türkiye Türklerindir" yazan gazetede yazdıkları için gûya kızmış ve küçümsemişsin! Küçümsediğin aslında o iki kişi değil. Öfkelendiğin de tabi ki!
TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR Kekeç oğlan! Onlarca asırdır, toprak vatanlaşsın diye, onlarca asırdır toprak vatan kalsın diye bedel ödüyor, can veriyor Türk Milleti.
Vatanlaştırdığı bu topraklarda şimdi sen ve senin gibi aşağılık kompleksini en-tellek-tüellikle saklamaya çalışan âcûzelerin hayran olduğunuz veya parayla propogandasını yaptığınız medeniyetleri, tarih çöplüğüne attı Türk Milleti!
Yine kanı-canı pahasına vatanlaştırdığı bu coğrafyada, sayısız Haçlı Seferine göğsünü siper etti, sayısız kere Haçlı'yı; "Geldikleri gibi giderler." inancıyla püskürttü! Giden, kaçtı kurtuldu. Gidemeyenleri de vatanlaştırdığımız topraklar yok etti. Çünkü; "Anadolu toprağı kir tutmaz." diye de bir târif var duydun mu?
Salya-sümük, edepsizce saldırarak kendini tatmîne çalışan 'hadım sadrazamın sol husyesi';
bu topraklar vatan edileli beri Haçlı'nın, siyonistin, emperyalistlerin hayâlini süslemeğe devâm eder! Hayâlinin peşine gelen her kes te; 'Geldikleri gibi gider.' Tarihin buna kaç kere şehâdet ettiğinden de haberin yok değil mi?
Bak Kel oğlan-Kekeç Oğlan; bizler de, toprağı vatanlaştıran şühedânın ahfadı bizler de, "Türkiye Türklerindir." düstûrunu dünyaya ezberleten ırkın ahfâdı bizler de, yani topraklar vatan kalsın diye ölmeğe-öldürmeğe hazır Türkler de, Muhteşem Türk Atatürk gibi, önce işbirlikçileri millî hâfızadan sileceğiz biliyor musun?
Kucağımızda oturup sakalımızı yolduğunuz yeter!
Komşunun yaramaz çocuğunun kulağını çekeriz uyarmak adına. Ebeveynine şikâyet ederiz yaptığı terbiyesizlikse ama kendi çocuğumuz terbiyesizleşirse; "Çocuk azîz, terbiyesi daha azîzdir." töresel öğretimizle çocuğumuzu terbiye ederiz bilmez misin?
Sen, kucağında oturup sakalını yolduğun Milletin öfkesini görmediysen de hiç duymadın mı? Kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aştığını, hangi çılgın diye dünyaya kafa tuttuğunu, medeniyet denilen tek dişli canavarın dişini nasıl söktüğünü hiç mi duymadın?
El kapısında yal yiyip sahibe ürümek varmı Kel oğlan-Kekeç Oğlan?
Sen ve sen gibilerin yazdığı işbirlikçi gazetelere para verenlere sadece acırım biliyor musun? Senin sana hayrın yok ki milletine hayrın dokunsun! Aldığın paranın karşılığı kadar vatana, toprağı vatanlaştıranlara, siyâseten "Türkiye Türklerindir" logosunu taşıyan gazeye değil o zihniyete ve sahiplerine saldırtılıyorsun farkında mısın?
Türk'ün medeniyetler yok eden müthiş öfkesinden korkmayacak kadar büyük paralar mı alıyorsun yoksa be satılık kalem? Bu sefer seni dolduran, yanlış renk doldurmuş haberin olsun be Dolma Kalem!
Bu milletin vatanlaştırdığı toprakların hem nimetini yiyip hem de ona ihânetinin hesâbını mutlaka verirsin bilmez misin? Bilmez misin bu millet düşmanını affeder ama haini asla! Hainlerle hesaplaşma gününde seni işbirlikçilik ettiğin emperyalistler de ve çok güvendiğin sahiplerin de koruyamayacaktır haberin ola...
TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR ve kıyâmete kadar da Türklerin kalacaktır çünkü bedeli candır-kandır ve böyle kalsın diye canlar verilmekte, kanlar sebîl edilmektedir.
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Mayıs 21, 2009

TÜRK BİRLİĞİ'NE KADAR ...

Dostlar; aldığımız tebrîk veya tenkîdler yazı yazmaya devâm nedenlerimizdendir. Tebrîk iletilerine teşekkür ederek arşivimde saklıyor, arada bir de bakarak moralimi düzeltiyorum. Tenkîdlerden ise nefsimin izni kadar istifâde etmeğe çalışıyorum. Bazı tenkîdleri anlamak sıkıntısı çektiğimde de, sizlerle paylaşmaya, sizlerin düşüncelerinize müracaat etmeye ihtiyâç duyuyorum. İşte o tenkîd iletilerinden biri:
"Sayın yazar, sizler gibi düşünen ülkücüler oldukça malesef bizlerinde sesleri kısık çıkar. Siz ki daha Devlet Bahçeliyi anlayamamışsınız. .... Keskin sirke küpüne zarar verir. Ülkücüleri sokaklarda mı görmek hoşunuza gider? Başlığınızı görünce hoşuma gitti ama içeriği okuyunca hüsrana uğradım. Elbetteki sorgulayacaksınız buna kimse engel olamaz ama bence biraz da iktidarı sorgulayın modaya uyupta mhp ye saldırmayın. canan" okurumuzun tenkîdi bu!
Elbette düşüncelerine, MHP'liliğine ve "Ülkücüyüm" deyişine sonsuz saygı... Bir insan, "Ülkücüyüm." diyorsa meselenin %90'nının halledilmiş olduğuna, geri kalan %10'nun ise donanım eksikliği olduğuna ve telâfisinin mümkün olduğuna inanırım.
Başlığı görünce hoşuna gitmiş ama içeriğini okuyunca hüsrâna uğramış bu okur! Bu kıymetli okuru hüsrâna uğratan yazı; "Şimdi değilse ne zaman 'Ülkücüyüm' denilir?" başlıklı yazım.
Daha yazımın mürekkebi kurumadan MHP'nin Diyarbakır'daki tabelâları indirildi! Hüsrân yok!Gidemediğiniz yer ne kadar sizinse, tabelâsının olmadığı yerde de bir parti, o kadar vardır! Ülkenin her yerinde olmayan, olamayan bir parti, ne kadar millî ve ne kadar milliyetçidir? Iğdır gibi Türk Milliyetçiliğinin açıkça yaşandığı ve her zaman milliyetçi oyların diğer düşüncelerden ağırlıklı olarak fazla olduğu bir ilimizi, DTP'ye kaptırıp; "Kürdistân sınırlarını belirledik." beyânatına göz yumulurken veya zemin hazırlanırken de hüsrâna uğradı mı acep bu kardeşimiz?
Terörist-bölücülükten cezaevindeyken, seçim yasalarımızdan faydalanarak Meclis'e giren; "Gâzi Meclis'in renklerini tamamlamak" figürü olarak tasvîr edilen bu art niyetlilerle tokalaşılırken de hüsrân yaşanıldı mı?
Bir de; "... modaya uyup ta MHP' ye saldırmayın!" sözüne itirâzım var! Mevcût siyâsilerden, mevcût "Dolma Kalemler"den MHP'ye, daha doğrusu Devlet Bahçeli'ye saldıran mı var? "Farlılıkların farkındalık"la rahatlatılan farklılardan, Devlet Bahçeli'ye hep methiyeler dizilmez mi? İmralı mahkûmu da dâhil, bölücülerin nerdeyse tamamı, Devlet Bahçeli'ye alkış vurmazlar mı? AKP'yi içine düştüğü veya düşeceği bütün bâdirelerden kurtaran Devlet Bahçeli'ye, 'Yandaş Medya' ve kalemlerden methiyeden başka bir şey mi söylenir?
Bu kadar gayr-ı millînin methiyeler dizdiği bir 'yandaş siyâsi'yi tenkîdin neresi modaya uymaktır? Bu kadar gayr-ı millî alkışçının methiyeler dizdiği bir siyâsiyi tenkîd etmek, hür akıllı dolayısıyla vicdânı hür Ülkücülerin işi değil midir?
Ülkücüleri elbette sokaklarda görmek istiyorum! Bu konuda defalarca yazdım ama tekrarlayayım; demokratik bütün hakları zorlayarak sokaklarımızı târ u mâr eden art niyetlilere inât milyonlarca ülkücüyü meydanlara indirip sesimizi duyurmanın neresi yanlış ve bundan neden korkulur? Hâlâ PeKaKa'lıların korktuğu Ülkücüleri teşkilâtlardan dışlayan Devlet Bahçeli ve yandaşlarını anlamakta sıkıntı çekmemizin, buna baş kaldırmamızın neresi yanlış?
Bu demokrasi denilen şey sadece Ülkücülere oda hapsi vermek için midir? Memleket parçalanıyor, Devlet tahrîp ediliyor, Atatürk'ten ve cumhûriyetten intikam alınıyor! PeKaKa'lılar yasalara kafa tutuyor, ne kadar zararlı ve bölücü hareket varsa tamamının insan hakları ve demokratik hakları var ama Türk Milliyetçileri'ni hem bölücüler, hem de Devlet Bahçeli hasım ilan ederken de hüsrâna uğradı mı bu Kardeşlerimiz?
Son söz olarak; işimiz modaya uymak, modayı tâkip etmek değil millî olmayan her şeye, her düşünceye muhâlif olmak ve Türk Birliği sağlanıncaya kadar Allah rızası için mücâdeleye devâm etmektir vesselâm.
"MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET, DAMARLARINDAKİ ASÎL KANDA MEVCÛTTUR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Mayıs 20, 2009

SEVMEK, NE GÜZEL...

Sevmek ne güzel şey, güzeli daha da güzelleştirerek!...
Boyu kısayı "Selvi boylum"; şehlâyı "Âhu bakışlım."; aksakı, "Keklik sekişlim." ederek sevmek, ne güzel.
Bütün dünya jürilerinin inâdına, dünya güzellik kraliçelerinin inâdına, kâinatın en güzeli edileni sevmek, ne güzel! Sevilene benzemeyen güzellik kraliçesine çirkin demek, ne güzel!...
Ve var mı severken sevilmekten güzeli?
Bizden habersiz, bize sormadan, bize tanıtılmadan güzellik yarışmaları yapılırken yarışan kraliçe adaylarının hepsinden daha güzel bilineni sevmek, ne güzel...
Tamam. Doğrudur. İtirâzım yok! Yasaklar yasak, haramlar haram... Yasakları, haramları güzelleştirebilenle barışarak güzelleştirebilmek ve sevmek, ne güzel...
Sevilensiz sürgün yeri sayılan cennet, sevilenle güzelleşen ödülleşen cehennem, ne güzel!...
Yokluktan, yoksulluktan korkmayacak kadar tok, lokmasını sevdiğine verebilecek kadar zengin, içi kan ağlarken güldürebilecek kadar şen, sevdiğine yürek olabilecek kadar cesûr, celâl ve cemâlde râkipsizleştirilen güzeli sevmek, ne güzel!...
Sevdâlanmak ne güzel, sevdâlanmaya değene...
Senden fazla seni düşünenei, senden fazla sana üzüleni, ömrünü sana hediye edip karşılığında sevgiden başka bir şey istemeyeni sevmek, ne güzel...
İnsanı erkek edeni, erkeği babalaştıranı, sıradan birini bir sülâlenin başlangıcı yapanı, çocukların annesini, torunların babaannesini, hayatın çözülmez ve çökmez tek hediyesini sevmek, ne güzel... Sevmek kadar hatta sevmekten de güzel olan sevilmek, ne güzel...
Küsmeğe cesâret edilemeyeni, incitmekten korkulanı, sevildiği için rüyalara girmeyeni, rüyalarda bile özleneni, yanımızdayken yolu gözleneni, uğrun uğrun gönlümüzde süzüleni sevmek, ne güzel...
Yokluğuyla dünyayı boşaltanı, dağ başında bile varlığıyla dünyayı dolduranı, seviçten göz yaşartanı, yorgun yürekte heyecan yeşerteni, insanda sevginin ölmesine izin vermeyeni sevmek, ne güzel...
Ateşler söndüreni, aşk ateşini körükleyeni, öfkeleri dindireni, kıskançlıkların eliyle öfkeleri besleyeni, bir gülüşle sevindireni sevmek, ne güzel!...
"Canımı veririm bir gülüşüne
Bir gülüşe bir can nedir sevdiğim?" dedirteni;
"Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa!" dedirteni;
" Kaldırıp başıma tâc ettim amma
Korkarım rüzgârdan üşür Sevdiğim!..."(M.A.) dedirteni sevmek, ne güzel!...
Sevgiyi unutturanları, bizi öfke tünellerinde hapsedenleri, hârisçe millete zûlmedenleri, koltukçuları, yaltakçıları, hortumcuları ve hortumcuları hortumlayanları, mandacıları, işbirlikçileri, dünyayı dâr ve harâm edenleri bağışlatmaya çalışarak bizi koruyanları sevmek, ne güzel!...
Genel temizliğe kapımızın önünden başlamak, çileyi pişmek için yanmak diye yorumlamak, hırsızı, arsızı, uğursuzu hesâba çekmek hayâliyle kavrulan yüreğimizi serinleten güzel tesellî rüzgârlarını sevmek, ne güzel!...
Doğruda buluşmak, birlikte karışmak, bağımsızlığın gerçek anlamında anlaşabilmek için; küstüklerimizle, küstürdüklerimizle barışabilmek için, bir olup diri ve iri olabilmek için, birbirimizi iknâ amacıyla konuşabilmek için dua edeni, bizi de dua etmeye zorlayan güzelliği sevmek, ne güzel...
Türk ne güzel. "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyen ne güzel ve onları sevmek, ne güzel...
Sevgiyi sevmek, ne güzel Dostlar, ne güzel...
"TÜRK'ÜN HER ŞEYİ GÜZELDİR VE HER ŞEYDEN GÜZELDİR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Mayıs 19, 2009

ÖZLENEN TOPAÇLAR...

Eski millet vekillerinden bir tanıdık, yıllardır bir sözüme çok içerlemiş hatta vekilliği kaybetmesinden beni ve bu sözümü mes'ûl tutarmış! Haberim yok! Öğrendiğimde ise sevinsem mi, üzülsem mi, içinde bulunduğumuz hale ağlasam mı bilemedim! Sorumlu tutulan ve tanıdığı kızdıran sözüm, "Siyâsi topaçlar" mış!...
Ne dediğim belli ama vekil olmasına rağmen anlamayanlara yardım olsun diye "Siyâsi Topaçlar" benzetmemi, biraz açayım.
Çocukluğumu doyasıya yaşadım. Belki oyuncaklarım bu günle kıyaslanamazdı ama bildiğim ve oynadığımız oyun sayısı, akıllara zarardı!
Çelik-çomak (holla-çelik) oynarken komşularımızın hem camlarını koruyup hem de bizi zevkle izlediklerini hatırlarım. Saklambaç (itti-bitti) oynarken sakolarının altına bizi saklayan emmilere, açık kapıdan içeri alarak bizi saklayan komşu teyzelere rahmetler olsun.
Aşık, bilye, ceviz, fındık, topaç, uçurtma, tahta kılıç, ok ve yaylarımız ferdî oyun araçlarımızdı. Bu ferdî araçlarımızla çok ciddî müsabakalar yapardık. Yutmacasına aşık, bilye; kırmacasına topaç yarışlarımız en heyecanlı olanlardı.
Topaç çevirmede ve kırmacasına topaçta çok iddialı biriydim. Dayanıklı olsun diye günlerce güneşte bekletir, hafifçe yağda kızarttıktan sonra yeniden günlerce gölgede dinlendirir ve demir gibi sağlam topaçlar hazırlardım. Bir de özel seçtiğim kabaramla topaçlarım epeyce namlıydı. Topaç ta, ipe-gınnapa da çok dikkat gerekti. Sağlam ve güzel ipli, dengeli ve uygun kabaralı topaçlarla dakilarca mumlayan çevirmeler, bir vuruşta yerdeki topacı ikiye ayıran sert vuruşlar olurdu. Yâni topaç; iyi çevrilirse, dakikalarca mumlayarak maharetin, iyi ve isâbetli vurulursa gücün göstergesiydi.
Siyâset sahnesinde ipi başkasının elinde olan, emredildiğinde vuran-kıran, emredildiğinde günlerce mumlayarak duran siyâsiler var. Bunlara da en uygun sıfat, topaç!
Milletin ve benim topaçlarımız cebimizde. Ya ipimiz yok, ya da kırmacasına vuruşmak için kabaramıza güvenmiyoruz!
İpleri dışardan birilerinin elinde olan ve mumlayan siyâsiler de mevcût! AB ve ABD mandacılığı yarışında mumlayanlar da var, kırmacasına fırlatılanlar da!
Meclis dışındaki partilere sözüm yok ama meclisteki DTP adındaki bölücü temsilcileri, kırmacasına kullanılan topaçlar! Zâlim ipçi, yerden yere vuruyor onları!
Diğer; iktidar, ana muhalefet ve "yavru muhalefet" partileri ise AB veya ABD elindeki iplerle yıllardır mumluyorlar! Yâni yerlerinden canlanmadan dönüyorlar! Osmanlı'nın son dönemlerindeki Almanlar mı, İngilizler mi çekişmesinin yerini; AB mi, ABD mi yarışı aldı! İpi başka ellerdeki siyâsilerimiz de atanın ustalığı kadar mumlayarak dönüyorlar! Gınnabı millette olan millî topacımız maalesef yok!
Oyuncakların günah ve savapları olmaz. Topaç; çevirenin niyetine göre ya döner, ya da kırar. Karar, gınnabı parmağına takmış olanın, topaç çevirenindir.
Millet olarak ya topaç çevirmeğe karar veremedik, ya da cebimizdeki topacımıza güvenmiyoruz! Başkalarının iyi dönen veya vurunca kıran topacına ise sadece kıskançlık ve öfkeyle küfredilir!
Emânet topaçla yarışılmaz. Seyrettiğimiz topaçların ipleri yabancılarda olduğu için oyuna katılmadan seyrediyoruz sadece!
Bu seyircilikten vaz geçmezsek, topaçlarımızı cebimizden çıkarmazsak, bulabildiğimiz en sağlam ipi bal mumu ile iyice sağlamlayarak kendi topacımızla ortada mumlamış topaçlara kırmacasına bindiremezsek, dönen el topaçlarına küfre devam ederiz!...
Biz Türk'üz. Başımızı kendimiz kaşımak, göz yaşımızı saklayarak kendimiz silmek zorundayız. Biz tarihle yaşıt ve hep devletli bir milletiz. Devletimize sahip çıkmak, sahip çıkabilmek için de cebimizden topaçlarımızı çıkarıp mumlatma veya kırmacasına yarışlara bizzat girmek zorundayız. Böylece belki siyâsi topaçlardan da istifâde edebiliriz.
Yoksa sadece seyreder ve iyi dönen, iyi kıran yabancı topaçlarına küfrederek moralimizi iyice bozarız.
"MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET, DAMARLARINDAKİ ASÎL KANDA MEVCÛTTUR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

BÜYÜK BİRLİK VE KONGRESİ...

Alperenler;
Yiğit Türk Milliyetçileri;
Nizâm-ı âlemden kendilerini sorumlu sayan ırkın ahfâdı yiğitler;
Bütün Zamanların Ülkü Ocağı Genel Başkanı, çatal yürekli Anadolu Yiğidi, ömrünü milletine hasretmiş Türkmen Yiğidimiz Muhsin Yazıcıoğlu'nun Emr-i Hakk ile elimizden alınmasıyla O'nun emâneti ile başbaşa kalan vârisler;
Sözüm -şahıs olarak- hiç kimseye ve sözüm kendisini mes'ûl hisseden herkese!
Bu konuda yâni Büyük Birlik'in Olağanüstü Kongresi hakkında düşünce açıklamayacak, bu konuya müdâhil olmayacaktım ve olmayacağım. Çünkü yaram çok yeni ve hepiniz gibi canım çok acıyor!
Gül'lü flamaların, tuğlu sancakların süsleyeceği, Gülümseyen Yiğidim'in gülen posterlerinin gölgeleyeceği salonun her yerinde, her köşesinde, gülen-gülümseyen elinin yettiği her yere gül uzatan Muhsin Yazıcıoğlu Reisim'i, Dostumu arayacak gözlerim ve kim olursa olsun O'nun yerine tâlip olanlara, hissileşerek muhabbetle bakamayacağım!...
Bu yüzden kongreye, Kongre Salonu'na gelmeyeceğim.
Bu konuda; "Mîraslar ve Vârisler" başlığıyla bir yazım olmuştu. Yeter zannetmiştim. Hatta gerek bile yoktu ama dalgalandırılmak istenen dünyanın en berrak fikir denizinin bir an önce durulmasına katkım olabilir mi diye yazmıştım. Yazımdan hareketle bâzı kardeşlerim bendenizi taraf tutmakla ithâm eden iletiler göndererek gönlümü tarifsiz incittiler! Canları sağ olsun. Canlarının acısıyla karşıdakinin incinebileceğini düşünememişlerdir!
Yiğit, vefâlı, edepli-âdaplı, sâdık Alperenler;
İslâmın muhteşem olgunluğu ve vakarı, gençliğin ve Türklüğünüzün verdiği coşku ve heyecanla, Büyük Çatalyürek Reis'in mânevî huzurunda bir kongre olacak adım kadar emînim. Hayırlara vesîle olması, milletimin mâkus tâlihini değiştirmeğe vesîle olmasını, gece-gündüz niyâz ediyorum ama bu kongrenin adı üstünde; "OLAĞANÜSTÜ KONGRE"...
"İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" Emr-i Îlahi'ye göre Reisimiz, çok özlediğini, aradığını söylediği "Sonsuzluğun Sahibi"nin Katı'nda. Elbette iki yol vardı. Ya Hz. Ömer'ce; "Öldü diyeni öldürürüm!" diye nâra atacak, ya da Hz. Ebu Bekir'ce; "Bütün insanlar ölümü tadacaktır." İlâhi emrine uyarak kabullenecektik ki -başka çâremiz olmadığı için- ikinci yolu seçtik. Allah(c.c.), Yiğidimiz'e râhmet etsin yakınlarına, sevenlerine sabırlar versin ...
Alperenler;
Olağanüstü Kongreler, ilk Olağan Kongreye kadar teşkilâtı götürmek üzere güvenilir kişilere yetki vermek üzere yapılır. Olağanüstü Kongrelerde; bir yerlere, görevlere tâlip olmak, heyecan ve hırsla saldırmak, akıllılarca hoş karşılanmaz art niyetlilerce de suistimâl edilir!...
Birilerinde eksik aramak, birilerini tenkîd etmek için Olağanüstü Kongreler uygun değildir. Olağanüstü Kongrede, teşkilâtı olağan kongreye götürmek üzere yetki verilen yönetimin işi yapılacak ilk olağan kongreye kadar teşkilâtı diri tutmak, teşkilât mensuplarının birlikteliğini muhafaza etmektir.
Merhûm Başbuğ Alparslan Türkeş'in dünyasını değişmesinden sonra, aylarca art niyetli televizyonların haber jeneriklerini süsleyen nahoş görüntüleri, çok kötü bir tecrübe olmasına rağmen hatırlatmak isterim!
Başımıza gelen "OLAĞANÜSTÜ" bir halden sonra yapılacak olan Olağanüstü Konrede adaylığa soyunanların ne heyecânları, ne hamâsetleri, ne de vaatleri inandırıcı olamaz ve olmayacak ta!...
Ve eğer aday olup kazanmak için propoganda ve kürsü nutukları atanlar olur ve mukabele görürse kazanan da, kaybeden de "Yiğidimizi Seven Gönüller"de ebediyyen kaybedeceklerdir!Israrla vurgulamak isterim ki ilk Olağan Kongre'de kendisini ehîl sayan ve Alperenlerce liyâkatli görülen her Alperen'in Genel Başkanlığa adaylık hakkı vardır ve ne kadar çok aday çıkarsa o kadar hareketli ve bereketli bir kongre olur...
Sözüm ortaya. Kim üzerine alınırsa ona kalır! Bu Olağanüstü Kongre'de; heves ve hevâ ile, ihtirasla Genel Başkanlığa tâlip olan, kim olursa olsun çok kötü bir târif alacak ve korkarım ki teşkilâta ve harekete de müsbet bir katkısı olmayacaktır.
Rahmetli Yazıcıoğlu'nun ömrüne mal olmuş teşkilatlarını, Allah rızası için akl-ı selîmle koruyun ve emânete lâyık, ehîl vârisler olduğunuzu dosta, düşmana gösterin Alperenler!...
Büyük Türk Birliği'ne vesîle olsun inşallah. Mevcût yönetime sabır ve ferâset, adaylığı düşünen heyecanlı yüreklere de sabır, sağduyu ve ferâset temennî ederim vesselâm...
"BEN TÜRK'ÜM. TÜRK DEVLETSİZ OLMAAAAAZ."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

KUCAĞIMIZDA SAKALIMIZI YOLANLAR!...

Türk Milleti;
Zorba güçlü ile muktedîrin farkını; haklı ile 'hakkımdır' diyen gaspçı yobazın farkını; zûlme muhatap mazlûm ile zâlimle yatağa giren fikir fâhişesi işbirlikçinin farkını; işgâlci zâlime direnen direnişçi gerilla ile devlete isyân eden terörist eşkiyânın farkını; yasalara saygılı, devlete sâdık, devletini kendisinin kurduğunun farkında olan milletle, 'farklılıkların farkında' olduğunu iddia eden, bir milleti halklar diye farklılaştırmaya uğraşanların farkını yok etmeğe soyundular!
Zeki, çalışkan, cesûr Milletim;
Tarih mîmarı Türk Milleti; milletliğimizi, bütünlüğümüzü, birliğimizi, milliyetçiliğimizi yok etmeğe soyundular!
Yasalara ve güvenlik güçlerine olan inancıyla kapısını açık bırakan suçlu; ihtiyâcından mazereti(!)yle çalan hırsızın yaptığını meşrûlaştırmak için insan hakları var!...
"Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir." tarifinden hareketle, on bin yıllık Türk teamüllerinden hareketle; "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyen tahrikçi, ilkel, suçlu; yürürlükteki yasalara göre yapılan ama geçerliliği defalarca sohbet götürecek olan bir seçim sonrasında; "Kürdistan'ın sınırlarını" belirleyen kahpeliğin insan hakları var!...
Devlet ve milletin can-mal güvenliğinden sorumlu güvenlik güçlerimiz, silahlı kuvvetlerimiz, şanlı ordumuz ve sivil destekçiler "Geçici Köy Korucuları"mız suçlu; devlete baş kaldıran, köyler basan, evler yıkan, canlar yakan, bebeklere kurşun sıkan, namazda 45 kişiyi katleden, terhis olmuş tamamen sivil 33 Türk gencini kurşuna dizen kahpelerin, puştların, insanlığın yüz karalarının insan hakları var!...
Kuş konmaz kervan geçmez tarifli yerlere, dağlara komlara, köylere, yol götüren, elektrik-su götüren, okullar yapan, köprüler kuran, hastaneler yapan, doktor-hemşire, öğretmen-polis, yol işçisi gönderen devlet işgâlci ve suçlu; yapılan yolları bozan, köprüleri uçuran, okulları yakan, sağlık ocaklarını patlatan; öğretmeni, hemşireyi, doktoru, askeri, polisi, korucuyu, yol işçisini kahpe pusu ve baskınlarla şehîd eden nankör domuzların insan hakları var!...
Türk Milleti;
"Devlet baba" tanım ve teamülünle kucağına aldığın, kucağına oturttukların sakallarını yoluyorlar! Gözüne parmak sokuyorlar! Karınlarını doyurdukların, onları doyurmak için kurduğun fırınlarını yıkıyorlar! Can ve mal güvenliklerini sağlamak için uğraştıkların seni hâin teröriste satıyorlar! Gündüz alış-veriş yaptığın, çocuklarına oyuncaklar, şekerler, çikolatalar verdiklerin, gün batımından sonra sana kurşun sıkıyorlar! Asayişi temin etsinler diye teknolojik bütün donanımları var olan istihbaratçıların siyasallaşarak telekulakçılık oynayıp bu terörist yandaşlarını tesbît etmiyorlar!
Sıcak çatışmalarda itlâf edilen, gebertilen terörist alçaklar ve onların yakınları; gündüz başka, gece başka görünen vatandaş maskeli hainlerin insan hakları var; asayişi, yasa hâkimiyetini, Devlet otoritesini kurmak için ölen-öldüren yasal güçlerin suçlu!...
Türk Milleti;
Allahını seversen; dağlar gibi yığdığın kemiklerinden, seller gibi akıttığın kanından nâdim ol! Uğradığın ihânetlerden, gördüğün kahpeliklerden dersini al! Türk Milleti kendine dön!...
Artık sadece Türlüğün değil dünya insanlığının tek temsilcisi; hürriyet ve sosyal adâletin tek ama tek direnişçisi olduğunun farkında ol! Fıtrâten dünya nizâmından sorumlu olduğun için bütün korkak emperyâlistlerin hedef düşmanısın!..
Türk Milleti, Tanrı aşkına ayık ol! Tanrı aşkına kendine dön Türk Milleti...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

SEVGİYİ ARIYORUM!

Sevdâyı özlüyor, aşk'ı arıyorum. Leylâ vü Mecnûn'lar, Aslı ile Kerem'ler, Ferhât ile Şirin'ler icâd eden sevgileri arıyorum.
"Niçin kılmaz bana dermân, beni bîmâr sanmaz mı?" diye feryâd eden Fuzûli'nin; bütün dertlilere devâ dağıtabilecek güçteki, derdine sebep olmasına rağmen dermân vermeyen sevgiliden şikâyetlenişinin nezâketini arıyorum.
"Fuzûli rind-i şeydâdır, hemîşe halka rüsvâdır/ Sorun ki bu ne sevdadır bu sevdâdan usanmaz mı?" Sevdâsı ve sevdâsını saklaması yüzünden halk içinde rüsvâ olan, kendini rüsvâ eden sevdâdan usanmayacak bir yürek tanıyanınız var mı? Var mı yaşadığı sürede böyle bir sevdâ erini gören?
İnsâni değerlerimizi, bir yerlerde düşürdük!
Evimizdeki televizyon denen sihirli bir kutunun içine hapsolduk töremizle, türemizle! Seksi aşk diye, şehveti sevdâ diye değiştirdi hapsolduğumuz sihirli kutu!
Hepimiz sevmeyi unuttuk! Biz unutunca bizi unutanlar da çoğaldıkça çoğaldı! Hepimiz, her kese unuttuğu için küstük ve unuttuğumuz için bize küsenlere de küfrettik hayâsızca!
Kızdık olmadık hakaretler ettik! İnsana, eşref-i mahlûkata, Allah'ın halîfelerine olmadık sıfatları hiç çekinmeden yakıştırdık! En aşağılık tariflerle saldırdık kızdıklarımıza ve onlar da aynı üslûpla mukabele edince; insanlık dışı davranışlarda, nefsine yenik insanların hırsıyla yarışa girdik! Yer yüzü cennetimizi cehenneme; huzûrlu hülyâlı rüyalarımızı kâbuslara çevirdik kendi ellerimizle!
Sevmedik, sevenimiz kalmadı!
Güvemedik, bize de güvenilmedi!
Terk ettik, terk edildik; tek bıraktık, tek bırakıldık!...
Sonunda çok zor oluşturulan "biz"i, milleti ben'leştirdik, halklaştırdık! Ben'leri çoğalttığımız dünyada ben'lerin yaşamasına imkân bırakmadık ve eşkiyanın en doğru ben'leri yok etmesine zemîn hazırladık!
Hâlâ kızıyor, hâla küsüyoruz! Aklımızı başımıza ölmeden toplamayacağız galiba! Hâlâ tanıdıklarımızı kızdırmaya, küstürmeğe devâm ediyoruz! Yalnızlığı, ben'leşerek kendimiz seçtik ve yalnızlığımızdan dolayı terk ettiklerimizin bizi terk etmelerine kızmaya, küsmeğe devam ediyoruz!
Noksanımız sevgi! Eksiğimiz, sevmek için var olan insanlığımız! Nefret ettiklerimizin bizden nefret edebileceklerini hiç akıl etmedik!
Hısım-akrabalığı, arkadaşlığı-komşuluğu, sırrı-sırdaşlığı, evimizi işgâl eden bir teknolojik kutuya kurban ettik ben'leşmek uğruna! Sırrımız yok artık! Kutu ile telekulak adındaki kötünün ortaklığıyla saklımız yok! Sevdâmız da, sevgimiz de, öfkemiz de, kinimiz de bir kutucuk marifetiyle elin dilinde!
Evlerimizi yutan sihirli kutu gençlerimizi de yuttu, beyinlerini işgâl etti!
"Desem dile düşürürler/Demem adını adını" türkümüze inat gençlerimiz; duvar sahibi, her gördüğünde küfretsin diye sevdiğinin adını, rengârek yazıyor duvarlara!
"Salındı bahçeye girdi/ Çiçekler selâma durdu/ Mor mevşe boyun eğdi/ Gül kızardı hicâbından" tarifli cânanın yerini; "Gel, sokağıma gel/Pencereme gel/Yatağıma gel/Ama onursuz olmasın aşk" hezeyânlarıyla seks partnerleri aldı! Şehevî arzû, hasreti; seks aşk'ı, nefret sevgimizi yedi-yuttu bir sihirli kutu sayesinde!
Yitirdiğimiz, bir sihirli kutucuğa yendirdiğimiz insanlığımızı hâlâ insânî duygularda aramaya çalışıyorum!
"Naçar kalacak yerde/ Nagâh açar ol perde/ Derman erişir derde/Mevlâ görelim n'eyler/ N'eylerse güzel eyler" diyen gönül ehli insanların tesellilerine sığınıyorum yıllarca sonra bile!
Sevdâ ve sevdalıyı, sevgi ve sevgiliyi, aşıkı ve mâşuku arıyorum korkunç kalabalıkların ıssızlıklarında vesselâm!...
"VE TEVEKKEL A'LALLAH"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Mayıs 17, 2009

Kİ ALIRLAR VERMEK İSTEMESEN DE!...

Hamâset; sözlük anlamıyla yiğitlik, kahramanlık, cesâret...
Aylardır hamâset ve milliyetçilik kavramlarını yoğurup duruyorum! Hele Süleyman Demirel'in, Cumhurbaşkanlığı görevini bıraktığı günlerde dediği; "Bazı konularda hamâset ve milliyetçilik aklın üstüne çıkar!" sözlerini, yıllardır evirir-çeviririm!
Kuzuyla karışık, kurtla barışık siyâsilerin bütün millî değerlerimizi reddettiği ve Türk Milliyetçiliğinden -nedense- çok korktukları günümüzde; AB ve ABD'nin taleplerini karşılamayı demokratlık ve medenîliğin olmazsa olmazı sayan teslîmiyetçileri gördükçe, geçmişteki haksızlıklarımıza üzülüyorum! AKP'nin Kıbrıs'la ilgili "Ver kurtul"culuğuna karşı gene Demirel'in; "Biz artık istesek te o vatanı topraklaştıramayız!" sözlerini hatırladıkça öyle öfkeleniyorum ki!...
Arif Nihat Asya'nın;
"Tendürek'te, Kop'ta, Palandöken'de
Kurtların payı var gelip geçende
Ki alırlar vermek istemesen de!" dizelerindeki Türkçe dağ tarifini, hep kıskanmış ve dağlarımızdan utanmışımdır!... Bu hamâseti, milliyetçiliği çocuklarımıza aşılayamadığımız sürece, milletliğimiz tehlikede dolayısıyla devletimizin geleceği tehlikede farkında mıyız?.
Betonları üst üste yığarak apartmanlaştırıp komşuluğu, mahalleliliği bitirerek medenîleştiğimizi zannederek te milletliğimizi tehlikeye soktuk!
Medenileşmek uğruna apartmanlaştırılan Erzurum'da dinlemiştim. Sayılır kanaat önderlerinden, kadim dostum Hayrettin Kotangil'in evinin de bulunduğu apartmanda dayanılmaz gürültüler, feryatlar duyulur. Kimsenin umurunda değildir bu sesler! Dostumuz, hemen fırlar sesin geldiği daireye. Açılan kapının ardında sopalı, bıçaklı bir kardeş kavgası ve ayırayım derken arada ağzı-burnu kan içinde bir baba!... Kardeş kavgası elbette çok kötü ama arada perîşan olan babanın durumu, Dostumuzu çileden çıkarır! Kendine has üslûbu ve usûlüyle kavgacı kardeşleri ayırır. Sakinleşen kardeşlere babalarını göstererek; "Ulan i...ler! Babanıza birisi vursa hemen hesap tutarsınız değil mi? Peki şimdi size kim hesap tutsun yavşaklar?" Dostumuz haklı, kavgacı kardeşler pişmandırlar ve hem babalarından, hem de Dostumuzdan sayısız özür dilerler. Hayrettin Kotangil, Türkçe; "Kurtların payı var gelip geçende/ Ki alırlar vermek istemesende" sözünü ispatlar töreye sadâkati ve hamâsetiyle...
Her kes kavga edebilir. Bazıları kavga seyretmeyi sevebilir de! Bazıları da kavgayı ve seyrini sevmeyecek kadar vakûr ve doğuştan cesûrdurlar. Payları vardır gelip geçende ve alırlar vermek istemesen de! Komşu kavgasının arasına girerler bütün cesâmet ve cesâretleriyle. Bu cesûr, hamâset sahibi insanlar özeldir, güzeldir ama çok azdır! Bu özel ve güzel insanların varlığından çocuklarımızı haberdar edemezsek bırakın milletliği, insanlığımızdan vaz geçiyoruz demektir! Bu güzel insanların etraflarını gençlerimizle doldurmak zorundayız. Bu hamâset sahibi insanlardan istifâde etmek, millî akıl gereğidir.
Canımız yanmadan ateşin yaktığını, taşın baş kırdığını, suyun boğduğunu, bu özel insanları dinleyerek öğrenmek mümkün. Yazık ki onlarca yıldır bu güzel insanlarımızın sağlıklarında kıymetlerini bilemedik! Veya bilmemiz engellendi!
İşimize gelen yalanı, her zaman inciten doğruya tercih ettik! Bu tercihimiz yüzünden de her siyâsi, aptal muamelesi yaparak kandırdı bizi! Bizi kandıracaklarını bile bile yalancılarımızı alkışlayıp, seçtik ve seçtikten sonra da gâliz küfürlerle tenkîd ettik onlarca yıldır!Utanmaları kalmadığı için kurnazlığı akıllılık sayan yalancılarımız da, bu bile bile kanmalarımıza ve küfürlerimize sadece güldüler!
Şimdi tercîh zamanı; aklın üstüne çıkararak ya hamâsetimizi gösterecek, ya da birilerinin gelip bizi kurtarmasını bekleyerek köle zihniyetiyle küfrederek söylenip oyalanacağız! Milletliğimizi ise Allah korusun!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Mayıs 15, 2009

EĞER KÜRT OLSAYDIM!...

"Ben bir Kürt olsa idim... Alınırdım, içerlerdim, rahatsız olurdum, sorun ederdim ve bir özür beklerdim. (A. Hakan)"
Doğruyu kim söylerse, nerede, ne zaman söylerse söylesin; doğru, doğrudur.
Ben söylememişsem söylenen yanlıştır mantığı kadar basit, egoist, zararlı ve câhil bir davranış olamaz.
Ahmet Hakan'ın insânî ve millet târifini hatırlatan empatisi ile, Altan oğlu Altan'ın -gûya- Berfin'leşirken bütün Kürtlerimizi ötekileştirdiği art niyetli gayretini mukayese ettim ve Ahmet Hakan'a hak ettiği alkışı, tebrîki takdîm ettim...
Altan oğlu Altan'ın tahrîk hakkı varsa, Ahmet Hakan'ın empati hakkı varsa hür akıllı, hür vicdânlı ve aklının her zerresini Türk hisseden biri olarak ben de biraz Kürt'ün yerine, Kürtçe düşünmeğe çalışacağım!...
Eğer ben Kürt olsaydım;
Seçimlerden seçimlere bölgemize gelen; kıravatlı, metropollerde, yer yüzü cennetleri tarifli yerlerde büroları, yedek karıları, metresleri olan; aşiret ağası oldukları için Kürt'e sadece ırgat gözüyle, terörist gözüyle bakan; kendi çocuklarını yurt dışında okutup en sosyetik yerlerde grup partilerinde büyütürken benim çocuğumu dağa yönlendiren Kürt hainini, asla konuşturmazdım! Onu dinlemediğim gibi beni dinlemezse geldiği yere kadar kovalardım!
Ben Kürt olsaydım; Meclis Başkanlığı'na, Cumhurbaşkanlığı'na, Bakanlığa, Millet vekilliğine, genel müdürlüklere, sayılı sanayiciler arasına kadar yükselmiş ve bulunduğu yerde sosyeteyle girdiği rezâlet yarışlarında maganda tarifi alan Kürt zengin ve en-tellek-tüellerine, dünyayı dar ederdim!
'Pe-KaKa' ortaya çıkıncaya kadar -meselâ Cibâli Karakolu'ndaki baş komser örneğinde olduğu gibi- devletin her kurum ve kademesinde var olan ve asla ötekileştirilmediği gibi Anadolu insanının törelerinin en-tellek-tüellere karşı savunucusu olarak bilinen Kürt kardeşlerime tanınan sevgi imtiyâzını inkâr ederek emperyalistlerin emrine girip suçsuz günahsız Kürtleri, Kürtlere kırdıran işbirlikçilerle ölümüne savaşırdım! Devletin yaptırdığı köprüleri, okulları, sağlık ocaklarını yakan 'Pe-KaKa' nın ellerini kollarından kırardım!
Ben Kürt olsaydım; Yıllarca "Dîne kafa tutabilen tek olgu törelerdir. Dînimizin yasaklamasına rağmen devâm eden kan davaları, bunun en belirgin örneğidir." diye iddia ettiğimden hareketle kardeşimi, komşumu, çocuğumu, suçsuz günahsız kadınlarımızı, dedelerimizi, tarlasını sürmeğe giden, hayvanını otarmaya giden insanlarımızı sadece korkutup sindirmek için katlettiren Apo alçağı ile kan davası güderdim! Onu gebertinceye kadar da uyumazdım!
Eve Dönüş Yasası, Pişmanlık Yasası ve benzer uyduruk, AB-D dayatmalı yasalarla ovaya çağrılan her eşkiyayı devletten önce yakalar ve töremi uygulardım. "Düşmanımın düşmanı dostumdur." öğretisiyle 'Pe-KaKa' yı yok etmek için uğraşan devlet güçlerine sonsuz destek verir ve intikamımı alırdım. Kırk yılda alınan intikama erken diyen bir töre ile, beni 'Pe-KaKa' dan intikam planları yapmaktan hiç bir güç alıkoyamazdı!
Ben Kürt olsaydım; Aklı kesti keseli Türk Milliyetçiliği yapmasına rağmen 1974'te cezaevinden Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, İçişleri Bakanı'na ve desteklediği partinin Genel Başkanı'na; "Erivan ve Moskova'dan günde iki kere Kürtçe müzik yaylanıyor ve aralarda komünizm ve ülke zararına propogandalar yapılıyor. TRT olarak biz bu yayınları daha fazlasıyla yapıp, Türkçe bilmeyen analara Kürtçe sistemimizi anlatsak doğru olmaz mı?" diye soran ülkücülerle kardeşliğimi ve fikirdaşlığımı, dünyaya ilan ederdim.
Ben Kürt olsaydım; en sert kan davalarını bir kadın baş örtüsünün durdurmaya yettiği töremizi hayata geçirerek kadınlarımızın meseleye el koymasına izin verirdim.
Ve ben Kürt olsaydım; Meclis Başkanı'yken, millet vekili, bakan,bürokrat ve iş adamıyken öyle yürekten "Ne mutlu Türk'üm diyene." derdim ki duyan art niyetlilerin ödleri kopardı ve Apo alçağından daha samimi olarak "Ben Türk'üm." diye nâra atarlardı...
Ve A. Ali Garipkafkaslı'nın; "Anamın diliyle yazdım ki Anam anlasın diye" duygusuyla, anamın diliyle anlatırdım...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

BAHÇELİ'YE MİLLİYETÇİLİK İFTİRÂSI!...

Türk Milliyetçileri;
"Akın Tûran'da Biter" başlıklı yazımı okuduktan sonra zahmetler ederek geniş bir yorumla bize milliyetçilik dersi veren Rıza Altunışık'ın iletisini aynen alıyorum. Parantez içindekiler, satır aralarında cevaplarımdır:
"1- Milliyetçilik; Türk milletinin vatan, din, dil, bayrak, milli birlik ve beraberlik gibi ulvi değerlerini aşkla severek, gelişip güçlenmesini sağlayıp, bilim teknikte, Milletini en ileri seviyeye taşımaktır. (Bir MHP İl Başkanı'nın Kürtçe propoganda yaparak dilde birliğimizi inkârını, tebrîk etmek; farklılıkların farkında olarak ülke yönetecek kadar demokratlık ta bu millî birlikten midir?) Milletin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip çıkıp, onları en ileri teknolojilerle üretime sokmaktır. Milliyetçilik, devletlerin kalkınıp, milletlerin gelişmesi için çok güçlü bir enerji ve potansiyeldir. Üretimi arttırıp, milli geliri yükseltmektir.(Bütün millî varlıklarımızın satılmalarını seyretmek te bu millî potansiyel gücünden midir? İstifa etmek hiç düşünülmüş müdür?)
2-Milliyetçilik; Milli hasılanın hakkaniyet ve adalet ölçülerinde vatandaşlar arasında paylaşımıdır. Din, ahlak ve gelenek gibi Manevi değerlerine sahip çıkıp, yaşamaya çalışmaktır. Milletlerarası kabul görmüş hukuk kurallarını kabul edip, insan hak ve özgürlüklerinin eşit olarak kullanılmasına taraf olmaktır.( Milletler arası hukuk ve insan hakları maskesiyle; on bine yakın güvenlik ve devlet görevlimizi, Mehmetçiğimizi şehit eden, otuz binden fazla Kürt vatandaşımızı katleden ve kesinlikle itlâf edilmesi gereken insanlık yüz karalarıyla tokalaşmak, koklaşmak; onlara destek verecek zihniyeti Köşk'e taşımak ta bu duygulardan mıdır?) Milliyetçilik, Türkiye’de yaşayan Türk milletinin vatanına, birliğine, inanç ve kültürel değerlerine saygı duyanları kucaklamaktır. (Milletler arası hukuka saygı ve demokratlık yüzünden mi Uyum Yasaları, Tahkim Yasaları çıkarıldı? İdam cezası kaldırılırken sayısal gücü yetmediği için hükümeti bozmamak hatta sîne-i millete dönmemek te bu millî duyguların gereği midir?)
3-Milliyetçilik; dini veya etnik farklılıklara sahip kişilerin düşünce ve fikirlerine saygı duyup, aynı saygıyı kendisine karşı da beklemektir. Ekonomik, kültürel ve siyasi baskıya karşı durup, onurlu bir duruş ile haysiyetini korumaktır. Türk milliyetçisi, millet duygusunu taşıyan Türkmen'i, Kürt'ü, Çerkez'i, Gürcü'sü, Arnavut'u Boşnak'ı ve Azeri’sini milletimizin aslı unsuru olarak görerek onları kucaklayandır. (Eksik olmuş! 36 alt kimlik yok muydu? Orhun Yazıtları'nda Bumin Kağan; dört taraftaki düşmanları yok edip başlıya baş eğdirerek, dizliye diz çöktürerek, halkları toplayıp milletleştirerek, töre ve türeye uymayanları yasalarla uydurarak sağlamıştır millî birliği ve Muhteşem Türk Atatürk aynı uygulamayı yapmış, Başbuğ Türkeş'te aynı hayalleri doktrinleştirerek siyâset yapmıştır. "Ne mozaiği ulan?" itirâzının takipçiliği; mevsimlik bitki yâni ot olan ve gıdası gübre olan çiçek bahçesinden millet tarifi çıkarmaya çalışmak, milletin bölünmezliğini sulandırmak ve bölücülere demokratça arka çıkmak ta bu kucaklamadan mıdır? Türk Milleti'nin refleksi olarak adlandırılmış Ülkücü gençliğe oda hapsi vermek te bu baskılara karşı durmak mıdır?)
4-Fransız ihtilalinden sonra gelişmiş genetik özellikleri öne çıkaran, diğerlerini ise hor, hakir ve düşman gören ırkçılık gibi aşırı bir akımı reddetmektir. Genetik özelliklerin yanında inanç hortumcuğu ve inanç despotçuluğunu reddetmektir. Ve milliyetçilik, lider ülke Türkiye için MHP’yi iktidara taşıyabilmektir. ("Ne mutlu Türk'üm diyene" yi tahrîk nedeni ve ilkellik olarak tarif eden bir zihniyeti Köşk'e taşırken; "Ne mutlu Türk olana" değil, "Ne mutlu Türk'üm diyene" anlayışını, halkçılık, halklara kardeşlik, haklara özgürlük şeklindeki bölücü terânelere destek vererek; "farklılıkların
farkındalık'la, demokrat maskelilerden, demokrasiyi araç olarak kullananlardan daha fazla demokratlığa soyunan Devlet Bahçeli'yi iktidara taşımak mıdır milliyetçilik? Ondan daha millet/ümmet/çi, ondan daha halkçı, ondan daha demokrat, ondan daha AB'ci ve ondan daha ABD'ci Erdoğan Başbakan ve aynı zihniyetli biri de Köşk'te -Bahçeli sâyesinde- oturuyorken başkasına ne gerek var ki?)"
Yaygın Yandaş Basın ve Medya'da artık milletin mîdesini bulandıran plânlar açık oturum adıyla propoganda edilirken; P.KaKa'nın siyâsal temsilcileriyle tokalaşan, koklaşan, Gâzi Kurucu Meclis'in rengini tamamlama demokrat-halkçılığını gösteren zihniyetin Türk Milliyetçiliği ile asla ve kat'a alâkası yoktur! Zannederim Rıza Altunışık Kardeşimiz yılların verdiği heyecanla Devlet Bahçeli'ye Türk Milliyetçisi diye iftira etmekte ve zat-ı muhteremi ziyâdesiyle kızdırmaktadır haberi ola!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

SEVDÂM, ZAMÂN; ZAMÂN, SEVDÂM...

Zaman...
Evvel, zaman içinde; âhir, zamân içinde...
Zaman hızlı, zaman durmaz. Geçenler de zamân içinde, gelecekler de... Zor geçen, geçmez zannedilen, geçerken ömür törpüleyen zamanın geçişine sevinenler; geçen her ânın menzîle yaklaştırdığı yaşlarda olup geçen ömürden korkup üzülenler de var...
Zamânın umurunda değil sevinen de, üzülen de! O, bildiği gibi, programlandığı gibi, emredilen şekilde sadece geçer, sadece geçecek!...
Çocuk büyür zaman geçtikçe. Genç olgunlaşır, yaşlı mukadder sona yaklaşır. Çocuk, büyüdüğü ve büyüdüğünü hissettiği için sevinir. Genç, her geçen günde biraz daha olduğunu, olgunlaştığını fark ederek bir başka bakar geçen zamana. Olgun, gerçekten olmuşsa/olgunlaşmışsa geçen zamanla birlikte mukadder son diye adlandırılan gerçek doğuşa, sonsuzluğa, Sonsuzluğun Sahibi'ne yaklaşmanın hevesinde her geçen anda...
Bütün bunlar, eşref-i mahlûkatlığı aklıyla verilmiş insanın bütün düşündükleri; korkuları, hevesleri, hayalleri umurunda değil zamanın! Onun işi, geçmek; onun işi sadece başlatmak veya bitirmek!...
Kürşat, insanlık târihinin ilk siyâsi ihtilâlini yapar zaman içinde. 17 kişiyle dağa çıkan Türk Beğ'i kağanlaşır, bir koca devletin başlangıç meş'âlesini ateşler. Sultan Alparslan, Romen Diyojen'e dar eder dünyayı ve zamanı zaman içinde ve Söğüt'te bir ulu çınarın fidanı dikilir 600 yıl dünyayı gölgelesin diye... Fidanlar büyür, ihtilâller olur kanlı-canlı, meydan savaşları yapılır zaman içinde ve tamamı tarihe emânet edilir, tarih te zaman içinde...
Sevdâlar yaşanır. Uğruna dağlar delinen, akıl kaybedilip Mecnûnlaşılan, ağzından çıkan sevdâ alevleriyle Keremce yanılan, koca devletleri birbirine kırdırtıp medeniyetlerin yok edilmesine sebep olan sevdalar!...
Şirinleşenler, Leylalaşanlar, Aslılaşanlar olur bu sevdâlı zaman içinde ve onlar savaşmazlar! Savaştırırlar, canlar alınıp canlar verilmesini seyreder, dağların delinmesine tebessümle nezâret eder, ölümsüz kadınlar olurlar zamân içinde!...
Sevdalanılır, kıskanılır, kıskançlıklar kavgalara, kavgalar savaşlara, savaşlar canlara mal olur zamân içinde... Olanlar kaydedilir tarih adıyla zaman içine, olacakların da -Tanrı katında- programı, zamanın içinde... Zamanı her kes bilir ama zamânın başını ve de sonunu Tanrı'dan başka bilen yok, olmayacak ta! Her şey, her olay, her kes zaman içinde hatta zaman da zaman içinde...
İsteyen kızsın zamana, neye yarayacaksa? İsteyen istediği kadar küfredebilir zamana günah işlenmeğe gönüllüce!... Ben, zamanı da, zamanımı da; geçen, geçirmeme ruhsat verilen ömrümü de çok seviyorum...
Bütün geçmişim, geleceğim, umutlarım, hayallerim, ideallerim, zaman içinde ayrıştırılmış, programlanmış, lâyık görülmüş zaman içinde. Bütün gerçeklerim; korkularım, eksikliklerim, heyecanlarım, heveslerim, çektiklerim, çektiklerime güşlüş veya ağlayışlarım hep zamanım içinde. Geçen zamanımın, ömrümün zamanla birlikte sakladığımız bütün güzellikleri zamanım içinde. Kötülükleri, fenâlıkları, tevekkülle çektiğim çileleri çıkmamacasına hapsettim zamanımın kırılmaz parmaklıklı hapishânesine.
Zamanımla birlikte bana sakladığımız güzelliklerim, sevdâlarım, hasretlerim, özlemlerim yeter bana. Ben, zamanımı seviyorum. Sadece sevmekle kalmayıp bana ait bütün özel güzelliklerimi sakladığı için kıskanıyorum bile...
"Yitik zaman" dedim di bir ara! Ne yitmesine, ne mümkün olmayan yitirilmesine, ne de zaman içinde yitirdiklerime olan saygım-muhabbetim-özlemim azalmadığı/azalmayacağı için delice kıskandığım zamanımı yitiremedim, yitiremem asla!...
Benim olan sırlarımı, heveslerimi, hayallerimi, ideallerimi saklayan zamanımı, zamandan bile kıskanıyorum! Bu kıskandığım zamanın sırdaşlığına ise delice sevdalıyım bütün sevdalarımı kıskandıracak derecede! Biliyorum ki zaman zaman içinde ve ben de zaman içinde...
Evvel, zaman içinde; âhir, zamân içinde...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Mayıs 13, 2009

ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN "ÜLKÜCÜYÜM." DENİLİR?

Şehirler arası bir yolculukta, yaklaşık üç saat üniversiteli bir delikanlı ile yol arkadaşlığı yaptık. Türk Milliyetçisi olduğumu ve Yeniçağ yazarlarından olduğumu söylememden sonra delikanlı da Ülkücü olduğunu söyleyebildi fısıltıyla!
İncindim! Üzüldüm! Fısıltıyla da olsa ülkücü olduğunu sanki zorla itiraf eden delikanlıyı üzmemek için çok sıkıntı çektim yol boyunca!...
Ülkücü olduğunu zanneden ve Bahçeliciliğini -de suçmuş gibi saklayarak- yapmaya çalışan delikanlının ürkek hâlinden, kendini ifâde etmekteki sıkıntısından, taraftarlıkla ülküdaşlık arasındaki farkı fark etmekten uzaklığından, velhâsıl sadece ev arkadaşları ve ailesinin Bahçeliciliği yüzünden "Ülkücüyüm." demeye mecbûriyetinden çektiği sıkıntısından; hem onun yerine, hem ona benzer onbinlerce gencimizin yerine, hem kendi yerime, hem de Devlet Bahçeli'nin yerine utandım da utandım!...
Bir zamanlar; "Ne iş yaparsın?" sorusuna, göğsünü gere gere; "Ülkücüyüm." diye cevap verenlerden şikâyetlenmelerimiz aklıma gelince, bir daha utandım! İşsiz-güçsüz ama işsizlikle, aşsızlıkla mücâdele edebilmek için ülkücüyüm diyenlere yapılan; "Ülkücülükten geçinenler" iftirâsını hatırlayınca, târifsiz utandım! OECD'nin 2009 raporunda, dünyanın en fazla üniversite mezunu işsizine sahip nüfusumuzdan utandım!
Fakülte dördüncü sınıfında ve Bahçelici olan bir delikanlının; 9 ışık'ı sadece benim kuşak ülkücülerle karşılaştıklarında duyduğunu, Tûran idealinden habersizliğini, panislâmizme benzeyen ama dünya müslümanlarının kardeşliği içine müslüman olmayan Gagauz Türkleri'ni de iç güdüsel olarak katışını; Atsız'a, Gökalp'e ırkçı diye karşı çıkmaya çalışırken Diyarbakır'da Kürtçe oy istemenin demokratlık olduğunu zannedişini, N.Fazıl'a ümmetçi diye toz kondurmayışını, F.Gülen'e nerdeyse Peygamber mevkisi verdiğini gördükçe hem utandım, hem de "Debisi Düşük D.B"ye olan öfkem bir kat daha arttı!...
Bir Türk Genci; bu zor günlerde 'Ülkücüyüm' diyemezse, ne zaman der?
Türk Milleti'nin refleksi olarak kabul görmüş Ülkücü Gençliği, böylesine târifsizliğe, renksizliğe, tepkisizliğe, "bana değmeyen yılan bin yaşasın" aymazlığına sokmayı başaran; başarısız başarılı, farklılıkların farkında olarak siyâset yaparak millî bütünlüğümüze saldıran bölücülere yardım eden, demokrat "Debisi düşük D.B."nin, meclis grubundaki sorularına, iyice öfkelendim!...
Recep Tayyip Erdoğan'ın önündeki 367 vekil sayısı engelini, daha mazbatalar alınmadan kaldırarak; "Dağlara 'Ne mutlu Türk'üm diyene' diye yazmayı ilkellik ve tahrîk nedeni" olarak târif eden bir siyâsiyi Köşk'e taşıyan D.B'nin; " Hangi ihânete katkıda bulunmamız için servis yapmamız isteniyor? Gül’ün mutabakat zemîni nedir? Kimlerle anlaşılmış, kimlerin onayı alınmıştır? Hangileri milletimize dayatılmaya çalışılacaktır? Kaçırılmaması gereken fırsat nedir? Fırsattan maksat nedir?" sorularına; gûya yüksek sesle soracağım derken öksürüklerle kestiği, kulak tırmalayan, kontrolsüz bağırmalarına iyice sinirlendim!...
Şükür ki; Ümrâniye Bombaları diye başlatılıp sonra Ergenekon diye adlandırılan, baskı malzemesi ve 'Debisi düşük D.B.'nin demokrat(!)ik destekleriyle her geçen gün biraz daha kuvvetlenen AKP baskı rejiminin sorumlularından hesap sorma günlerine az kaldı!
Yerel seçim olması, belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliğine aday olan ülküdaşlarımızı incitmemek için açık muhalefet edemediğimiz D.B.P (Devlet Bahçeli Partisi)'nin, MHP diye yutturulmaya çalışılmasına karşı açıkça karşı duracağımız günlere az kaldı!
Bahçelicilik'i ülkücülük zanneden ve ülkücüyüm demekten korkar hâle getirilen Türk Gençliğinin hesâbını sormak, sadece bize, Türk Milliyetçilerine düşer! Yeniden Türk Milliyetçiliği fikrinin mensûbu ve savaşçıları olarak olarak; keseri döndürdük, sapı döndürdük! İş sadece yanlış hesâbı Sandık'tan döndürmeğe kaldı!...
"Ülkücüyüm" demekten çekinen Türk Gençliği'nin hesâbını verirken 'Debisi Düşük D.B.'nin utanıp utanmayacağını da ölesiye merak ediyorum! Allah(c.c.)'ın o güzel hesaplaşma günlerini nasîb etmesi için yalvararak dualardayım vesselâm...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Mayıs 12, 2009

OLAĞANÜSTÜ MÎRAS VE VÂRİSLER...

Maddî mîraslar vardır vârislerce paylaşılır. Parçalanarak, paylaşılarak küçültülen bu mîras bir de vârisler hovarda ve süflî ise kısa sürede yok olur. Sadece yok olmakla kalmaz hovarda ve müflîs vârisi de kendisiyle birlikte yok eder! Bu tür mîras ve vârisleri hepimiz yakınımızda veya çevremizde defalarca izlemişizdir.
Bir de mânevi mîraslar vardır. Vârislere verâseten yani doğal yollardan, yâni birilerine-îmansızlara göre dünyanın sonu zannedilen ölüm adındaki İlâhi Tecelli sonrasında kendiliğinden kalır! Gönüllerden gönüllü gönüllere intikâl eder verâseten. Bu mîras; paylaşıldıkça sevgiyi besler, paylaşıldıkça nasiplenen her gönüllü gönül ehlini ihyâ eder. Bu mîrasın ve vârislerin en belirgin özellikleri ma'neviyyat ve ma'neviyyatçı oluşları, olmazsa olmaz ve değişmez özellikleri ise ideâlist-mefkûreci yâni ülkücü oluşlarıdır. Bu idealist gönül erleri; kendilerine verâseten intikâl eden mîrası, birileriyle daha paylaşabilmek için sessizce ve müthîş bir yarışa girerler. Yarışlarının şiddeti kadar mesâfe kat eder, sessizliklerinin büyüklüğü kadar ses olur duyulurlar gönüllü gönüllerce...
Geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeleri kontrol etmek ve sömürmekte kullanılan, teknolojik ve çok etkili propoganda yöntem ve malzemeleri olan, adına demokrasi denilen günümüz siyâsetinden de bazen miraslar kalabilir ve kalır!
Onlarca yıldır; "Yeter söz milletin!" sloganıyla CHP'den kopa/rtıla/nların kurdukları ve ülkeyi beyninden, göbeğinden emperyalistlere bağlayan siyâsilerin vârislerince yapılan, aslâ saklamaya da tenezzül edilmeyen bir talan furyası izleyerek bu günlere geldik! Talan edile edile maalesef denizlerimizde su bitti!
Devletin her kurum ve kademesinin, vatandaşın her sosyal sınıfının ve şahsının canı feryâd edecek derecede yandı! Duyarlı, millî duruşlu tek-tük siyâsilerimizi de, ya siyâseten ya da fiilen öldürerek yok ettiler ve izledik sessizce!...
Son şehîdimiz, son kurbanımız, Anadolu insanının bütün özelliklerini doğal olarak taşıyan ve yaşatan-yaşayan rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu oldu. Allah(c.c.) bir daha rahmetler eylesin.
Bu konuda yazacağımı, sohbetler edebileceğimi rüyamda görseydim isyan ederdim ama maalesef hayat insafsız, devam ediyor ve Emr-i İlâhi ile elleriyle gergef gergef dokuduğu teşkilâtı yakın mesai arkadaşlarına verâseten intikal etti! Ben de böyle bir mîrasın ve vârislerin sohbetini yapmak durumunda ve zorundayım!
Politikanın siyâset yüzü ile hiç tanış olmadım. Çok yakından ve dikkatle izledim yıllarca. Siyâsetle tek ilişkim bu kadarda kaldı. Asıl konum; verâseten gönül erlerine intikâl eden bir mîras, bu mîrası paylaşmak için saldıran fırsatçılar, fırsatçılardan kapmak için pusu atan siyâset tezgâhtarlarına dikkat çekmek ve Merhûm Yazıcıoğlu'nun yakın mesai arkadaşlarını, gücüm kadar ve edebimle uyarabilmek!...
"Bütün Zamanların Ülkü Ocağı Genel Başkanı" ünvanını sessizce ve layıkîyle taşıyan Merhûm Yazıcıoğlu'nun; yıllarca tırnaklarıyla yerleri sökerek, göğsüyle yerleri sabanlayarak kurduğu teşkilâtına, tâlipleri veya yetkisizlerce dâvet edilenleri izliyorum günlerdir.
Önümüzdeki günlerde yapılacak olan olağanüstü kongrenin adı üstünde, "Olağanüstü Kurultay". Yâni olağanüstü bir hâl karşısında hukûken yapılması zorunlu olan ve teşkilatları ehil ellere teslim edinceye kadar, dalgalı sular duruluncaya kadar teşkilatlara sahip çıkarak olağan kongreye taşımak süreci...
Bu olağanüstü zaman ve kongreyi, mevcût yöneticilerle geçirmek ortak aklın gereği olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü mevcût yönetimi Merhûm Yazıcıoğlu, samanlıkta iğne araracasına ince eleyip sık dokuyarak oluşturmuştu. Ölümü ve ölüm gerçeğini bir an bile aklından çıkarmadığını bildiğimiz bir îman ehlinin, böylesi olağanüstü halleri de düşünmüş olduğunu biliyor hatta ağzından duyduğumu söyleyebiliyorum.
Merhûm Yazıcıoğlu'nu seven ve tanıyan-tanımayan her kesin; Türkiye'nin şu anda görünen tek millî teşkilâtının dağılmaması için Merhûm'un güvenerek-seçerek göreve getirdiği kadro ile olağan kongreye kadar taşınmasının akıl gereği olduğu kanaatimi hatırlatarak ve ülkemiz geleceğine hayırlara vesile olmasını diyerek, dualardayım vesselâm...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Mayıs 08, 2009

KAYBETMEDİĞİMİZ DEĞER VAR MI?

Millet olarak kaybetmeğe alıştık! Bize bu alışkanlığı zerk etmeyi başardılar mı yoksa? Tam bir asırdır kaybediyoruz ve kaybetmeye alışmış gibi bir halimiz var! Güneşin batmadığı sınırlardan, Anadolu'ya mahkûmuz, yetmemiş!
Vatanlaştırdığımız toprakları kaybederek başladığımız kaybetmeğe; dilimizi, şiirimizi, destanlarımızı, masallarımızı, edebiyatımızı kaybederek devam etmişiz sırasıyla ve peş peşe!...
Gerçekten kaybetmeğe alıştık mı? Kendimizi bu kadar kaybettik mi?
Büyük ve tek Müttefik(!)imiz ABD'nin, "Haçlı Seferi" diye îlan ederek, demokrasi vaadiyle başlattığı Irak işgâli sırasında anlatılan bir fıkrayı hatırladım:
Abdullah Gül ile Saddam, birlikte ava çıkarlar. Gün boyu avlanıp dönerken bir tepeciği aştıklarında karşılarına bir aslan çıkar! Abdullah Gül, hemen tüfeğine davranarak nişan alır ve tetiğe basar. "Çıttt!" diye bir ses! Mermisi bitmiştir! Saddam davranır ve nişan alarak tetiğe basar. Bir "Çıtt!" sesi daha! Onun da mermisi bitmiştir! Saddam, ne yapacağını düşünürken Abdullah Gül süratle postallarını çıkarmaya ve spor ayakkabıları giymeğe başlar. Saddam; "Ne yapıyorsun?" dediğinde; "Kaçacağım. Ayakkabı değiştiriyorum. "der... Saddam şaşkın; " Aslandan hızlı koşabileceğine inanıyor musun?" diye sorduğunda; "Senden hızlı koşsam yeter!" der Abdullah Gül !...
Dedik ya, Irak'ın işgâli sırasında anlatılan bir fıkraydı bu!...
Abdülhak Hamit Tarhan; "Bu millet, söylemez söylenir." diye bir tesbît yapmıştı bir asır önce. Devir döndü, kendini kaybettiğini zannettiğimiz millet yeniden söylenmeğe başladı! Umarım duyanlar çıkar!...
Bu Millet; tehlike anında, arkadaşından hızlı koşarak arkadaşını düşmanla başbaşa bırakanı sevmez!
Bu millet; kaçanı sevmez, kovalayana küfreder!
Bu millet; komşusunun derdine bigâne kalanı, komşusu açken tok yatanı; Hârun gibi gelip Kârun gibi gidenleri sevmez!
Bu Millet; rezîl komşuyu sevmez ama rezîl komşusunu başka mahallenin kabadayısına şikâyet eden muhbîrden de nefret eder!
Bu Millet; açlığı, yokluğu, yoksulluğu sevmez ama karın tokluğuna başkalarına köpekleşenlerden de tiksinir!
Tarihte; hak, hukuk, adâlet, medeniyet, âsâyiş götürdüğümüz ve en azı üç yüz yıl tebaamız olmuş komşularımız arasında, müthîş bir yalnızlığa mahkûm olduk! Bu Millet, yalnızlığı, özgüveninden dolayı tercîh eder ama bu yalnızlığa sebep olan yetersiz siyâsetten de nefret eder!
Bu Millet; yalnız bırakanı ve yalnız bıraka bıraka yalnızlığa mahkûm olanı sevmez! Arkadaşa, dosta, komşuya karşı hata yapanı belki affeder ama kardeşin kardeşe yaptığı hatâyı ihânet bilir ve hâinden iğrenir!
Bu Millet; Kıbrıs Çıkarmamızda bütün gücüyle yanımızda olan Kaddafi'yi, ABD karşısında yalnız bırakarak bize düşman eden eyyâmcı-korkak zihniyetten nefret eder!
"Kendim ısırır, köpeklere yalatmam!" taraftar mantığını kabul eder ama taraftarı/taraftarlığı Haçlı'dan yana olanlardan, ayının koynuna çıplak giren salaklıklardan tiksinir!
Ve bu Millet; yan bahçesinde taarruza uğrayan kardeşinin kavgasını balkonundan seyreden; kapalı pencereler ardından ettiği küfür ve hakâretleri kendisinden başkasının duymadığını bile bile kardeşlik gösterisi yapan korkak-kurnazları sevmez ve bu kurnaz mantıktan iğrenir!...
Tabi ki dilimizi, dînimizi, töremizi, türemizi, birliğimizi,bütünlüğümüzü, kardeşliğimizi kaybettiğimiz topraklarda unutarak gelmemiş ve kaybetmemişsek!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN SÜTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN