Salı, Ağustos 30, 2011

YASLI, YARALI BAYRAMLAR!...

"Artık ne sefer var, ne zafer tâlibiyim,
Madem ki şu hür ülkelerin sahibiyim.
Lâkin, bana söyleyin çocuklar:
Kendi yurdumda neden böyle misâfir gibiyim?" diye kendine sitem eden Arif Nihat Asya, bugünleri görseydi, yaşamaya utanmaz mıydı?
Dostlarımın şahsında "iki kişiden biri ötekiler"in hepsine sormak istiyorum: Belki sadece 1974 Kıbrıs Barış Harekâtımız'daki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e itiraz etmeyebilirdim ama mevcût "öteki iki kişiden biri"nin Cumhurbaşkanı olan, "Bu Hareketi birlikte kurduğumuz Abdullah Gül Kardeşimiz"in; son bir yılda, AKP'nin şımartıp semirttiği bölücü terör örgütünün lanetli elleriyle dokuz yüzden fazla şehit vermiş bir Ordunun Başkomutanı ve Muhteşem Türk Atatürk'ün selefi sıfatıyla "Resepsiyon" denilen Resmî Kabûlü yapmaya ne hakkı olabilir?
"Öteki iki kişiden biri"lerinin verdiği kuvvet ve cesâretle Atatürk Cumhûriyeti ile hesaplaşmaya oturmuşların, İstiklâl Mahkemeleri'nden intikama soyunmuşların, "Peygamber Ocağı" sıfatlı Ordumuz'u fısıltı propogandalarla nerdeyse "îmansız" tarifine sokarak pasifize etmişlerin, "Her 10 Kasım'da sap gibi durmanın ne mantığı var?" diye Atatürk'ün mânevî şahsiyetini sorgulayanların, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Türkiye halklarına Türk Milleti denir. Ne mutlu Türk'üm diyene" diyen Atatürk'e nispetle; "Birileri de ne mutlu Kürdüm diyene derler." diyenlerin, "Hatta bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini müstevlîlerin emelleriyle tevhîd edebilirler" diye tarif edilen kişilerin; Atatürk'ün ve onun şahsında birleşerek destanlaşmış Türk Milleti'nin Muhteşem Zaferi'ni kutlamak adına yapılan teâmülleşmiş Resmî Kabûl'de ne işi olabilir?
Mürâiliğin bu kadarına itirâz etmeyenlere, kim olurlarsa olsunlar itirâz etmeyelim mi? İtirâz etmeyip "Sükût ikrârdandır" tarifine girerek sağken gönlümüzde intihâr mı edelim? Bu milletin sadâkati bitti mi? "Öteki iki kişiden biri"lerinin karşısındaki "Beriki iki kişiden biri"leri nerdeler? Hâlâ ülkücüleri barıştıramamış, kucaklaştıramamış, bayramlaştıramamışlara -kendi aramızda da olsa- bunları sormayalım mı?
Gittikçe öz yurdumuzda paryalaşmıyor muyuz? Yarın yüzümüzün karasını yıkamaya Sakarya da yetmeyecek görmüyor muyuz?
Bal alanla pekmez satanla işimiz yok tamam da hiç değilse bu Resmî Kabûl'ü, protesto edecek ses çıkaracak birilerini aramamız da mı çok fazla abartılı bir istek?
Ramazan Bayramımızın gözleri yaşlı, 30 Ağustos Zafer Bayramımız'ın boynu bükük!
Bizi kim, ne zaman, nasıl işgâl etti de haberimiz yok? İttifak Kuvvetleri adlı, Düvel-i Muazzama'ya karşı, Mehmed Ârif Bey'in Başımıza Gelenler'de; "... hristiyan teb'âmız şöyle dursun; devletimiz Türk, Arnavut, Kürt, Arap gibi çeşitli müslümân kavimlerden teşekkül ettiği halde vatanın müdafaâsı ve islâmiyetin muhafazâsı şurada on iki milyondan fazla tahmîn edemediğimiz Türkçe konuşan ahâlimizin hamiyetli omuzlarına yüklendi." şeklinde tarif ettiği Türk Milleti'nin Atatürk'le bütünleşerek hizaya soktuğu, şımartılmış Azınlıklara, Atatürk ve silâh arkadaşlarının koyduğu yasakları tekrâr iâde etmenin, başka bir tarifi olabilir mi?
Yüzlerce yıl, bütün Haçlı Seferleri'ne göğsünü siper ederek "İslâmiyetin muhafazâsı"nı görev edinmiş ve başarmış Türk Milleti'ne NATO adlı Haçlı ile birlikte müslümanları bombalatmayı, başka türlü nasıl anlayabilir veya görebiliriz?
Irak'tan; "Gelin! Bizi ve namusumuzu bu kâfirlerden kurtarın ve siz öldürün!" diye feryâd eden dindaşımız kadınları-kızları duymayan, "İslâmiyetin muhafazası"nı başarmış Türk Milleti'nden olabilir mi?
"Azîz Milletim" diye seslendikleri, "Öteki iki kişiden biri"lerine atfettikleri "ümmet" tarifli ve 36 etnik farklılığa ayrıştırılmış kalabalığa Türk Milleti denebilir mi?
Ve "ümmet" tarifli "Öteki iki kişiden biri"lerini temsîl eden birinin, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk'ün selefi olarak Başkomutan sıfatıyla Zafer Bayramı Resmî Kabûlü'nü yapmasına itirâz edecek bir dokunulmaz Millet Vekili çıkmaz mı?
Kahr'oluyorum, Allah kahr'etsin!
TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Ağustos 28, 2011

ŞEFFÂF SIRDAŞLIK!...

Sır saklayamıyoruz! Sırrımız kalmadı! Maymun vâri kıçımız açık ve bir başka kıçı açıktan nereye kaçacağımızı bilmiyoruz! En acısı, Türk'ün teamülünde kaçmak yok! Kaçmayı bilmeyen bir milletin devletine, kaçmak için idman yaptırıyorlar! Olmuyor!
"Tele teknik röntgenciler" işi abarttılar! Rüşvetle mücâdele amaçlı tapu dairelerine, gümrüklere, emniyetin ahlâk bürolarında gizli kameralarla teknik takipler yapılırdı! Bu teknik takipler sâyesinde; ahlâksızlığın boyu aştığı Emniyetin Ahlâk Bürolarında, kaçakçılığın engellenmesi için var olan kaçakçılığın boyu aşarak meşrûlaştığı Gümrüklerde, taşınmaz mal varlığımızın en büyük güvencesi Tapu dairelerindeki yolsuzlukların, ahlâksızlıkların, rüşvetin önlenebilmesi için heveslere kapılmıştık! Ama Hukuk, o gizli çekimlerin özel hayata müdâhele olduğundan hareketle yolsuzluk yapanları, rüşvet alan-verenleri, ahlâk bürolarındaki ahlâksızları korumaya almıştı!
Sonra ahlâksızlıkla, yolsuzlukla, âsâyişsizlikle mücâdele amaçlı kullanılan "teknik takip"ler kontrolden çıktı! Devlet Sırrı kalmadı! Şahsî özel hayattan zâten vazgeçtik, Devlet'in özeli kalmadı! Vatan bütünlüğünü, Devlet'in bekâsını, Devletlerarası çıkar ilişkilerindeki kozmik sırlarımızı fâş eden "tele teknik röntgencilikler"le muhatâbız! Artık Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, Millî Savunma Bakanı da, Genel Kurmay Başkanı da, Millî İstihbârat Müsteşarı da, gros marketler de, bankalar da, sade vatandaşlar da telefonundan korkar kendi evinde pencerelerden uzak yerlerde kitap okur hâle geldik!
Kocaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak mahremimiz yok! Sırrımız yok! Yabancı gözlerden korunabileceğimiz kozmik odamız yok! Karada çakal-sırtlan, havada akbaba-karga misâli düşmez zannedilenlerin düşmesi bekleniyor leşe üşüşmek için!
Genel Kurmay Başkanı'nın Karargâh'ta yetkili komutanlarla yaptığı sır görüşmeyi bölüm bölüm, arkası yarın mantığıyla servis ediyorlar, biz de izliyoruz! Vaaay anası!...
Bütün âmirler, bakanlar, genel müdürler, öğretmenler, hatta bütün ana-babalar, bir ân empati yapalım! Bakalım hangimiz öfkelendiğimizde, faili meçhûl bir kabahat karşısında memurlarımızı, yetkili kadrolarımızı, müdürlerimizi, öğrencilerimizi, çocuklarımızı karşımıza alarak; "Bu yaptığımız olamaz! Biz böyle yaparsak kim neler yapmaz? Kendi elimizle kendi gözümüzü çıkaramayız!" Veya benzeri üslûpla sanki yapılan fail-i meçhûl kabahati hep berâber yapmışız gibi feryât ve tenkît etmemişiz? Hangimiz, güvendiğimiz elemânımıza, öğrencimize, evlâdımıza; "Temiz Kardeşimizdir" mantığıyla sâhip çıkmamışız?
Yanlıştan örnek olmaz tamam da Devlet'in en kozmik plânlarının yapıldığı ve muhafaza edildiğini zannettiğimiz yerde yapılan bu "tele teknik röntgencilik"ten millî istikbâlimiz adına korkmamız gerekmez mi?
"Bir zamanlar 'Senin kahramanın, benim kahramanım' yarıştırmıştık! Sonra 'Senin banka soyguncun, benim banka soyguncum'u yarıştırdık! Sonra 'Senin katilin, benim katilim'i yarıştırdık! Şimdi sıra 'Senin hâinin, benim hâinim'i yarıştırmaya geldi!" Diye Koşaner'in servis ettirilen mantığıyla feverân etmiştim!
Kimin, niye ve nasıl tarif ettiğini bilemem ama kendimi millet fedâisi olarak gören benim, gerektiğinde millî menfâatlerimiz için herkesten önce ölmeğe de öldürmeğe de hazır olduğumu bildiğim benim, "Savunduğum bir hâin" olabilir mi? Bilinir ki hâin, düşmandan çıkmaz! Hâin; içerden, en yakınlardan, can-ciğerlerden çıkar veya çok kendinden bilinen birinin millî menfaate uymayan hareketinin adı değil midir ihânet?
Milyonlarca can bedeliyle kurulmuş hür ve müstâkil bir devletin, Genel Kurmay Başkanı'nın; hayâti derecede önemli bir sır toplantısını fâş ediyorlar! Hukuk göreve çağrılıyor; "Bu Genel Kurmay Başkanı'nın derisini soyun! İbret olsun diye "kellesi"ni tekkelerin, zâviyelerin, cemaat karargâhlarının kapısına asın!" diye ihânet, zûlüm, nifâk, şerr kokan vuvuzela böğürtüleri kulak patlatıyor!
Bu korkunç vuvuzela böğürtüleri arasında ne kadar duyulur bilemem ama ben de; "Cumhurun başı, Başbakan, Millî Savunma Bakanı, Adâlet Bakanı, İçişleri Bakanı, Milli İstihbârat Müsteşârı, dikkatli olun! Sıra sizde! Ki çok yandaş iki kişinin; biri "dolma kalem", diğeri "İleri Demokrasi fedâileri"nden ve şu anda bölücülerin dindâr kesimi(!)ni temsîle soyunmuş iki kişinin, televizyonda; "Sıra AKP kurmaylarının kasetlerine gelirse Hurrem Sultan dizisi olur" şeklindeki tehdît-uyarılarını da hatırlatırım! Vallahi size üzülmem de Devlet'i temsîlen millet tarafından çıkarıldığınız makamların mahremiyeti adına, ölesiye üzülüyorum!
Kahr'oluyorum, Allah kahr'etsin!...
İKİ KİŞİNİN BİLDİĞİ, SIR DEĞİLDİR!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ağustos 27, 2011

AĞUSTOS'LAR YAŞLANDI!...

Ağustos Ayı'ndayız! Türk'ün tarihî Zaferlerinin sığmadığı Ağustos Ayı'nda! Takvim icat edildi edileli yüzlerce-yüzlerce yıl her Ağustos Ayı'nda Türk'le, Türk'ün şanlı zaferleriyle kut alan, kutlanan Ağustos'tayız!...
Yıllarca 30 Ağustos, bütün milletin aklına Zafer ve Zafer Bayramı'nı getirirken Türk Milliyetçisi hafızâlar dışında; "30 Ağustos YAŞ Toplantıları"yla yaşlandı, sulandırıldı!
Bu Ağustos bir kişinin, müspet veya menfî mânada nelere muktedîr olduğunu da hatırlattı Türk hafızâma! Oysa hafızâmı hep zayıflıkla suçlardım!
1970 yılında, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in, MHP'nin olduğu il ve ilçelerde Malazgirt Zaferi'ni kutlama ve Devlet Erkânına hatırlatma etkinliklerini hatırladım! 1971 Ağustos'unda; İstanbul'dan, Ankara'dan ve Erzurum'dan -devrin dolma kalemlerince "Türkeş'in Komandoları" diye adlandırılan- Ülkücülerin, Malazgirt'e yayan yürüyüşlerini hatırladım. Türkeş'in Malazgirt tepelerinde yapacağı kutlamaya alternatif olarak devrin Devlet ve Hükûmet erkânının Malazgirt'te yaptıkları zoraki resmî kutlamaları hatırladım!
Gâzi Meclis'te bir kişinin 450 kişiyi nasıl etkilediğini, Meclis'i tek başına nasıl millîleştirdiğini;
bir kişinin, millî hafızâya nasıl nakş'olduğunu; bir kişinin emeklerinin, millet tarafından
nasıl sahiplenildiğini ve bir ölümlünün nasıl ölümsüzleştirildiğini hatırladım!
Alparslan Türkeş'in macerâlı ve çileli seksen yıllık ömründe, sadece Malazgirt Zaferi'nin 900. Yıldönümü Kutlamalarıyla bile millî hafızâya silinmemecesine yazıldığını hatırladım! Ve artık biliyorum ki seven-sevmeyen, muhalif-taraftar, dost-düşman herkes, ne kadar uğraşsalar da Alparslan Türkeş adlı Türk Sevdâlısı Türk'ü öldüremeyecekler!
Tam kırk yıl önce, Türkiye'nin dört yanından, yüreklerini Sultan Alparslan'ın ve adaşı Başbuğ Alparslan'ın yürekleri ile buluşturmaya koşan üç bin, belki daha fazla gencin, Malazgirt dağlarında yaşadığı, yaşattığı coşkuyu hatırladım. Kırk yıl sonra kocadığıma üzülecekken yiğit bir Lider'in çağrısıyla, farklı millî bir duyguyla, Kürşad'ın Çin Sarayı'nı basmaya davetiymişçesine Türkeş çağrısına koşanların içinde olmakla övündüm ve bu övüncümü; arkadaşlarım, ülküdaşlarım, ömürlük yoldaşlarımla hatırlayıp hatırlatarak paylaşayım istedim...
Cazim Gürbüz, bu coşkuyu destanlaştırmıştı! Keşke O'da destanını nisyân ile ma'lûl hafızâ-y-ı beşerle bir daha paylaşsa ve o "dokuz kutlu er"den rahmete yürüyen Kürt Ülküdaşımız Abık'ı, Selâmi Türkmen'i bir daha Fatihâ'larla buluştursa!...
Erzurum Ekibi'nin getirdiği en büyük çadırın OTAĞ adıyla Başbuğ Türkeş'e hazırlanışını, çadır önünde tutulan OTAĞ NÖBETİ'ni, yayan gelmeyi başaran tek ekip olan Erzurum Ekibi'nin, yol yorgunluğuna rağmen tuttukları ilk OTAĞ NÖBET'ini hatırladım.
Iğdır Ekibi'ni; haşarı-delişmen çocukluğu ve bir taşla teslîm alarak zorla Malazgirt'e gelen, oynadığı Şeyh Şamil oyunu ve havaya zıplayıp diz üstü yere inerken her havalanışında; "Başbuuuğ", inişinde; "Türkeeeeş" diye naralayan, üç bin kişiyi bu narasına ortak edip "Başbuğ-Türkeş" sloganıyla gök kubbeyi patlattıran, 9 yaşındaki Kardeşim Ali Haydar'ı hatırladım. Başbuğ'un çok beğendiği ve gece çadıra koynuna aldığı, Başbuğ'a yakınlaşmayı çocuk aklıyla kutsayan Ali Haydar'ın, Başbuğ'un koynunda, O'nu rahatsız etmemek için kıpırdamadan uzanışını ve "Heyecandan, vücûdumda kaşınmayan yer yoktu ve ben Başbuğum rahatsız olmasın diye canlanmıyor, kaşınamıyordum." şeklindeki gururlu şikâyetlerini hatırladım!
Bir kişinin nelere muktedîr olduğunu hatırladım! Gururlandım! Ağlamayacağım! Kocamışlığın en bâriz göstergesi olan sulu gözlülüğüme bugün için son verdim!
Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun ilk defa o gün, nakaratını üç bin gençle tekrarladığı Malazgirt Marşı'nı okuyuşunu ve bir marşın kulaktan kulağa millî hafızaya nakş'edilişini hatırladım! Söylenecek çok söz var! Malazgirt Marşı'nın ilk günden bugüne kadar beni en çok duygulandıran kıtasını, bir daha hatırlayıp hatırlatarak;
"Türk Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
Malazgirt, Bizans'ın Türk'e secdesi
Bu ses, insanlığa Hakk'ın müjdesi...

Bu seste birleşir bütün yürekler,
Ya Allah! Bismillah! Allah ü Ekber!" ve bir kişinin, -müspet veya menfî mânada- nelere muktedîr olduğunu hatırlayarak Sultan Alparslan'a, Başbuğ Alparslan'a ve 30 Ağustos gününü millîleştiren Başbuğ Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve Türk kahramanlarına yürekten saygı, sevgi, özlem ve Fatihâ'larımı gönderip menfî iz bırakanları da buğz ederek;
"YA ALLAH! BİSMİLLÂH! ALLAH Ü EKBER!"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

LE MONDE' DE TÜRKİYE ANALİZİ...

ABD üretimi sûni "Arap Baharı" misâli kanımızla-canımızla "İleri Demokrasi"ye doğru, son sür'at gidiyoruz! Şükrolsun ki makinistimiz usta!...
LE MONDE Türkiye Muhabiri Gaullaume Perrier'in geçen hafta yazdığı "TÜRKİYE ANALİZİ"ni, yorumsuz sunuyorum. Yoruma da pek gerek yok zaten! Buyurun okuyalım:
"Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren "kültürel bölünme". Bu artık iyice keskinleşti.
Şimdi bir yanda; ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç karı koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var.
Diğer yanda ise Kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki, pop şarkılarla klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, Batı standartlarına yakın bir grup var.
Bu iki grubun yasam tarzı birbirinden kopuk.
Onları; Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış. Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok. Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.
Daha Batılı olan "ikinci grup", Batı'nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için git gide Batı'ya ve Batı'nın demokratik değerlerine düşman oluyor.
Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan "birinci kesim" ise, iktidarı ancak Batı'nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı'yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahip.
Eğer , birinci grubu desteklerse ve batı'nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.
Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık. Anadolu'da üretim yapıyor, malını dış dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye'nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim, devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.
Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında. Ve bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.
Cumhurbaşkanı seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.
Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor. Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor.
Peki, darbe olursa ne olur?
Yaşam tarzı Batı'ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir ve Batı'nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar.
Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını , desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika'nın önünde de ciddi bir engel var.
"Demokrasi getireceğim" diye Irak'ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye'deki "darbeyi" niye desteklediğini açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir "zorlamayı" gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.
Silahını ve parasını Batı'dan alan bir ordu ve ülke, Batı'dan koptuğunda ne yapacak? Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabini buldular.
Türkiye'de darbe olursa! Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir darbeden sonra Rusya ve İran'la ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak.
Rusya'yla İran'ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye'yi ayakta tutmaya yeter.
Ama Rusya- Türkiye- İran bloku, Dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu'nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa'yı küçük kıtasına hapseder. Kafkasları, Afganistan'ı, Pakistan 'ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin'le işbirliği yapabilir.
Bu gelişme; Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya'dan oluşan "Batı" nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir biçimde azaltır.
Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir. Böylece, Türkiye'deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar. Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar. "Asla böyle bir şey olmaz" diyebilirsiniz... Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin. Ama, ya olursa ki bana çok mümkün geliyor! O zaman ne yapacaksınız?
Bugün Türkiye'de kamplaşan ve bölünen insanların da Türkiye'yi Avrupa dışına itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla çok görkemli; bir yanıyla, çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine "baş öğretmenlik" yapmaya kalkan Avrupa'nın da Türkiye politikasında "ikili" oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika'nın da bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
Türkiye'de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın bütün dünyayı yakması, sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Ağustos 26, 2011

CAMİDE ANAYASA ANLATILIR MI?...

Bir yandaş yazar ve televizyon programcısının, Kayseri'de bir camide yaptığı "Anayasa Değişikliği" propogandasına itiraz edenlere ettiği hakaret, Gazetemizde haber edildi! Haberdi ve yapılması gerekirdi!
Ben, konuya farklı bir yerden bakmak ve doğru yerde, doğru taktikle, yanlışların savunulmasına ve itirâz şeklinin yanlışlıklarına itirâz edeceğim! Camilerde partizanlık yapılmaz, doğrudur! Maaşını Devletten alan imam-hatiplerin, partizanlıklarına itiraz edelim tamam da millî mes'eleler camilerde konuşulmazsa nerede konuşulur? Kahvehanelerde tartışılmazsa nerede tartışılır? Kışla ve Karargâhta siyâseti, Atatürk'ün haklı olarak yasakladığını da biliyoruz! Öyle ise?...
Atatürk'ün unutturulan Balıkesir Cuma Hutbesi'ni hatırlatıp alıntılarla başlamak istiyorum:
"Ey millet! Allah birdir. Şânı büyüktür Allah'ın selâmeti, âtifeti ve hayrı üzerimize olsun. Peygamberimiz Efendimiz(s.a.v.), Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık-ı dîniyyeyi (dînî gerçekleri) teblihe (bildirmeye) memur ve resûl olmuştur. Kanûn-u esâsisi (anayasası), cümlemizce ma'lûmdur ki, Kur’an-ı Azimüşşandaki nusûstur (naslar -kesin olanlar-dır). ... Arkadaşlar; Cenâb-ı Peygamber mesâisinde iki dâra (yere), iki hâneye malik (sahip) bulunuyordu. Biri kendi hânesi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübarekelerine (mübarek izlerine) iktifaen (örnek alarak) bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait husûsatı (konuları) görüşmek maksadıyle bu dar-ı kutside (kutsal yerde) Allah'ın huzûrunda bulunuyoruz. ... Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni, başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. ... Binaenaleyh (bundan dolayı) benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim." (7 Şubat 1923- Paşa camii-Balıkesir)
Atatürk'ün Cuma hutbesi veren ilk ve tek Cumhurbaşkanımız olduğunu da altını çizerek vurguladıktan; Mehmet Âkif'in, Galip Hoca'nın ve diğer millî hâtip ve zatların Millî Mücâdele meş'âlesini camilerde yaktıklarını hatırlattıktan sonra asıl konumuza gelelim.
Devâsa iç ve dış mes'eleler malûm! İçerde âsâyiş , dışarda millî itibârımız ve politikamız yok! Müstemleke valiliği yapıyoruz! Yüzlerce yıl vatandaş ve sınırlarımız olan komşu ve akrabalarımızla aramıza telâfisi zor düşmanlıklar koyuluyor! Sayısız Haçlı Seferi'ne İslâm adına, tek başına göğüsleyen Türk Milleti ve Devleti, Haçlı ile birlikte din kardeşlerinin başına "demokrasi bombaları" yağdırıyor!
İçerde de üçüncü kere seçim kazanmanın rahatlığıyla bütün devlet kurumlarını, tek tek istediği şekle sokuyor! Her türlü milliyetçiliğe karşılığını açıklayan Başbakan'ın, Türk Milliyetçiliği'ni ve Anayasa'dan Türk Kimliğini kaldırabilmek için millî kurumları değiştirmesi şarttı! Başında "millî" sıfatı bulunan; Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı'nı millîlikten nasıl uzaklaştırdığını zannederim söylemeğe gerek yok!
Camilerin yıllarca nasıl siyasî kamplar olarak kullanıldığını da hepimiz bilir ve söyleriz! Mütedeyyin Müslüman insanlarımızla buluşma adresi camilere, hâlâ uzak durmayı mahâret sayan diğer gayr-ı milli düşünceli Laik maskeli taklitçi entel yobazlar yüzünden, millî mes'elelerimizi milletimize, doğru adreslerde anlatan yok!
AKP Anayasa'yı değiştirecek! Meclisteki muhalefetin gücü engellemeğe yetmez! Anayasa Mahkemesi'de artık AKP'nin yaptığına hayır demez! O zaman? AKP'yi milletten başka şikâyet edebileceğimiz bir yer var mı? Muhâlefetin millete gitme heveslerini de gününden önce, camilerde -anayasalarını hiç anlatmadan- karşı çıkacakları peşinen millete şikâyetle bitirmeğe başlamışlar!
Gerçek işlevlerinden çıkarılmış, hoparlör ve baz istasyonları yerleştirmek için kullanılan minârelerden ve tek merkezden yayınlanan ezâna itirazla başlamışlar ki söyledikleri doğru! Kilise çanından rahatsız olmayan en-tellek-tüellerin yüksek sesli ezandan şikâyetlerini de koz edinerek adamlar işlerini -Allah var- güzel yapıyorlar!
Genel Merkezlerinden çıkmadan, cami cemaati ve kahvehane sakinleriyle sıcak temas sağlamadan muhalefet partilerinin bu Anayasa değişikliğine engel olmalarını beklersek daha çoook bekleriz! Şimdiden Türkiyeli AKP'nin "2. Cumhuriyet Anayasası" hayırlı olsun vesselâm!...
"ERKEN ÇIKAN YOL ALIR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ağustos 24, 2011

ÇOK GÜZEL BİR MEKTUP

Epeydir gündemin izin vermediği bir sohbet yapmak istiyorum müsaadelerinizle...
Her nefsin olduğu gibi bizim de tebrîke, alkışa ihtiyâcımız var elbette! Sırtımızda yük taşımıyor, ocaklarda taş kırmıyoruz elbette ama kimin elindeyse ona göre asan-kesen ve adına hukuk denen bir Demoklesin Kılıcının altında düşüncemizi, gördüklerimizi, duyduklarımızı söylemeye çalışıyoruz!
Kimine göre dünyalığımızı kazanmış, tuzu kuru adamlarız! Haksız da sayılmazlar çünkü milyon dolar-eurolarla tarnsferler yaşayan "Dolma Kalemler"den zannediyorlar bizi de! Olsun! İtirazım yok, varlıklı bilinmenin kime ne zararı olur ki ama durumumuzu bilmeden bizden istenen yardımlara "Yok!" demenin zorluğunu, tarif mümkün değil!
Kimilerine göre de aptalmışız! Biz çalıp biz oynuyormuşuz! Kaç kişi okuyor veya okuyanlardan kaç kişinin neye gücü yetiyormuş ta falan, filan! Onlar da haklılar! Ama; "Küfrün karşısında susan dilsiz şeytan gibidir." Hâdis'ini düstûr belleyip gördüğümüz haksızlığa elimizle, gücümüz yetmezse dilimizle, ona da gücümüz yetmezse kalbimizle buğz ederek karşı çıkıyoruz! Tenkîtlere, tehditlere alıştık! Şerbetlendik te sayabilirsiniz ama iltifatlara -şahsen- doymuyorum! İltifatlar karşısında şımarmaktan da Allah(c.c.)'a sığınıyorum.
Bir Büyüğümüzden, enfes bir mektup aldım. Noktası, virgülüne dokunmadan bu özel-güzel mektubu paylaşmak istiyorum:
"Kadim Ülkücü Mustafa Aslan'a mektup: (Allahüekber-MA)
Değerli Evlâdımız;
Gazetemizin bugünkü "YORUM" sayfasında yer alan "Ayıklarız Biz Bu Dikenleri..." başlıklı yazınızı okudum. Gözyaşlarımı tutamadım! Sevinç gözyaşlarıydı bunlar... Niçin mi? Dinle...
Tam seksen sekiz yaşındayım. 1948'de T. Üniversitesinin dördüncü sınıfındaydım. Demokrat Parti'den bir grup millet vekili ayrılıp Rahmetli Mareşal'in Liderliğinde MİLLET PARTİSİ'ni kurdular. Aynı gün Harput (Elâzığ) Milletvekili Nurettin Ardıçoğlu (merhumdan) telgraf aldım; "-Yeni Partimizin Gençlik Kollarının Tüzük ve Programını hazırlamak üzere seni bekliyorum, hemen gel." diyordu. Ertesi sabah Ankara'daydım. Kamil Koç Merhum'un Kızılay'daki ofisinde buluştuk; hemen çalışmalara başladık. İki günde tamamladık, Gençlik Kolları Başkanlığı'nı Dil-Tarih Fakültesi'nden bir arkadaşa verdik, ben döndüm.
O günden itibâren partideki kıdemimle orantılı olan sorumlu mevkilerde bulundum. Son görevim Parti Genelbaşkanlık Divan Üyeliği idi. 27 yıl sürdü. Bunun 12 yılı G. Sekreter Yardımcılığ'nda geçti. Rahmetli Türkeş ve arkadaşlarının partiye kazandırılmasında Rahmetli Mustafa Kepir, Rahmetli Mehmet Altınsoy, Rahmetli Kâmil Koç ve ben büyük gayretler sarf ettik. Amacımız Partiyi Milliyetçi-Ülkücü çizgiye oturtmaktı. Allah yardım etti, başarılı olduk!
Biraz önce makalenizi okuyunca çilekeş ülkücülerimizden birinin Doğu'dan seslenişini duyar gibi oldum. Diyarbakır hatıralarımı yaşadım. 1950'den 1967'ye kadar çocuklarımı da alarak orada iş kurdum. Çok saygın siyaset çalışmalarımız oldu. Diyarbakır'dan çok değerli gençler yetiştirdik. Meselâ; M.Vekilimiz Oktay Vural, Profesör-Ressam Mehmet Başbuğ, Kardeşi Yazar Hayri Başbuğ, Türkeş Bey'in uzun müddet özel kalem Müdürlüğünü yapan Ali İhsan Bacalan ve şu anda soyadlarını hatırlayamadığım, Diyarbakır'lı çok değerli gençler yetiştirdik. Beş Şehidimizde ölümü göze aldılar davadan dönmediler! Sağ kalan bütün ülkücü gençlerimizi Ankara, İzmir ve hinterlandlarına yerleştirdik. Sık sık telefonla arayıp hatırımı sorarlar. Allah hepsinden razı olsun! Bütün bunlar Diyarbakır'lı Kürt veya Zaza asıllı gençlerimizdirler. Hemen hepsi de (Elliden fazla Diyarbakırlı) gençlerimiz yüksek tahsil yaptılar. İdeallerinden fire veren olmadı hiç!...
Çocuklarımı, (üç erkek, bir kız) yüksek eğitim dönemleri gelince, Aileyi Ankara'ya taşıdık. Ben Diyarbakır'da kaldım, Anneleri de onların başında bulundu. Sonra kurmuş olduğum fabrikayı satıp ben de Ankara'ya geldim. Bugün YENİÇAĞ'daki yazınızı okuyunca çok duygulandım! Seçimlerden dört gün önce Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin, Diyarbakır Mitinginde yaptığı konuşmasını hatırladım. Çok güzel bir konuşmaydı. Halk derin bir saygıyla dinliyordu. Hiç menfi tezahürat olmadı. Diyarbakırlı işte budur!
Bugün de onbirinci sayfadaki demecini okuyunca da; "İşte MHP budur!" dedim...
Aziz Dostumuz, Değerli Ülkücü Evlâdımız!
Sizi, sahip olduğunuz mefkûreden dolayı kutluyorum. Allah'a emânet olunuz Efendim...
Turgut ÖZTAŞKIN "

Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Ağustos 23, 2011

FİSKE İLE BİR TAŞ!...

Taş arıyorum kurbağalı gölete atmak için!
Epeydir eteğimde taşlar var ama günü geldiğinde, "eteğimizdeki taşlar"ı dökme zamanına, meşrû zemîne sakladığım için onlara el sürmüyorum! Atacağım taşın, ürküttüğüm kurbağaya değmesi de çok önemli!
Bu kurbağa mübârek enteresan bir mahlûk! Balıkla kurbağa larvasını, birbirinden ayırt etmek nerdeyse mümkün değil! Belli bir süre "iribaş" olarak balık zannedildikten sonra ve arka bacakları çıkar çıkmaz belli olur kurbağalığı ve hemen zıplar göletinden! İçine doğduğu, büyüdüğü göletin temiz suyu ona yaramaz! Ona kokmuş, kokuşturulmuş birikinti lazımdır!
Bu üretim kaçkını kurbağa larvalarının, kimleri aldattıklarını hep beraber gördük! Siyâset üretim merkezleri kuran ve cinsinden emîn olduğu alabalıklar üretmek isteyen ehîl adamlar da kurbağalar havuzdan zıplayıp kaçana kadar fark edemediler bu larvaları! Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş'in, Mücâhit Erbakan'ın ve Karaoğlan Ecevit'in üretim havuzlarından zıplayıp kaçan kurbağalardan müteşekkil AKP adlı Deprem çadırı!
Fıtrat gereği bir yere toplanan bu üretim kaçağı kurbağalar, çevreyi rahatsız etmeğe başladı! En azından ben bu kurbağa vırraklamalarından rahatsızım ve göletlerine atmaya taş arıyorum!
Mutlaka ilgililer de duymuşlardır bu vırraklamaları! Duymamışlarsa da ben duyurayım!
Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi gereği Ortadoğu'da arasında Türkiye'nin de olduğu 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesi Projesi, adım adım gerçekleştirilirken; "Sıfır sorunlu komşular" dan iki ay öncenin kanka devlet başkanları, tek tek s/atılıyor ve BOP Eş Başkanı başbakanımız da bu operasyonlarda bilfiil varken; ha bire Mehmetçik şehit oluyor, asayiş yok, güvenlik güçlerimizin can güvenliği yokken; İç savaş yüzünden malûm proje kapsamında kendilerini perişan etmiş Somali'ye "deniz feneri" benzeri dinci dernekler vasıtasıyla sazlı-sözlü yardım kampanyaları vicdanları kanatıyorken; Kıbrıs çıkarmamızda her şeyiyle yanımızda olan Kaddafi de düşürülüp sırada Beşar Esad, ondan sonra İran, ondan sonra sırada kimin olduğu apaçıkken bizim "Vatan Kurtaran Şabanlar"ımızın başka işleri var!
CHP'lilerin CHP ile MHP'lilerin MHP ile kavgadan başka bir şeye akılları ermiyor! Hem CHP hem de MHP göletinden sahiplerini aldatan, zıplayıp kaçtıktan sonra Deprem çadırı'nda yer bulamayınca toplandıkları pis göletçiklerde vırraklayan kurbağaların sesi, belki duyulmuyor ama beni rahatsız ediyor!
Tanıyanların erbâb-ı kalem ve erbâb-ı kelâmdan zannettiği adamlar, edep ilmi olan edebiyat kurallarına uymayan ve edepten, âdaptan uzak üslûplarla saldırıya geçtiler! Saldırsınlar! "Bana ne?" demek te mümkün ama öyle değil!
Bu, pis göletçiklerde vırraklayan üretim kaçağı kurbağalar, yanlarına birilerini de istiyorlar! Herkesi ısrarla beraber vırraklamaya çağırıyorlar! Sebep te; "Sesin güzel ve gür! Sen de koroya katılırsan duymayanlar sesimizi duyar"mış ta! Ne diye bağıracağız Kardeşim? "Kral öldü, yaşasın kral" mı diyeceğiz? Yoksa önce kralı öldürüp sonra kral yapacağımız sipariş birini öldürtmek için yeni vırraklara mı başlayacağız? Zamanı mı? Zemîni mi?
MHP Resmi sitesi de dahil hiç bir yerde MHP Kongresi ile ilgili tek satır bilgi yok! Ortaya resmen çıkan bir Genel Başkan Adayı da yok! Fısıltı ile can kurtaran diye arkadan denize itilen, yüzme bilmeyen acemiler var! Can kurtarsınlar diye arkadan itilip yüzme bilmedikleri fark edilince boğulmaları seyrediliyor ve vırraklar, vırraklamalar!
Sistem çöktü! Atatürk, linç ediliyor! İstiklâl Mahkemeleri'nin "İhânet-i Vataniyye"den suçlu bularak idam ettiklerinin torunları intikam peşinde! Şehidimize sahip çıkamıyoruz! Bayrağımızı sallamak tahrîk nedeni ve polis copuna muhatap! Türkiye'de Türk'üm diyebilmek yürek işi! 21.yy. Malta'ları Türk'üm diyenlerle, "Ne mutlu Türküm diyene" diyenlerle dolu!
Yeni Genel Kurmay, 100 PKK'lının itlaf edildiğini duyururken binlerce PKK'lı itlâf eden madalyalı kahramanlar cezaevinde! Hava Harekâtı devam ederken havacı generaller tutuklanıyor! NATO ile Kaddafi'yi deviren Deniz Kuvvetleri Komutanı tutuklu ve bizim gölet kaçkını kurbağalar, mevsim rehâvetiyle vırraklıyorlar! Yetmez gibi bizi de çağırıyorlar!
Hadi işinize be Kardeşim! Kurbağa gölüne atmak için aramaktan vaz geçer ve eteğimdeki zamanına sakladığım taşlardan birini kafanıza vurursam ayılma şansınız kalmaz! Millet sevdalısı millî fedâilerden vaz geçin! Beni dinlerseniz hatta susun! Susmazsanız göletinize taş yağmuru yakındır! O kadar acemi ve körün taşı, kelin başı yapacak var ki! Ben fiske ile camınıza uyarı taşı atıyorum vesselâm...
YÜZME BİLMEYENDEN CANKURTARAN OLMAZ...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ağustos 22, 2011

30 AĞUSTOS RESEPSİYON İPTÂLİ!...

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azîm! Ordu yas tutar veya orduya yas tutturulur mu?"Her kes sakız çiğner, Kürt kızı tadını çıkarır." derler ya aynen öyle!
30 Ağustos Resepsiyonları'nın iptâlini, iptâl ediliş sebebini hazmetmeğe, kendimi zorlayarak alışmaya çalışıyorum, beceremiyorum!
"Şehitler varken resepsiyonlar doğru değil"miş! Yapmayın Allah aşkına yaaa!
Tam; "Doğruyu mu yapıyorlar acaba?" diye vicdânen sorgulamaya başlamış ve nerdeyse bu düşüncemi dillendirecekken bu ne şimdi?
Ordunun görevi ölmek-öldürmek, hedefi zafer kazanmak değil midir? Zaferin bedeli can ve verilen canın kat kat fazlasını almak değil midir? Kimlerin desteklediği, kimlerin yönlendirdiği, kimlere taşeronluk yaptığı artık açıkça bilinen bölücü terör örgütünün yuvası, inleri cehenneme döndürülüyorken, siyasallaşmış "PeKeKe"lilerin küçük dilleri bilmem nerelerine kaçmışken, insansız araçların belirlemesi ile 13 PeKaKa'lı itlâf edilmişken, Ordu'ya yas mı tutturulur? Bu ne şimdi Allah aşkına?
Aslında tamamen tersi çok coşkulu bir Resmî Kabûl yapmak gerekmez miydi? Daha önce, şehit cenâzesinde duygularını kontrol edemeyerek ağlayan Genel Kurmay Başkanı'na itiraz etmiştik! Ederiz de! Ordu'nun görevi, Türk Anneleri ağlatan alçakların analarını ağlatmak değil midir?
Ordu'ya yas, Ordu'ya ağlamak ayıptır! Yasak olmalıdır!
Şehît var diye 30 Ağustos Zafer Bayramı Resepsiyonu'nun iptâlini Türk Milleti anlayabilir mi? Şehâdet, şehîdin cennet müjdesi değil midir? Şehîdine Ordu, yas mı tutarmış?
Analarımızı ağlatanların analarının ağlatılmasından rahatsızlık mı var yoksa? Kandil susmuşken, siyâsallaşmış bölücüler dillerini yurmuşken, Devlet'in Zirvesi'ndeki sükûneti, bütün Türk Milleti fırtına öncesi sessizlik diye yorumlayıp nefesini tutarak, sınır ötesi kara harekâtı beklenirken bu ne şimdi?
Bölücü şerefsizler, 40 kilo patlayıcıyla 13 mehmetçiğimizi şehit ediyorken Kandil'e yağdırılan tonlarca bomba ile 13 PeKaKa'lının itlâfını duyurarak milletin gazı mı alınmak isteniyor?
Sayın Gül! Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ve Ordu'nun Başkomutanı makamındasınız! Türk Ordusu'nun destan zaferinin yıldönümü Resmî Kabûlü'nü ertelemeyiniz! Sizin; "İyi şeyler olacak." vaadinizin gerçekleştirilmeğe başlandığı sayılan ve milletin Kandil'in cehenneme döndürülmesinin beklendiği bu özel günlerde Türk Ordusu'na yas tutturmayınız! Aksine bu Resmî Kabûlü abartabildiğiniz kadar coşkulayınız! Türk Milleti'nin otuz yıldır anaları ağlıyor! Otuz yıldır analarımızı ağlatanların, anaları ağlatılmaya başlanmışken bu coşkuyu ertelememelisiniz!
Yoksa; "Siz de mi şartların oluşmasını beklediniz dokuz yıl? Şartların oluştuğuna kani olarak PeKaKa'yı külliyen bitirmek için başlatılan harekâtı, durdurmanızı isteyen müttefik mi var yoksa?" soruları haklılık kazanır!
Kime ne bizim 30 Ağustos Zafer Resepsiyonumuzdan? Ordu'nun zafer yıldönümünü kutlamasından hangi kanı bozuk rahatsız olabilir? Mâdem şehitlere yas tutulması gerekiyor -ki öyle olmalı- neden yandaş televizyonlardaki sazlı-sözlü eğlence programlarına müdahele edilmez? Hadi resmî yas ilan edilmez de 13 Şehidimizin duyurulduğu gün iptâl edilmeyen eğlence programlarına RTÜK neden müdahele etmez?
Savaşta son saldırı öncesi, Mehterân "Hücûm Marşı" çalmaz mı? Anadolu'nun her köşesinde "Hücûm Marşı" gibi algılanacak olan 30 Ağustos Resepsiyonu'nun, şehitlere yas sebebi ile iptâlinin, askeri akılla bir alâkası olabilir mi?
Alah aşkına dönün bu yanlıştan! Aksine daha coşkulu bir resepsiyon yapın-yaptırın ki biz, artık dirilmemecesine PeKaKa'nın itlâf edileceğine inançla ve sabırla harekâtın sonucunu bekleyelim ve canları yanan otuz binden fazla Kürt kardeşimizi, yaslı ama coşkulu yüreklerimizle teselliye başlayalım!...
Millet olarak eğlence programlarını, TRT 6'daki Kürtçe oturak alemlerini biz tel'în edelim, şehitlerimize yas tutalım ama "Bıçak kemiğe dayandı! Kanları yerde kalmayacak!" sözlerinin uygulamasını görerek, şühedâmızın intikamının alındığını hissederek coşalım!
Millete bu coşkuyu sağlayamazsanız bilesiniz ki teknolojik sür'atle; "Yalancının mumu yatsıya kadar" dayanmıyor vesselâm...
CAN VERMEDEN ŞÂN ALINMAZ!

Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

BİNDİK BİR ALÂMETE!...

Son sürat bir yerlere gidiyoruz, hem de kendi imalatımız hızlı trenle!...
Makinistin ne kadar ehîl olduğunu; kalfalıktan ustalığa geçtiğini söyleyen "Demokrasi Tramvayı Vatmanı"nın "Demokratik rally pilotluğu"nu izliyoruz!
Sanki; "İyi şeyler olacak!" sözünün tezâhürü gibi bir şeylerin olduğu pompalanıyor nerdeyse "Hepimiz PeKeKe'yiz!" deme sürecindeki değişimci yandaş Dolma Kalemlerce!
Ne oluyor? Kim, kime neler yaptırıyor? Ne zaman, nerede, kimlerle ne karşılığında, hangi anlaşmalar yapıldı ki birden bire PKK'nın ve siyâsallaştırılmış, bölücü âsilerin kalemi kırıldı!
Kalem kırıldı kırılmasına da lânet şeytan aklıma hep, Okyanus Ötesi'nin 'Bizim Çocuklar'ının "Birinci 12 Eylül Koruma Kollama Harekâtı"nı getiriyor!
11 Eylül günü oluk oluk akan kan, 12 Eylül sabahı, bıçakla kesilirce kesilmişti! Bazı Konsey Üyesi Generaller; "Şartların oluşmasını beklemiştik." demiş sonra şartları oluşturdukları belgelenmişti! "Siz o zaman tapu müdürü müydünüz? Diye isyânlar edilmişti! ...mıştı! ...mişti!
Yoksa bugün de Okyanus Ötesi'nden Abi BOP Başkanı, artık PKK'dan vaz geçerek Kanka BOP Eş Başkanı'na PKK'yı dövme izni mi verdi? Bunun için de sekiz yıldır, şartların oluşmasını mı bekletti BOP Eş Başkanı'na ve de millete?
Ne oldu? Ne değişti? Daha dün devlete "Has..tirin" çekiyorlardı! Polis tokatlıyor, taşlıyorlardı! "Diyar A.Ş." adıyla trilyonları kontrol ediyor, PKK'nın "beyaz" parasını aklıyorlardı! Halk otobüslerinde suçsuz günahsız çocuklarımızı diri diri yakıyorlardı! Diyarbakır'da ma'sûm Kürt çocuklarımızı dersanede bombalıyorlardı! Sokakları yangın yerine çevirip yağmalıyorlardı! Ceplerine para, ellerine molotof ve taş verdikleri küçücük Kürt çocukları panzerlere saldırttırıyorlardı! PKK'nın ölüm tehdîdiyle topladıkları binlerce Kürdü, canlı kalkan edeceklerini söylüyorlardı! Sokak ortasında, güpegündüz kalleşçe güvenlik güçlerimizi infaz ediyorlardı! 13 Mehmetçiğimizin katledildiği gün Özerklik ilan ediyorlardı! Türkiye'nin her yerini kan gölüne çevirmekle tehdît ediyorlardı! Başbakanlık Korumalarına, Karadeniz'de saldırıyorlardı! Yakıp yıkıyorlardı! Yol kesip Kaymakam, asker, sağlıkçı kaçırıyorlardı! Artık; "İstemiyoruz! Kabul edeceksiniz!" diye kudurmuşça ürüyorlardı!
Bu arada "Açılım-Milli Birlik Projesi-İleri Demokrasi" uğruna ha bire muvazzaf general tutuklanıyordu! Atatürk'ün emeklerini, cumhuriyet kazanımlarını "kemalizm" adıyla milletle ayrıştıranlardan da hesap soruluyordu sanki! İstiklâl Mahkemeleri'ce idam edilen hainlerin torunlarının intikam çığlıklarını izliyorduk! Dokunulamazlara dokunuluyordu! Cezaevleri muvazzaf subaylarla, gazetecilerle, avukatlarla, milliyetçi düşünürlerle, yayımlanmadan yasaklanmış kitap yazarlarıyla, muhalif ulusalcılarla dolduruluyordu! Yapılan her terörist kalleşliğinin, her toplu şehit haberinin peşine; "Açılımı ve istikrârı sabote ediyorlar!" diye şikâyetleniliyordu!
Millet te şikâyet ediyordu, Devlet kurumları da! STK'lar da şikâyet ediyordu, yandaş Dolma Kalemler de! "İki cihanda yüzleri ak" popüler yosmalar da, sahne artıkları da yetmez gibi Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, İçişleri Bakanı da, Genel Kurmay Başkanı da şikâyet ediyorlardı!
Biz onlara şikâyet ediyorduk onlar kimi, kime şikâyet ediyorlardı? Üç günde ne oldu? Ne değişti? Beklenen, hazırlanan şartlar oluştu mu? Bu şart oluşmasının bedeli, dokuz ayda dokuz yüz Mehmetçik, binlerce ma'sûm sivil miydi? Sekiz yıl nerdeyse sıfırlanmış terörü, niye bu kadar azdırdılar? Habur'daki rezâletin kerâmeti bu muydu? İran'ın PJAK'ın belini kırmasının, bu işte bir katkısı var mı?
Sevgili Hasan Demir'in; "İran’ın “Karayılan’ı yakaladık” haberinin üç gün önceki Sabah gazetesinin, “Güvenilir kaynaklardan elde edilen bilgiye göre” kaydından anlıyoruz ki, Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT) ile doğrudan ilgisi varmış." Tesbîtini, açıklayacak biri çıkacak mı?
Biliniyor ki devletler ve milletlerarası kalıcı dostluk ve düşmanlık olmaz! Karşılıklı çıkar hesapları olur. Şimdi olup biteni, millete anlatacak biri var mı?
Sayın Başbakan'dan başkasının açıklamaları da kimseye inandırıcı gelmez! Ne oldu? Ne zaman oldu ve niye oldu? Bu kadar şehîdi, neye bedel olarak verdik?
Kahroluyorum Allah kahretsin!...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ağustos 20, 2011

AYIKLARIZ BU DİKENLERİ!...

Sevdâ eylemiştik sevgimizi. Ferhat'ça dağlar delmiştik yol etmek için birliğe-dirliğe doğru ve o yollarla buluşmuştuk bin yıldır...
Kurşunlardan esas duruş, dar ağaçlarından merâsim kıtası törenleri almıştık birlikte! Sırtımızı kahpelere nişangâh, göysümüzü körük eylemiştik Ergenekonu eritsin diye "Ocak"lara! "Yüz milyonluk Milliyetçi Türkiye" idi ikinci Ergenekon Anadolu'nun adı. Türkiye'den Turan'a varılacaktı Kur'an rehberliğinde...
Bugün gibi hatırımızda; aksakallarımız, bilgelerimiz, ülküdaşlarımızla 26 Ağustos 1971'de Malazgirt tepelerinde kavilleşmiştik binlerce kişi, Allah(c.c.)'a and içerek Başbuğ'la!...
Çoğumuz ülkücülüğü bilmezdik bile! "Gönül Seferberliği"ne gönüllü Genç Osman'lardık bıyıkları tarak tutmayan! Tarakları gümüşleyip saplamıştık bıyıksız dudaklarımıza bu sefere katılmak için! Tuğumuz vardı Üç Hilâl'li, Başbuğumuz vardı sağı-solu aksakallı!...
Malazgirt'te yer yatak, taş yastıktı! Söyleseler inanmazdık. Çayır döşek sıcaklığında, taşlar yastık yumuşaklığındaydı! Binlerce Anadolu Türk'ü nefesiyle gök yüzü sıcak, Başbuğ'un kılavuzluğunda yollar açık, 900 yıl önce Sultan Alparslan'ın Malazgirt'e vurduğu Türk mührü dipdiriydi!...
Malazgirtli Kürtler milleti, millet adına Bozkurtlar Malazgirtlileri sarıp sarmalamış kucaklaşmıştık. Ne alt kimlik vardı, ne üst kimlik! Ne şu'nculuk, ne bu'nculuk! Malazgirt Zaferi'nin 900. yıl dönümü için toplanmış ülkücülerle Malazgirtli Kürtler birdik, bütündük. Tek millettik, Türk'tük... Sevgimizi sunup karşılık olarak muhabbet almıştık "Ne mutlu Türk'üm diyene." diyen millet mensûbu Malazgirt Kürtlerinden...
1974'te Erzurum-Karayazı Cezaevinde, yetmiş hükümlü-tutuklu arasında Kürtçe bilmeyen üç kişiydik. Moskova ve Erivan'dan yapılan Kürtçe yayınları az bulup; "Neden biz, TRT'den sabahtan akşama kadar Kürtçe yayın yapmıyoruz?" diye devrin Cumhurbaşkanı'na, Meclis Başkanı'na, Başbakan ve İçişleri Bakanı'na soran mektuplar yazabilecek kadar birdik Kürt kardeşlerimizle! Biz üç kişi onlar kadar Kürt'tük; onlar, üçümüz kadar Türk'lerdi... Her hafta yapılan açık görüşlerde; aynı töre ve hürmetle ağırlardık ziyâretçilerimizi. Minderlerimiz ortaktı, kumanyalarımız birdi. Kimse öteki, kimse beriki edâsıyla kabına çekilmezdi. Sevdâlaştırdığımız sevgimizi sakınmamıştık birbirimizden. Birdik, iriydik, diriydik, hep berâber Türk Milletiydik...
Particilik yüzünden çıkan çok sert, silâhlı bir kavgadan tutukluyduk. Dışarda vuruştuğumuz kişilerin, yakın akrabalarıyla yatıyorduk ve hayretle hatırlıyoruz ki hasımlarımızın içerdeki yakınları, bize hiç öteki gözüyle bakmamışlardı! Bizim de aklımıza onlara öteki gözüyle bakmak hiç gelmemişti!...
Çok sert kavgaların yöresel izlerine rağmen hâlâ Karayazı'dan Kürt dostlarımız var. Basîretsiz siyâsiler yüzünden otuz yıldır devlete isyân ettirilen Kürt düşmanı, Türk haini PKK'lılara rağmen Malazgirt'ten Kürt dostlarımız var. Diyarbakır'dan, Ağrı'dan, Adıyaman'dan, Bingöl'den, Van'dan, Muş'tan, Ardahan'dan vazgeçemeyeceğimiz, başına and içtiğimiz Kürt dostlarımız var. Sevdâ eyleyip sevgilerimizi paylaşmışız çünkü bütün yüreğimizle. Sevgi alış verişi yapmışız bütün gönlümüzle.
Sonunda sevgi şifremizi çözmeğe niyetlendiler! Paylaştığımız sevgimizi, sevgiyle bütünleşmiş milletliğimizi hedef aldılar İslâm'ın-insanlığın yüz karaları! Sünnetsiz kâfir taşeronlara Kürtlerimizi katlettirdiler! Yaptıklarına Halklara özgürlük, İleri Demokrasi dediler nâmertler!
"PKK eylem yapmamalı, Devlet de yapmamalı. Silahlar susmalı"ymış! PKK adiliği ile Devlet'in kolluk görevi aynı: Eylem!
Oooo! İte bak, yattığı yere bak!
Devlet yönetiminde, % 50 oyla millet yetkisiyle oturanlar; artık ya bu densizlere hadlerini bildirin ya da milletin biten sabrının farkında olarak, millî öfkeden koruyun bu salakları! Bunlar gibi yüz taşeron da gelse, bin yıllık kardeşliğin, etle tırnağın arasına giremez! Çıkarın atın tırnağımızdaki dikeni! Yoksa mavzerini kapan Kirvem'le Ardahan'dan kalkan tatar, bu kere "kelle" atar tutar vesselâm...
"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Ağustos 19, 2011

BIÇAK KEMİĞE, BOMBA BOŞ DAĞLARA!...

Kocaman kocaman adamlar, mahallede kovboyculuk oynuyorlar! Hani çocuklar Amerikan kovboy filmlerinin etkisiyle oyuncak tabancalarla saklanır, siper alır, pusu atar ve birden çıkarak; "Öl! Öl! Ölll!" yaparlar ya! Ne öldüren öldürebilir, ne de öldürülen biraz şirretse ölür!
Bir kaç gün önce bir PKK'lı itirafçı, yapılacakları söylemişti! Mayın patlatacaklarını, adam kaçırarak askeri peşlerine kırsala çektikten sonra saldıracaklarını söylemişti! Allah'tan Ağrı Dağı'na, Valinin de katılacağı turistik gezi, bu itiraf üzerine iptal edildi!
İtirafçının söyledikleri harfiyyen yapılıyor! Bile bile, bizimkiler kovboyculuk oynarken teröristin itirafları, uygulanıyor! Otuz yıldır, değişik ağızlardan duya duya kanıksadığımız; "Bıçak kemiğe dayandı!" uyarısıyla Kandil ve bütün PKK kampları boşaltıldıktan sonra boş dağlara milyarlarca liralık mühimmatı sarf ediyoruz! Terörist Hakkari'de, terörist Şırnak'ta, Diyarbakır'da, istanbul'da, aramızda ve dağı taşı bombalayarak; "Öl! Öl! Öllll!" yapanlara, nanik yapıyorlar!
Diyarbakır'da özerklik ilan edenler, operasyonu; "İç savaş hesabı yapıyorlar!" diye niteliyorlar!
Ha bire fidan gibi millet evlâtları toprağa düşüyor; ha bire ocaklar sönüyor, emekli havacı generaller; "Diyarbakır'dan hava harekatı sağlıklı olmaz çünkü oradan haber verirler!" diye uyarıyor ve bizimkiler "İleri Demokrasi"ci yandaş basının da haberdar ederek boşalttığı dağları sabaha kadar bombalayarak "Öl! Öl! Ölll!"le milleti oyalıyorlar!
Adamlar, elli kilo patlayıcıyla on evlâdımızı şehit ediyor; biz tonlarca bomba ve patlayıcıyla daha PKK'lı gebertip gebertemediğimizi bilmiyoruz!
"Kelin dermanı olsa başına sürer!"i atlayarak veya milleti atlatarak her gün üçer-beşer şehidimiz varken; kendi âsâyişimizi sağlamaktan acizken, özerklik ilan edilen vilayetlerimizde PKK sıkıyönetimi varken; biz, Suriye'nin iki ay önceki Kanka Devlet Başkanı'nı; "Sabrımızı taşırma!" diye Amerikan'ca-Barak'ça tehdît ediyoruz! İngiliz'ce dolmuşla Amerikan'ca durağa doğru, indirimli yolcu topluyoruz!
Teröristler, azdılar! Azıttılar! Kudurmuşça saldırıyorlar! Teslîm rolüyle gelen ve verdiği bilgilerle derin istihbaratçılarımıza sığınanlar da olmasa; "Bedelini fazlasıyla ödeyecekler!"den operasyona başladık başlayalı, kaç PKK'lı itin gebertildiğini bilen var mı?
Havadan bomba ve top atışları sürerken karadan kamplara girilmezse; sıcak takip ve sıcak temasla PKK'lılar gebertilmezse dağı-taşı niye boşuna bombalarsınız?
Türkiye'yi Amerika'dan izleyen ve yazan Savaş Süzal; "Bir kere ABD tarafından korunan bir bölgede üslenen, ABD diplomatlarının sürekli ziyaretine mazhar olan, ABD tarafından silah ve lojistik destek sağlanan, ABD tarafından şartlı olarak lideri Türkiye’ye verilen bir terör örgütünü, ABD tarafından verilen istihbaratı kullanan, ABD tarafından verilen izinle terörist kovalayan, ABD tarafından kafasına torba geçirilen, ABD’nin verdiği bilgilerle komutanları toplanan bir askeri güç ve ABD tarafından desteklenerek iktidara getirilen bir siyasi iktidarın, mücadele edemeyeceğini, çökertemeyeceğini bilirsiniz. Onu isterse ancak ABD yok eder. ..." diyor! Yanlış mı?
Mehmetçik ölüyor! Cumhurbaşkanı kınıyor! Başbakan şiddetle kınıyor! İçişleri Bakanı, son zamanlarda -niyeyse- bir de Milli Savunma Bakanı kınayarak tel'in ediyor; millet te, şehit aileleri de, biz de; "Allah belâlarını versin!" beddualarıyla kınıyoruz!
PKK'nın özerklik ilan eden siyasallaşmışları ve onların etrafındaki teröristler, içimizde, aramızdalarken biz dağı-taşı bombalıyoruz, bombalayacağız! Ve yanık ciğerimizle, içimizi yakan acımızla biz de bu göz boyamadan tatmîn olacağız öyle mi?
Hani "Kürt açılımı, açılım, Millî Birlik Projesi" için "İleri Demokrasi" hayâllerimize ne oldu? Boşuna mı kırmızı halılarla karşıladık? Boşuna mı ayaklarına özel seyyâr mahkemeler taşıdık? Boşuna mı; "Liderin talimatıyla barış elçileri olarak" gelenleri, pişman olmadan pişmanlıktan yararlandırdık?
Bu kadar olandan sonra; bazılarının "Pişmanlık yasası"ndan istifâde etmeden gerçekten pişmân olduklarını açıklamaları gerekmez mi hiç değilse?
Millî duygular törpüleniyor, acıya kanıksatılıyoruz; toplu şehâdetleri alıştıra-hazmettire kabullenmeğe başladık! Şehîdimize sahip çıkmaya utanıyoruz! Balkona asılan bayrak tahrîk nedeni ve bizim kahrolası "istikrârımız" devâm ediyor! Bir ölüp, birer birer öldürülüyoruz! Kahroluyorum, Allah kahretsin!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Ağustos 18, 2011

SÖZÜMÜZ ORTAYA!...

Millete başsağlığı dilemekten utanır olduk! Şehitlerimize rahmet ailelerine sabır dilerken ortaya bir iki sözümüz olsun!
Sayın Başbakan! Sayın Gül ve AKP Kurmayları'nın tamamı! Canımızın tarifsiz yandığını fark edin ve Allah rızası için bir kere de bize kulak verin! Bu memlekette, içerde demokrasi dışarda diplomasiyle maskelenen korkaklığın ayıbı yok! Korkanlar, cesûrların desteğini aldığında mes'ele hallolur! Tarihte de hep böyle oldu! Allahınızı severseniz bir kere de bizi duyun!
Sayın Erdoğan! AKP'ye hiç oy vermemiş ve millet evlâdı korkakları da hiç ayıplamamış iki kişiden biriyim! Sizin ve yol arkadaşlarınızın 10 yıl önce siyonizme, kapitalizme, vahşi batıya karşı söylediğiniz samîmi söylevler, hatırımızda! Biliyoruz ki sizin de hatırınızda!
Aldığınız %50 oyun içinde sizin o karakterinize hâlâ inadına güvenenler var ve ma'lesef güçe teslîm olmayı, kurnazlığı, cesûr ölülüktense korkak sağlığı tercîh edenler de katılınca manzara bu!
Bu manzara ilk değil! Tek mermi patlatmadan İstanbul'u işgal eden ve bitti saydığı "Hasta Adam Osmanlı"nın molozlarından, ölümü öldürmek üzere saldıran Kuva-y-ı Milliyeci Türk'ün farkında olamayarak Yunanla başbaşa bırakan; işgalindeki Pây-i taht'tan Şeyh'ül İslâma verdirttiği idamlara istediği fetvâları yazdıran İngilizler zamanında da işbirlikçilerin sayıları, aynıydı! Aynen bugünkü gibi; "Analar ağlamasın! Yedi Düvel'e kafa tutulur mu? Ordusuz, silahsız, cephanesiz karşı koymak deliliktir!" diyen kurnazlar vardı! İstanbul'da işgâlci İngiliz teğmene ceket ilikleyen Meclis-i Mebûsan üyeleri vardı! Anadolu'da da Kuva-y-ı Milliyeciler vardı!
Tekrâren; korkmanın, korkaklığın ayıbı yok! Ama millî cesûrlar dururken emperyalistlerle, siyonistlerle, işgalci Haçlı kâfirlerle işbirliğinin ayıbı var! Allah(c.c.)'a karşı, tarihe karşı, millete ve millî vicdâna karşı vebâli var!
Sayın Erdoğan; danışmalarınızdan uzakken yaptığınız fevrî çıkışlarınızdan, Kasımpaşalı'lığınızdan hareketle sizin korkmadığınızı düşününerek ve hitâbımızda bilerek resmî protokolu ihlâl edip önce size seslenmeyi tercîh ettik!
Bıçak sizin kemiğinize dayanıncaya kadar, sizin sözünüzün bittiği yere gelinceye kadar; milletin ciğeri delik-deşik oldu! Siz'in sözünüz, milletin sabrı bitti! Siz de tarihten bilirsiniz ki bu "Necîp Millet", yani Türk Milleti "Ya hep, ya hiç!"çidir! Ölmekle bayılmanın, bilerek farkındadır! Özel ve istisnâî hallerde yaşamak için öldürmenin şart olduğunun şuûrundadır! Millet olmanın, Devlet kalmanın, Vatanlaştırılan topraklarda "Devletli Millet" olarak yaşayabilmenin tek bedelinin can olduğunu bilir! Bu şuûru ve şehâdetin "Ölümü öldürerek diriliş" olduğuna îmânı gereği de ölüme, ölümüne saldırır!
Sayın Erdoğan! Yine siz, her türlü milliyetçiliğe karşı olun! İngiliz işgâlindeki Pây-i taht kararlarıyla Malta'lara sürülenleri, hapsedilenleri, asılanları; sonra onları "Sahte kahramanlar" adıyla tenkîd eden ümmetçi gayr-ı millîleri siz de, biz de biliyoruz! Bu bir insânî davranıştır ve tekrâren korkaklık değil; cesûr millîler varken Haçlı ile, siyonist ile, emperyalist ile işbirlikçilik adındaki demokratlık-diplomatlık ayıptır!
On yıllık Genel Başkanlığınız ve önceki Belediye Başkanlığınız süresinde yakınınıza hiç sokmadığınız samîmi Türk Milliyetçisi bir iki danışman alınız! Onlardan, size oy vermeyen ve asla oy vermeyi düşünmeyen iki kişiden birinin de fikirlerini dinleyiniz! Bu gereksiz kanı durdurmak için bin yıldır kaynaşarak bir'leşmiş, Türk Milleti adını almış ve asla ayrıştırılamayacak olanların analarını ağlatanların, analarını ağlatmanın neden şart olduğunu, dinleyin Allahınızı severseniz!
Gücünüze ve güçe teslîm olan toplum psikolojisine de kafa tutarak hiç bir beşerî güçe ve size baş eğmeyen iki kişiden birinin temsilcilerini de dinleyin! Onlar sıfır maliyetli olur! Onlar; dönmeyen-değişmeyen millî karakterlilerdir! Sizden bir şey talep etmezler çekinmeyin!
Türk Milleti'ne kimse; karşımızda düşman orduları var diyemez, dese de inandıramaz! Müttefik adlı çıkarcı-yayılmacı-petrolcü Haçlı milletlerin desteklediği taşeron asiler var! Bunların kelleleri alınmazsa kötü örnek olur! Kötünün örnekliği teamülleşirse huzûr kalmaz, asâyiş olmaz, Devlet erki gittikçe zayıflar, tükenir! Bu Devlet ve Vatan sokaktan bulunmadı!
Sayın Erdoğan; sokaktan bulunmayan, borsadan alınmayan, bedelinin can olduğu bilinen değerlere millet sahiplenirse "Hasta Adam Padişahı"na güvenenlerin akîbeti, mukadder olur!
Ya anaları ağlatanların analarını ağlatın, bu kanı durdurun ya da mukadder akîbete hazır olun!
Türk Milleti; istiklâli uğruna pâdişahlardan, halîfelerden, şeyh-ül islâmlardan; tekkelerden, zâviyelerden, şeyhlerden vazgeçmiştir; Vallahi sizden de vazgeçer! Bizden söylemesi vesselâm...
"BÜYÜK DEVLET KURMAK İÇİN BÜYÜK KAN İSTER."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ağustos 17, 2011

HALÛK'A GÜÇLÜ VEDÂ...

"İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn."
Güne ısrarla çalan telefonum ve "Gardaş! Halûk'u kaybettik!" haberiyle uyandım!
Artık kanıksadığımız, lezzetine alıştığımız, her fâninin tadacağı ölüm lezzetini tatmadan bilecek kadar alıştığımız bir haber!
Duydum! Saat 09.30'dan beri boş boş bakıyorum...
Eksiliyoruz! Hikmetine suâl olunmaz elbette ama artık her ölüm haberinde, bir dalım daha, bir kolum daha budanmış gibi canım yanıyor... Ağaç budandıkça gürleşir ama biz budandıkça eksiliyoruz! Oğul babaya benzemiyor, armut dibine düşmüyor, âlimden zâlim zâlimden âlim gerçekleşiyor ve hayat sürüyor!
İtiraz hakkımız yok! Tevekkülle kabûlden başka şansımız yok! Ağlamaya utanır olduk!
İki kapılı hanın kapıları hep açık! Birinden doğan karşılanıyor düğün-bayramla, diğerinden dönülmeze uğurlanılıyor sırası gelen sessiz şîvanla...
Artık farkında mısınız; sevincimiz de, matemimiz de sessizleşti! Sessiz sevinip, sessiz ağlaşıyoruz içimize, içimize...
Güne Halûk'un haberiyle uyandım... Hâlâ boş boş bakmaya, bakınmaya devam ediyorum...
Allah(c.c.) rahmet eylesin... Bir daha; "Yatan değil, yeten..." sözünün doğruluğuna şahitlik ediyoruz...
Halûk Güçlü...
Halûk; iyi huylu, insâniyetli demek. Güçlü, biliniyor...
Hem halûktu, hem de güçlüydü!
Güçlü'ydü, gücü îmanındandı.
Güçlü'ydü, gücünü halûkluğundan, iyi huyluluğundan, insâniyetliliğinden alırdı.
Güçlü'ydü, gücü ülkücülüğündendi.
Güçlü'lüğüne rağmen, halûkluğuna rağmen artık Halûk Güçlü yok! Ya biz O'nunla değiliz, ya da O artık bizimle değil vuslata kadar...
Gözümün önünden öyle hoş sahneler geçiyor ki!
Kavgalarımıza mani olmaya çalışan, kavgayı sevmeyen ama her galip çıktığımız kavgadan sonra sevinirken azarlayan ve sevincini saklamayı beceremeyen ama diğer mağlup tarafa da üzülmekten vazgeçmeyen bir yürekti!
Çok uğraştı. Dede Korkut hikâyelerini, çizgi film haline getirdi. O filmler sâyesinde şuuraltlarına millî hikâyelerimizin yerleştirileceği Türk Çocuklarının hayâliyle öyle coşardı ki!
Gereken ilgiyi görmedi tabi!
Başta TRT olmak kaydıyla diğer gayr-ı milli oluşumların temsilcisi kurumlar, o müthîş emeği görmezden geldiler. Yok saydılar!
"Ergenekon'dan Çıkış" destanını, Türkiye'de ilk resmeden ressamdı. Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü'nün kantinine yaptığı duvar boyu "Ergenekon'dan Çıkış" tablosunun önünde hatıra resmi çektiren binlerce, belki onbinlerce kişi... O binlerce kişinin tamamı ülkücü, tamamı arkalarındaki resmin ve hikâyesinin farkında ve tamamı bugün artık Halûk Güçlü'süz!
Başımız sağ olsun!
Millet var olsun. Devlet var olsun. Vatan sağ olsun...
Kimi, niye tesellî edeyim diye isyânlardayım tevekkülle!
Halûk Güçlü'müze rahmet, ailesine sabır ve baş sağlığı diliyorum.
Aldığım haber üzerine aradığım, kırk üç yıllık arkadaşım, ülküdaşım, dostum; gurbet korkmasın diye gurbet nöbeti tutan Müeyyet Pirimoğlu ve onun şahsında iki kapılı handa çıkış kapısına doğru yönelmiş bütün Dostlarıma bir daha rica ediyorum: "Allah aşkına ziyâreti düşününce ertelemeyin! Erteleyince, sonraki keşkeler çok can acıtıyor!"
Canımı tarifsiz acıtan bir "keşke"mle başbaşayım şu anda! Keşke...
Keşke, şeytan sözü! Keşke, vesvese başlangıcı ama şeytana inat, vesveseden uzak, keşke...
Adıyla müsemmâ halûktu; iyi huylu, insâniyetliydi.
Soyadıyla müsemmâ güçlüydü. Halûk Güçlü'lüğü mütevekkîl ülkücülüğündendi. Halûkluğundan dolayı, iyi huyluluğundan, insâniyetliliğinden dolayı incinmez; güçlülüğünden dolayı incinmeğe tenezzül etmezdi!
Fırtınalarını fırçasının muhteşem gücüyle tuvallere nakşederek, fâni-yalan dünyada kalanlara emânet ederek gitti Halûk Güçlü'müz.
Allah(c.c.) rahmet eylesin, hastalığı süresince çektikleri kefâreti sayılsın inşallah...
"İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN


Salı, Ağustos 16, 2011

SORULASI SORULAR!

Tarih, böyle yaşandı, böyle yazıldı!
Canımızı acıtan olayları bizzat yaşadığımız için zaman geçmez gibi görünüyor ama zaman -hem de çok sür'atle- geçiyor, ömürler bitiyor, olanlar oluyor, tarih te kaydediyor!
Yetmiş yıllık insan ömrünün; anlayarak, anlaşılarak yaşanan elli yılı, sona yaklaşıldıkça kısalığının fark edildiği bitmez zannedilen bir zaman! Oysa tarihe göre yetmiş yıllar, yüz yıllar saniye mesâbesinde bile değil!
Yaşayan kuşak; sorgulayan, araştıran, sebep-sonuç ilişkisini sağlam kuran bir kuşaksa o zaman diliminde üretim vardır, üretimi paylaşım vardır, huzûr vardır, âsâyiş vardır. Yoksa yaşadığımız zaman diliminde olduğu gibi; üretmeden, üretip satmadan, paradan para kazanmak gibi aslâ âdil olmayan, paylaşımın esâmisi okunmayan, sosyal sınıflar arasındaki korkunç açılım ve sosyal patlama noktasına gelen gerginlikler olur!
Reçete aslında bir tek sorunun cevabında saklı! Tabi önce o tek soruyu soran, sorgulayanların olması lâzım ve "Neden?" sorusunun, kulakları patlatacak tonlamayla sorulması lazım!
Aklıma takılan "Neden?" leri sormayla bu doğru işi başlatmak istiyorum:
Neden; adâlet mülkün (devletin) temeli değil?
Neden; milletle sistem, bir türlü barıştırılamadı?
Neden; -Devleti temsîlen- sistem, milletle devlet arasına bir asma köprü olsun kurmadı?
Neden; Devletin madalyalı elemanlarıyla, milletin kahramanları hep karşı karşıya gösterildi?
Neden; sistemin emirle çalışanları, milletin meşrû-gayrı meşrû temsilcilerini ezerek devleti zalimleştirdi?
Neden; adâlet dağıtan "Köroğlu" namlı eşkiyâlar hep oldu?
Neden; "Bilenle bilmeyen bir olur mu?" gerçeği dînen, vicdânen, ahlâken bilinmesine rağmen bilmeyenler, bilenlere hükmetti?
Neden; sermâyedârların; "En çok bilenleri, en çok maaşla işe alır, en iyiyi yaptırırız!" mantığıyla maddiyâtın liyâkata hükmetmesinden devlet rahatsız olmadı?
Neden; 'Demokratik Sultanlar'ın sermâyedâr müşâvirlerinden vergi rekortmenleri çıkmadı, çıkmıyor?
Neden; bir bekçi düdüğü ile sağlanan asâyiş, uçaklar, helikopterler, tanklar, toplar, panzerler, biber gazları, gözyaşartıcı bombalar, coplara rağmen sağlanamıyor?
Neden; güçe güçlüye teslim olması doğal olan ahâli, bir başka güçlünün alt ettiği eski güçlüye karşı, eski arena seyircileri gibi bu kadar acımasız?
Neden; mazlûmlar, zâlim konumuna geçti?
Neden; "Atla katır tepişir, arada eşeğin canı çıkar!" feodal-ortaçağ uygulaması, her yere hakim?
Neden; topluma, halka, millete hükmeden korku erki, dağlardan kentlere indi?
Neden; Devletin en son teknolojik silahları, çocukların taşları, sapanları karşısında acze düştü?
Neden; eşkiya dünyaya hükümrân oldu?
Neden; hukuka, hukukçuya, hakime, savcıya güven kalmadı?
Neden; cezaevleri can güvenliği bakımından dışardan daha emîn?
Neden; milyonlarca hiç bir şey bilmeyen üniversite diplomalı var?
Neden; "Altın bilezik" tanımlı meslekler yok artık ve kimse kendine yetemiyor?
Neden; veteriner, çoban kadar hayvan tanımaz?
Neden; şair, edip, ressam, bestekâr, sanatkâr, zenaatkâr, en önemlisi münevver yok?
Neden; "Sormaz ki bilsin, bilmez ki sorsun!" gerçeğimiz, yüzlerce yıldır değişmedi?
Bu cevapsız "Neden?"leri herkes kendi zaviyesinden istediği kadar artırabilir!
Özetlersek; "Neden; Devletli'liğimizi hissedemiyor, hissettiremiyoruz?" sorusunun cevabında saklı herşey ve bence herkes te bu soruyu, söyleniyor!
Herkes, bu sorunun cevabını da söyleniyor ama söylentileri/rivâyetleri söyleyenler yok! Ya da söyletileri/rivâyetleri söyleyenleri duyan-dinleyen-anlayan veya kaale alan yok!
Şahsen bu gidişâtın sonundan endîşeliyim!
Sorusu olan muhatabına sormalı, muhatabı da mutlaka soruyu cevaplamalı yoksa yüksekten düşenlerin canları çok daha fazla yanar vesselâm...
MAZLÛMUN ÂHI, İNDİRİR ŞÂHI...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ağustos 15, 2011

SÖYLENMEK KOLAY, SÖYLEMEK ÇETİN!..

Şükr'olsun! Dokunmanın ibâdetten sayıldığı, Dünya Lideri, BOP Eş Başkanı, her türlü milliyetçiliğe karşı, millî kimliksiz Türkiyeli bir Başbakanımız ve sâyelerinde "istikrâr ve huzûr" var!
İkişer-üçer şehît, artık haber bile değil! Devlete, Hükümete; "Meşenin dalları nerenize ... ?" Veya "Has..tirin!" iltifatlarının, "Vergimizi toplayacak, Ankara'ya vermeyeceğiz! Ankara ayrıca bölgeye maddî yardım yapacak!" haraç talebinin açıkça söylendiği "İleri Demokratik" bir ortamdayız!
Bu huzûrlu ve istikrârlı günler, hangi zamanla kıyaslanır; "Birinci 12 Eylül" öncesiyle! Anarşi ve öğrenci olayları söz konusu edilir ve insafsızca kıyaslanır!
Gün ortası, sokak ortasında asker-polis katledilir, otobüslerde genç kızlar diri diri yakılır, parklarda bombalar patlar, balkonda kadınlar çamaşır asarken vurulur, kırk milyon yetişkin nüfusun on beş milyonu işsiz ve söyleyen çıkarasa; "12 Eylül'e döneriz! Huzûrumuz, istikrârımız bozulur!" diye tellal bağırtıltılır!
Anarşik olay ve dönemler diye otuz yıllık tekrar ve alışkanlıkla iki grubun hayattaki temsilcileri adına birileri, bir yerleri suçlarlar! Daha doğrusu suçlar görünürler! İki taraf adına da "dönen-değişen-gelişen" ve "eski" sıfatlı firârîler konuşur, konuşturulurlar! Çünkü Ülkücülük ve Devrimcilik; hayatları karşılığı millete mal olmuş kişilerin karakterleri olmuşken firârîlerin ise dolar-euro mukabili satacakları, anlatacakları malzemeleri olmuştur!
"Bağımsız Türkiye" için ölüp-öldürecek kadar samîmi Devrimcilerin o günkü amigoları, bugün ABD taşeronu bölücü terör örgütünün ve onlara demokratik destek sağlayan "İleri Demokrasi"cilerin "Dolma Kalemler"i olmuşlardır!
"Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; herşey Türk'e göre, Türk tarafından, Türk için" inancıyla ölüp öldüren ülkücülerin o günkü amigoları da değişip-gelişip-dönüşerek dolar-euro karşılığı BOP Eş Başkanı'na yağcılık-vuvuzelâlığa soyunmuşlardır!
Bugün Ülkücülük ve devrimciliği hayatları karşılığı siyasi marka etmiş kişilerin, evlerinden başka karargâhları yok! Ne partileri, ne teşkilatları var! Veya onların kazandığı, kazandırdığı kavramlar sayesinde siyasi hayatlarını sürdüren kuruluşlarda ülkücüler veya devrimciler yok!
Birlikte o günleri hatırlayarak bugünle bir mukayese edelim mi?
Meselâ; büyük şehirlerdeki -ki oralar aynı zamanda üniversite şehirleriydi- bazı mahalle ve sokaklar bir görüş mensûbu gençlerin kontrolündeydi. Karşıt görüşlüler oraya sokulmazdı. Ama bu bölgelerde hayat, normal bir şekilde sürerdi. Dükkanlar açıktı, kahveler çalışırdı. Mahalle parklarında veya evlerin balkonlarında komşular toplanıp yemek yer, çay içebilirlerdi.
Bugün? Devlete baş kaldırmış, isyanla özerklik ilan etmiş bölücülerin kontrolündeki yerlerde hayat normal mi?
O günlerde; "Kurtarılmış Bölge"lerde bile 'Bekçi Baba'nın düdüğü âsâyiş demekti. Bugün "Özerk"lik ilan edilmiş yerlerde ve büyük şehirlerde bırakın sıradan vatandaşı, güvenlik güçlerinin can güvenliği ve âsâyiş var mı?
O günlerde; Erzurum'dan Diyarbakır'a cezaevindeki bir ülküdaşımı ziyârete gidebilir ve bayram süresince kalabilirdim. Her gün ülküdaşımı ziyaretimden kimliğim ve fikrim belli olurdu. Bugün, Başbakan binlerce güvenlik gücünün silahlı koruması, Ordu'nun da özel tedbirleri olmadan Diyarbakır'a gidebilir mi? Koruma ordusuz, vatandaşın normal hayatı tedbirler yüzünden felç edilmeden Başbakan, şehirlerde sokağa çıkabilir mi? Anarşinin bitirilişi, huzûr ve istikrâr denen, ne olduğunu kimsenin anlayamadığı-kavrayamadığı "İleri Demokrasi" bu mudur?
On yılda; güç yetmez zannedilen bütün kurum ve şahıslara dokunan, derdest edebilen, istediğini cezaevine koyduran, tutukluluğu cezalaştıran bir güç'ün terör ve teröriste güç yetiremeyişini anlamak mümkün müdür? Artık kanıksanan şehît haberleriyle ve şehidine sahip çıkanların tahrikle suçlandığı bir memlekette huzûr ve istikrâr var mıdır? Buna kim inanır Allah aşkına?
Milletin suskunluğu, söylemeyip söylenmesi, kimseye bir şey söylemiyor mu? Canı yanmış Türkler ve Kürtlerin birden ve berâber patlamak üzere olduğunun farkında olan biri çıkmaz mı?
Huzûr ve istikrâr, bomba gibi patlamak üzere! Bizden söylemesi ve hatırlatması! Büyük devlet olmak ve o devleti yönetmek çok kolay bir iş değil vesselâm...
"BÜYÜK DEVLET KURMAK İÇİN BÜYÜK KAN İSTER."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Ağustos 14, 2011

BİZ BUNU HAK ETTİK!

Ne oldu? Ne zaman oldu? Anlayamadık, anlatamadık! Canımızı yaktılar, "Vay!" dedik sessizce! Kan kustuk, kızılcık içtik dedik! Istırap çekip inlemedik! Ses çıkarmadan aşındık! Bütün bunları, doğru diye yaptık!...
Armudun sapıyla, üzümün çöpüyle işimiz olmaz dedik. Teşkilatımız diri, partimiz iri kalsın gerisi önemsiz dedik! Yaydan çıkmış oktuk! Meydan meydan söylenecek söz, yüreklerde köz olmalıydık! Sönmemeliydik! Söndürülmek ve söndürmek isteyenlere izin vermemeliydik!...
Heyhât! Türk Yusuflar birer birer kuyuya atıldı, izledik! Türk Yusufları kuyuya atanlar, yani hainler, kardeşleriydi! Ya Rabbi! Bu nasıl bir ihânet, nasıl bir hırs, nasıl bir hasetti? Haini kardeşleri olan Türk Yusufları, Sen'in yardımın olmadan nasıl çıkarırız kuyudan Tanrı'm?
Gece-gündüz Allah'ı zikirde kullanılan bir tesbîh dâneleriydik! İmâmemiz Müslüman Türk; dâne-dâne her birimiz Müslüman Türk'tük, ülkücüydük! İmamemiz öldü! İpimiz koparıldı, dağıldık, darmadağın edildik!
Îmanımızdan mı, aymaylığımızdan mı sevdiklerimizi hep yalnız bıraktık! Keşke sadece yalnız bıraksaydık! Tek tek kuyuya atılışlarını izledik!...
Dîn'le Devlet'i dövüştürdüler! Aynı aymazlığımızla; "Dövüştüremezler, beceremezler!" diye hamâset yaptık, kavganın alevlenmesini seyrettik!
Dîn'le Atatürk'ü dövüştürdüler! Biz hayâli bir "Îmanmetre" ile Atatürk'ün îmanını ölçmeye çalıştık! Oysa; "Artık onların amel defterleri, mühürlenmiştir." İlahi hükmünü de biliyorduk!...
Dîn'le Orduyu dövüştürdüler! Tarihin en îmanlı ordusunu, "dinsiz" ilan ettiler! Seyrettik! Türk Yusuflar'ın kuyuya atılmasına mani olması gereken Orduyu -siyasete alet ederek- pasifize ettiler! Seyrettik!...
Şimdi ise; "Ne olacak halimiz?" diye feryâtlardayız! Hem de ne olacağını bile bile, birilerine "Ne olacak?" diye soracak kadar yüzsüzleştik! Ne olacağını bilmez miyiz? Elbette daha beter olacak! Çünkü başkalarına yapılanları biz nasıl seyrettiysek, bize yapılacakları da birileri seyredecekler! Seyrettik sustuk, sustuk seyrettik! Yakında sıra bize gelecek! Liyâkatla değil, iltimasla bir yerlere taşıdıklarımız, çıkardığımız yerden bize, tepeden bakacak ve gözümüzün önünde, Türk Yusufları kuyuya atacaklar!...
Ülkücü, devrimci, ümmetçi, sağcı, solcu; vatanı, milleti, devleti, bölünmez bütünlüğü seven ne kadar fikrî topluluk varsa, tamamında "hainleştirme" devam ediyor! Ve biz, hâlâ inatla seyrediyoruz! Ülkücüler, teşkilatlarınca; devrimciler, örgütlerince; mücahitler cemaatlerince hain ilan edildiler! Meydan, hain üreticilere kaldı! Bunlara da yarın ihanet edilecek biliyoruz ama bize edilenleri izleyenlerin, hain ilan edilişlerini biz de izleyerek zevk alacak kadar bozulduk mu? Bilmiyorum!...
Bizim enerjimizi, boş işlerde tükettiler! Boşa harcayarak, güçsüzleştirilen bizimle alay ettiler! Kendimizi yenilmez savaşçı zannederdik, hayatlarında savaş görmemiş kurnazlarca bozguna uğratıldığımızı anlayamadık bile!...
Oysa biz, birbirimize mukaddeslerimize çok bağlıydık! Biz; vatan, millet, devlet, bayrak uğruna şehitliği ulaşılabilecek en büyük ikbâl bellemiş ve bilmiştik! Ne savaştan kaçtık, ne kaçanı kovaladık; ne de kaçanları, meydanı terk edenleri kimselere söylemedik bile! Yanlış yaptık!...
Yanlışlar yaptık!... Yanlışa yanlışla mukabele ederiz korkusuyla yapılan yanlışlara müdahele etmedik!... Yanlışın asıl büyüğü meğer buymuş! Yeni anladık anlamasına da artık anladığımızı anlatacak kimse kalmadı!...
"İdealist milletler, koyunlardan kahraman çıkarırken mefkûresi olmayan milletler, kahramanlarını koyunlaştırır." diye onlarca yıl bizi uyaran Atsız Bey'i de dinlemedik, ya da dinlediklerimizi unutturanları da seyrettik!...
Tapulu arazimize gecekonducular yerleştiler! Tapumuz olmasına rağmen yersiz-yurtsuz kaldık! Biz buna müstehâktık, bunu hak etmiştik! Kendi gözümüzü oyarak, görmüyorum diye feryat etmiştik! Ne artık kimse parmağımızı gözümüzden çıkarır, ne de görmemize izin verirler bir daha!
Artık bir okurumun yazdığı gibi; "Ya Tanrı Dağları'nda, ya Livâ-ül Hamd altında, ya da bir gece ansızın..." hayâlinden başka çâre kalmadı! Çünkü bütün olanları; bize biz ettik! KENDİ DÜŞEN, AĞLAR MI?
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ağustos 13, 2011

"SONSUZ" VE "SOYSUZ"LARLA YAŞAMAK...

Her insanın karakteriyle düz orantılı bir üslûpla sevdiklerine sitemleri olur! Yine her insanın karakterini de gösteren hakaretleri, tenkitleri olur!
Bazen "soysuz" denir kızılanlara! Bazen "sonsuz" denilir sitem edilenlere!
"Sonsuz" da iyi değil amma "soysuz" kadar kötü de değil hâşâ... "Sonsuz" ve "soysuz"ların hükümrân olduğu yerde, merhâmetin esâmisi okunmaz! Evlâdı olmayanlar içindir "sonsuz" sıfatı ve evlat sevgisini tatmayanın, evlât acısını anlayabilmesi tabi ki mümkün değildir!
Lütfen hiç hakâretvâri düşünmeden hafızamızı bir zorlayalım mı? Ne kadar yıl "sonsuz" tabir edilen kişilerle yönetilmişiz? Evlât sevgisini tatmamış, dolayısıyla evlât acısı bilmeyenler dönemlerinde, ne kadar evlâdımızı "Ölümü öldürerek diriliş"e yolcu etmişiz?
"Sonsuz"ların kadrolarında kendilerine yer bulan veya onların yakınlarına monte edilen "soysuz"lar da işe karışınca kaç kere kaçın çarpımı kadar hânemize şivân düşmüş?
Uzaktan yakına; Afganistan'da, Türkistan'da akıtılan Türk kanı, Müslüman kanı var! Türk kanını, Müslüman kanını akıtan Haçlı veya 21.yy. Haçlı Şövalyesi ABD... Çeçenistan'da müslüman kanı akıtılıyor! Karabağ'da Müslüman-Türk katliamı yapıldı, milyonu aşkın kaçkın-göçgün var! Balkanlar'da Müslüman-Türk soykırımı yapıldı, yüzbinlerce muhacir-kaçkın-göçgün var! İran'da onlarca yıldır esir Türk var milyonlarca! Kerkük'te, Telafer'de dünya Haçlı Birliği'ne ve işbirlikçi Haçlı Müslümanlar'a ve taşeron terör örgütlerine direnen yüzbinlerce Türkmen var!
Bir şey daha var! Taa uzaktan yakına; kan akıtılan, bombalar patlatılan, uçaklardan demokratik bombalar-füzeler yağdırılan yerlerde; atılan bombalar da, korunmak için patlatılan silahlar da aynı markalı!
Kalleş-bölücü-taşeron PKK'nın kamplarında da, onların peşine düşen veya düşürülmeyen TSK'nın elinde de aynı marka silahlar, aynı markalı mühimmatlar!
Öldüren Haçlı, öldürülen-katledilen müslüman; müslüman katledenlere dua edenler, destek verenler, işbirliği edenler de müslüman!
Bir anormallik var! Bir tuhaflık var! Göz önünde ısrarla uygulanan bir aptallık var!
Canımızı inciten, beynimizi zonklatan gerçekleri söylediğimizde, söylemeğe çalıştığımızda Haçlı taraftarlarından, 'Haçlı Müslümanlar'dan, "Dolma Kalemler"den bizi taraftarlıkla ithâm edenler var!
Doğrudur aslında! Onlar da biz de tarafız! Onlar Haçlı'ya, biz müslüman millete tarafız! Doğrudur; onlar Okyanus Ötesi'nden dünyaya hakim olmaya çalışan ABD'ye, Avrupa'daki Haçlı Birliği AB'ye, biz Türk Milletine ve Türk Devleti'ne tarafız!
Onlar; Irak'ta bir milyondan fazla müslümanı katleden ABD askerlerine; biz, Devlet ve Milletin bekası için canlarını bedel eden Mehmet'e dua ederiz! Taraftarız! Tarafız ve karşı taraflardanız!
Biz millet diyoruz, onlar halk diyor! Biz Türk Milleti diyoruz, onlar Türkiyeli halklar diyor! Biz "Bölünmez vatan-millet-devlet" diyoruz, onlar federe halklar diyorlar! Biz bütünlüğümüzü korumak adına bedel olarak ölüyoruz; onlar, bizi parçalamaya çalışan emperyal güçlerin, Ortadoğu'da sınırları değiştirilecek diyerek sıraya koyduklarını saklamayan Haçlı ile birlikte müslümanlara saldırıyorlar!
Avamca, milletin anlayacağı dille, Türkçe olanları söylüyoruz; -ne demekse- istikrârı, ileri demokrasiyi, açılımı engellemekle suçlanıyoruz! Karşı karşıya olduğumuz için; biz milletle-devletle yanyana; onlar yabancılarla, gayr-ı müslîmlerle, Haçlı ile birlikte olduğu için yanyana gelemiyoruz, gelemeyeceğiz, gelmeyeceğiz!
Şartlar sertleşecek! Güç kimdeyse o saldıracak! Türk Milliyetçilerine 1944'lerin, 1980'lerin saldırılarının belki de daha şiddetlileri yapılacak! Biliyoruz! Bekliyoruz! Allah'a sığınarak hazırız! Biliyoruz ki ateş şiddetlendikçe, körüklendikçe narlanan demirden çelik çıkar! Biliyoruz ki; "Aşk bir dâvâdır, cefâ da şâhidi; şâhidi olmayan dâvâ düşer!" Biliyoruz ki dâvâmız da var, şükürler olsun cefâmız da, şâhidimiz de ve sığındığımız Allah'ımız da var!
Evet tarafız ve karşı taraflarız! Biz buluşmaya, onlar vuruşmaya hevesliler!
Vuruşsak ta buluşacağız! Zâlimin zûlmüne direnen mazlûmun zâferi, mukadderdir biliyoruz! Allah(c.c.) haklıdan, mazlûmdan yanadır! Korkusuzluğumuz da, pervâsızlığımız da bu yüzdendir...
Şimdiye kadar Türk'çe durup, Türkçe düşünüp, Türkçe konuştuk. Aynı tavrımıza devam edeceğiz. Gerekirse Türk'çe vuruşacağız ki Türk'çe vuruşmak kıyâmetlere denktir; bunun da faydası millete, zararı gayr-ı millileredir vesselâm...
MEYDAN TÜRK'LE GÜZELLEŞİR, SAVAŞ TÜRK'LE ÖZELLEŞİR...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cuma, Ağustos 12, 2011

ZAMANSIZ VE GEREKSİZ MÜNAKAŞALAR...

Ey vaaaah ki ey vaaah!
Adamlar; bütün gayr-ı milliliklerine rağmen, bütün mürâiliklerine rağmen, bütün "Haçlı Müslüman"lıklarına rağmen itibarlarını artırarak piyasadalar! Bütün işbirlikçiliklerine, BOP Eş Başkanlığı'na rağmen iki kişiden birinin oyunu alıyorlar, yarın seçim olsa daha fazlasını alacak gibi görünüyorlar!
Vatan fiilen bölünmüş, ordu nerdeyse lağvedilmiş, polisten yeni silahlı kuvvet icat edilmek üzere! Sanki ikiyüz sene sonra yeniden "Nizam-ı Cedîd" yaşıyoruz! Tersane yok, fabrika yok, olan KİT'ler babalar gibi satılmış; bütçemiz dolarla ifâde ediliyor, camilerde papazlara ayin yaptırılıyor; Ermeniyim, Rumum, bilmem neyim demek serbest, Türk'üm demek ırkçılık ve tahrîk nedeni! On kişiden az olunca şehit dikkat çekmiyor! Her gün sokakta asker-polis katlediliyor! Güvenlik Güçleri'nin can güvenliği kalmamış! Memlekette PKK sıkıyönetimi var! Sıcak ilişkimiz olan tek komşu ülke kalmadı, artık resmen ABD'nin postabaşıcılığını yapıyoruz ve ma'lesef biz millet olarak kimin kime ne dediğini bile anlamayı denemeden körün fili tarifi gibi bir kavramlar karmaşasına düşmüşüz!
Devam edin! Öfkeyle sizden de ancak bu beklenir demekten başka çarem yok!
Bir memleketin; devletperverleri, milletperverleri, vatanperverleri, aydınları, münevverleri bu gördüklerim ise artık düşmana ne gerek var ki?
Recep Tayyip Erdoğan'a dokunmak ibâdet ve aleyhinde bir şey söylemek akıllıca değil çünkü hemen derdest edilirsiniz! PKK'lılara birşey demek akıllıca değil çünkü "ileri demokrasi"ye zarar verdiğiniz için cezalandırılır, zarar görürsünüz! Herkes takmış bir "fikir maskesi"ni; nasılsa hem dînen hem de fikren birbirimizin kardeşiyiz avuntusu ve Habil-Kabil'ce kardeşlikle vuralım o zaman birbirimize!
Ey vaaaah ki ey vaaaah!
Benim bildiğim Türk Milliyetçisi; önce kendini, sonra ailesini, sonra komşularını, sonra derneğini, sonra teşkilatını, sonra da partisini sahiplenerek yanlış yapmaz, yanlış yaptırmaz! Yapmamalı, yaptırmamalı! Ahmete kızıp mehmete gitmekle; ahmete kızıp mehmete vurmakla, karanlıkta kaybedip ışıkta aramakla, babasından korkup dilsiz çocuğu çimdiklemekle mücâdele de olmaz, mücâdele adamlığı da! Bu tavrın adı, en basit ve kibar şekliyle kalleşliktir!
Yapmayın Allah aşkına! Biz ne zaman partiler üstü bir duruş sergileyerek Türk'üm diyen, Türk Milliyetçisiyim diyen, vatanın-milletin bölünmezliğine inanan, Atatürk ve Türkeş'e sâdık millî düşünceli insanların, millî çâreler üretmesiyle, fikir kabızlığından kurtulacağız?
Mevcut Genel Başkanlara muhalefet, dışardan yapılabilir mi? Yapılsa etkisi ne olur? Lütfen kaybı olan, yitiğini kaybettiği yerde arasın! Eğer fikir dünyamızda bu seviyesiz ve tek kelimeyle mide bulandırıcı münakaşa zannedilen nifaklarla oyalanacaksak amaçtan sapılmıştır ve şahsen ilgi alanımdan çıkar!
Beceren bütün hür akıllı arkadaşlardan ricam; özellikle Devlet Bahçeli ve MHP üstüne münakaşa açanları bir kere uyarın, uymazlarsa içimizden tecrit edin, dışlayın! Her gün büyüyen ciddi ve millî mes'eleler karşısında birliğimizi koruyamazsak yarın, hiç bir şeyimizi koruyamayız! Yaşımın gereği öğüt ve rica hakkımı kullanıyorum! Duyup duymamakta, uyup uymamakta elbette herkes serbest!...
Zaten son zamanların çok popüler bir davranışıyla ve sanalağın özelliğinden istifade ederek, adlarını açıklamaktan korkan cesûr savaşçılar, ya sanalağdan ya da adreslere yazılan özel iletilerden açık adres ve kimlikli kişileri gûya tehdît ederken tahrîk ediyorlar! Tahrîk ettikleri açık kimlikli kişilerin cevâbi sözlerini de kopyalayarak ilgili yere götürüp muhbirlik, çaşıtlık, casusluk, Türkçesi kahpelik ediyorlar!
Bu tuzağa, bu oyuna düşenlere, düşeceklere de ma'lesef artık sözüm kalmadı! Bütün samîmilerin Türk yüreklerinden Türk'çe öperek; TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ inancımı tekrarla;
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Ağustos 10, 2011

EŞEK, MODULLAMADAN GİTMEZ!...

Müşavir ve müşaverenin ne olduğunu veya yol arkadaşının veya kader paylaşımının, ülkü paylaşımının yani ülküdaşlığın ne olduğunu veya "Her şey Allah rızâsı için" inancı gereğinin nasıl ortaya koyulduğunu çok güzel anlattığı için bir kıssayı, bir daha paylaşmak istiyoruz.

Kıssamızda; Osmanlı'nın neden başarılı olduğu, sonra neden başarısız olduğu, sonra Osmanlı'nın çöküş nedenleri ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin destansı kuruluşunun, Türk milletinin mucizevî dirilişinin; cebren ve hîle ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersânelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş; bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahîm olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyânet içinde olmasına rağmen, hatta bu iktidâr sahipleri şahsî menfaatlerini müstevlîlerin siyâsi emelleriyle tevhît ediyor olmalarına rağmen; millet, fakr ü zarûret içinde harap ve bîtap düşmüş olmasına rağmen "Yedi Düvel" adlı Haçlı'ya karşı kazanılan zaferin hikâye ve şifresi saklıdır.

Tarih; ibret almak, yanlışı görmek, doğruya sahiplenmek ve tekrar tökezlememek için tedbîr alarak yarına hazırlanmak içindir. Tarih yazılır. Tarihe kaynaklık eden olaylar, kıssalaştırılarak tarihin yazılmasına destek olsun diye kuşaktan kuşağa anlatılarak taşınır. Dününü, atasını bilen, kendini tanıyan bir milletin millî karakterine uygun tedbîrler alması, teamülleşmiş davranışlar sergilemesi kolay olur dedikten sonra kıssamız:

Yavuz Sultan Selim, tahta çıkar. Yapacağı işlerin başında, kadrosunu kurmak vardır. Fısıltı ile ilk divanda sadrazam atayacağını duyurur. Saraydaki bütün paşaların, sadrazamlık hayalleri de başlar!

Paşaların tamamına yakını Enderûn'lu yani tahsîllidir. Sadece Pîri Mehmet Gâzi; cepheden cepheye, savaştan savaşa atılarak "Gâzi" ünvanını kazanmış alaylıdır.

Divan günü, bütün paşalar, saatlerce önceden koşarak Padişah'a yakın yerlerde otururlar. Pîri Mehmet Gâzi, divan'a bir kaç dakika kala gelir, her yer kapılmış olduğu için kapıya yakın boş bir iskemle bularak oturur.

Sultan gelir. Selâm-sabah, hoş-beşten sonra divanı açar. "Bre Paşalar! Bir karara vardım, ne dersiniz?" diye kararını açıklar ve sormaya başlar. "Falan Paşa, filan paşa ne dersin?" sorusuna, her sırası gelen; "Muvâfıktır Hünkârım! Çok muvâfıktır Hünkârım! Siz ne diyorsanız doğrudur Sultanım! Siz yeryüzünde Allah'ın sâyesisiniz, yanlış yapmazsınız hâşâ Hünkârım!" gibi ve Padişah'ın gözüne girmek amaçlı cevaplar verirler. Oysa açıklanan karar, devletin tamamen aleyhinedir! Sıra Pîri Mehmet Paşa'ya gelir.

- Bre Pîri Paşa, sen ne dersin?

- Külliyen yanlıştır Hünkârım! Cevâbıyla korkunç bir sessizlik başlar!

Yavuz'un gazabı, celâli, hiddeti efsâneleşmiştir! Enderunlu bütün paşalar, bir rakiplerinin eksildiğini düşünerek içten içe sevinmektedir! Yavuz, kükrer:

- Bre Pîri! Bilmez misin biz kelle alırız? Bizden korkmaz mısın?

Koca Gâzi, edeple diklenir. Yeni bir cephede, yeni bir savaştaymış gibi, haksızlığa karşı "Her şey Allah rızâsı için" düstûruyla celâllenir ve saygılı ama aynı mert tonlamayla:

- Hâşâ Hünkârım! Yüreğimizi Allah korkusu öylesine kaplamıştır ki başka bir korkuya asla yer yoktur! Uğruna bu kelle verilmezse millet yaşayamaz! Cevabıyla şimşek bakışların çakışması, bakışlardaki yıldırımların bereket sağanağına dönüşmesi ve Pîri Mehmet Gâzi'nin Sadrazamlığıyla divan son bulur!

Sekiz yılda Yavuz'un, seksen yıla sığmayacak başarılarının sırrı da işte bu kadrodadır!

Hissemiz: emânet ehline verilirse, Allah rızâsı için yapılması şart olan görevler, Allah korkusunu bilen kişilere verilirse başarı, mecbûriyet olur.

Bu kıssa ile yönetime gelen, millî meselelerde sorumluluk üstlenen her kişiye seslendik! Türk Milleti'nin her zaman sayısız Pîri Mehmetlerinin olduğunu ama Yavuzların ender çıkacağını söyledik. Pîri Mehmetlere görev verecek Yavuzları aratmasın diye Allah'a dualar ettik!

Zor günlerdeyiz! Allah(c.c.) millet bağrından Pîri Mehmetleri bulup çıkararak görevlendirecek Yavuzumuzu, tezlikle iş başına getirsin diye dualardayız!

Biliriz ki lider seçilmez! Biliriz ki lider, lider olarak yaratılır ve biliriz ki zamanı geldiğinde işin başında olur. Ne atanır, ne de seçilir. Bilinir ki deve kervânının başını eşek çeker ama o da modullamadan yürümez vesselâm...

"TÜRK ULU TANRI'NIN SOYLU GÖZDESİ/ BUDUR İNSANLIĞA HAKK'IN MÜJDESİ..."

Selâm, sevgi, dua...

Mustafa ASLAN

Salı, Ağustos 09, 2011

SALÂT, UYKUDAN HAYIRLIDIR!

"Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o Peygamber'e destek verirler/onun şanını yüceltirler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun şanını yüceltin ve ona içtenlikle selam verin." (Ahzâp-56)
Emevilik dirildi! Ûlemâyı, susturdular! Susturamadıklarını, yok farz ettiler! Susturamadıklarını, sayısız televizyonlarında-gazetelerinde, sayısız cemaat-tarikat-mezhep evlerinde, arkadan arkaya bühtânlarla, iftirâlarla karaladılar!
Yapılanları, edilenleri; Allah rızası için doğru yapılmayanları, Emevîlerin yetmiş yıl camilerde hutbelerde Hz.Ali(r.a.)'ye, Ehl-i Beyt'e saldırmalarına benzettim! Ramazan girdi gireli bu düşünceyi atamadım aklımdan!
Emevîlerin ilk Halifesi Muâviye! Muâviye, Ebu Süfyân'ın oğlu ve Hind'den olma! Hind, Hz. Hamza'yı şehit edip ciğerini sökerek yiyen kadın!...
Hind'in oğlu Muâviye'nin Hz.Ali(r.a.)'ye yaptıkları, hilâfeti ele geçiriş şekli tarihte malûm! Muâviye ile başlayan Emevîler'in onlarca yıl hutbelerde Ehl-i Beyt'i, Hz. Ali'yi, Hz. Hasan'ı, Hz. Hüseyn'i şiddetle kötülediklerini biliyorum! İtirâz eden Sahâbînin, samîmi müslümanların muhatap oldukları şiddetleri, işkenceleri yetmezse büyük dünyevî vaatleri hatırlıyorum!
Satın alınamayan, Allah rızâsını esas aldığı için zindanlara, işkencelere, kırbaçlara muhatap olan, işkenceyle şehît edilen İmâm-ı âzam'ı hatırlıyorum! "Her şey Allah rızâsı içindir." anlayışı yerine, "Her şey devlet için, her şey saltanat içindir" dayatmasını, iğrenerek hatırlıyorum!
Hatırladıklarımı, Allah rızâsı için duyurabildiğim kadar Dindaşıma-Kandaşım'a hatırlatabilmek; Allah rızâsı için yanlışlara itirâz edenleri artırabilmek için uğraşıyorum!
Duymazdan geliyorlar! Duyup duyuranları engellemek için tutuklamaları, göz altına almaları, sebepsiz evi basılarak özel uçakla İstanbul'a taşıyıp dört gün sonra 15 milyonluk cehennemî bir kalabalığın içine atıvermeleri hatırlıyorum!
"Unutursam, Unutturursam!" diye gayretimi, bu gayretimin -unutturmamaya çalıştıklarım tarafından bile- sekteye uğratılmasına hayretlerimi hatırlıyorum! "Allah ile aldatarak", Allah rızâsına muhâlif cemaat/fırka/mezhep/grup/parti çıkarlarının, Emevî uygulamasına nerdeyse yüzde yüz benzeyen bir şekilde dayatıldığını görüyorum!
Sesimi duyurabildiğim ve îmanlarını, akıllarını, vicdânlarını tahrîke uğraştığım Kandaşlarıma; her sabah ezânında hatırlatılan; "Esselâtu hayrûn minen nevm"i yâni "Salât uykudan hayırlıdır." uyarısını hatırlatmak istiyorum!
Allah(c.c.) ve meleklerinin bile O'nun şânını yücelttiklerini hatırlatan salâtın, yeniden uygulanmasını ve "Her şey Allah rızâsı içindir."i hatırlatmaya çalışıyorum! Ola ki burada birileri; "Salât, sadece namaz demektir" derse Allah rızâsı için; "Biz Allah'a namaz kılıyoruz, Allah kime namaz kılıyor?" ve " Allah(c.c.), "Habîb"i (s.a.v.)'nin şânını yüceltmek dilerken, biz kimin veya neyin şânını yüceltmek için salât ediyoruz?" sorularımı cevaplasınlar!
Allah ile Aldatanlar'ın, Haçlı işbirliğinden utanmayanların, Haçlı Müslümanlar'ın 21.yy.'da yeniden uyguladıkları "Emevî Dayatması"na dikkat çekmeye çalışıyorum!
Afganistan'da, Çeçenistan'da, Balkanlar'da, Karabağ'da, Türkistan'da, Kerkük'te, en son Irak'ta, Libya'da Haçlı'nın yıllardır yaptığı müslüman katliâmına sessiz kalanların; Haçlı ile birlikte Libyâ'ya, Suriye'ye uyguladıkları baskıya dikkat çekmeye çalışıyorum!
Yapılanlar, Emevîlerin yaptığı; "Her şey Allah rızası içindir" yerine "Her şey devlet içindir" zorlaması olsa ehven-i şerrden sayıp Vallahi itirâz etmeyeceğim! Ama yapılanlar ne Allah rızası için, ne de devlet için değil! Haçlı için, siyonizm için!
On beş milyondan fazla işsizimizi, milyonlarca "yurt içi kaçkın" çöp toplayan açlarımızı, sahipsiz yaşlılarımızı, açlıktan ölen gâzilerimizi, Kurban bayramlarında bile et yiyemeyen fakirlerimizi yok sayıp göstermelik, göz boyayıcı, uyutucu-uyuşturucu, sahte yardım kampanyalarına, yeni "fener"lere dikkat çekmeğe çalışıyorum!
"General Netekim" lânetliğin iki idam cezasından yaşı tutmadığı için kurtulan, kanser illetiyle boğuşan, eşi ve çocuklarını emânet edebileceği yer bulamadığı için panikleyen, seçim sath-ı mailinde mektuplarından alıntı yapılarak ağlama rolü yapılan Gâzi Ülkücülerin varlığına dikkat çekmeğe çalışıyorum! Yazdığım için bana incinen, sitem eden, vakûr "Türk Yumruğu"nun Kayseri'de muhatap edildiği Emevî Linçi'ne dikkat çekmeğe çalışıyorum!
Arkadaşlar! Ülküdaşlar! Yoldaşlar! Kandaşlar! Dindaşlar! Türk Milleti; Vallahi, Billahi, Tallahi salât uykudan hayırlıdır! Allah rızası için uyanın bu gafletten! Uyanın bu dalâletten! Bu gaflet ve dalâletten sonra gelecek olan sıfatı, ben size yakıştıramam!
KAHR'OLUYORUM! ALLAH KAHR'ETSİN!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Ağustos 06, 2011

SAHÛR DEDİ-KODUM!...

Aklım, kırk parça! Fikrim, kırka bölünmüş! Gönlüm, kırk ayrı yerde kırk yiğitle bir arada! Öfkem, kırka bölünmüş olmasına rağmen her bir parçası kırk kere öfkeli! Dostlar, ayrı yerlerden, kıymetli gönüldaşlarımdan "İftar dâveti" var ve ben katılmıyorum!
Öfkeme kırk kere yenik öfkem yüzüden fikrim, kırk parça; gönlüm, kırk ayrı yerde kırkar yiğitle bir arada! Kırk dileğimi bir edip, kırk duamı, kırk rüzgârla göndererek teselli buluyorum!...
Bu Pazar, Erciyes'te olup olmamak arasında çok gittim geldim! Erciyes'te olmanın davet gerektirmediğini bilmeme rağmen, çok ölçtüm biçtim! Çok indirdim bindirdim! Gitmek, sessiz sedasız yürekleri buluşturmak için Erciyes'te olan -kaç kişiyse- ülküdaşıma karışmak için çok çırpındım. Vaz geçtim!
Evvelki sene, Türkçe öfkesine dayanamayarak bizi Paşa'sız bırakan bir Türk kalbin azizliğine uğramış, Erciyes'te Paşa'sız kalmıştık! Önce Paşamız'a ve oğluna "Paşa" adını verecek kadar Paşalarına sevdâlı Babası'na rahmetler diliyorum. Türk Milletine sevdâlı Türk gönlümü, Erciyes'teki Türk yüreklerin ayakları altına atsın diye rüzgâra emânet ediyorum! Eğer Türk gönlüm ayaklar altına alınacaksa, kendi rızamla Erciyes'e tırmanan gıyaplarında kutsadığım ayakların altında kalıversin!...
Kulağımda son telefon görüşmemizdeki; "Senden bir ricam olsun! Eğer birileri beni zemm'edecekse Allah rızâsı için beni çoluk-çocuğa terk etme! Sen zemmet Gardaşım!" diyen Ozan Arif sesi! Yeni dedi-kodulara malzeme vermemek için, hatta daha doğrusu, taraftarlıkla ülküdaşlık arasındaki farkı, bilmedikleri için fark edemeyen ve bilmezliklerinden dolayı mazur saydığım genç Kardeşlerimizin, gönüllerine saygımdan sessizim!
Erciyes'te Türk Öfkesine yenilen Türk Kalbini sebep kılarak bizden, Tanrı Katı'na alınan rahmetli Paşa Tombay'ımızdan sonra, hiç bir Türk Yüreği öfkelendirmeğe cesâretim yok! Türk'ü öfkelendirmekten korkuttu beni Paşa'mız!
Kırk yerde, kırkar kırkar toplanmış, Kırklar Meclisi encâmlı Gönüldaşlarımın izinleriyle, ben başka bir dedi-kodu yapmak istiyorum, Allah affetsin!
Cezaevlerinde tutsak Kandaşlarımız var! ABD'nin "bizim çocuklar"ının başı "Netekim General"in zulmünden yaşının tutmaması yüzünden kurtulmuş bir Ülküdaşımız, kanser illetiyle boğuşuyor; bakıma, desteğe, paraya ihtiyâcı var!
Erciyes'in eteklerinde "Bozkurt yuvası, Kayseri Ovası"nda; "Türk'ün yumruğu!" sıfatlı yumruğun sahibi Türk Yiğit, Kayseri'de işsiz-güçsüz; "Namuslu yaşamak istiyorum!" diye haykırıyor sanal ağda!
Rahmetli Paşa'mızdan sonra hiç birine yakıştıramadığım "paşa" sıfatlı Generaller, tutuklanıyor! Tutuklanmayan, beyaz bayrak sallayanlar; 4 saatte terfiler ettirilerek "Paşa"laşmak hevesiyle generalleşiyorlar!
Sesleri kısılmak, unutturulmak istenen, 21.yy. Maltası'nda sürgün Türk Milliyetçileri var ki aklımı başımdan alıyorlar! 21.yy. Maltası'ndan bile kükremeyi başaran Türk Milliyetçisi Kürt Kızımız Müyesser YILDIZ; Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin -1991'den beri- Basın Sözcüsü ve 22 Ocak 2008'den beri "Tutukluluğa Mahkûm" Sevgi ERENEROL; hukuk adamlığının örneklerinden BOP Eş Başkanı Başbakan'ı -sembolik te olsa- para cezasına çarptırmayı başaran Kemal KERİNÇSİZ; milletin bölünmezliği, devletin bekası için aldıkları emirleri yerine getiren ve defalarca madalyalarla ödüllendirilen millî vicdân Kahramanları M. Levent GÖKTAŞ, Engin ALAN Paşa ve daha niceleri cezaevlerindeyken, Toplu İftar Yemekleri beni rahatsız ediyor!
Bu iftarların Allah nezdinde bir mükâfatı inşallah vardır ama sanal ağda yardım istenen, "Netekim General"in zûlmünden Allah'ın yardımıyla kurtulmuş, iki kere idamlık bir Ülküdaşımız; Kayseri'de "Türk'ün Yumruğu" sıfatını hak etmiş, işe ve ekmeğe muhtaç bir Türk Yiğit varken siyâsi gövde gösterisi kokan iftar yemekleri, beni incitiyor!
Allah hayırları, iftarları kabûl etsin ama bu rahatsızlığı ve rahatsızlıkta tek olmadığımı da söylemesem olmazdı!
Bütün dardaki, zordaki, sevdiklerine hasretlerin; Erdem Karakoç Kandaşımız'dan sonra içerde yalnızlığa terk edilmiş Dört Delikanlımız'ın yüreklerindeki sitemlerine tercüman olmazsam, kendimle hesaplaşamazdım! Aynadaki sûret, bana çok kızgın vesselâm!...
"BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİN İÇİN" dik!...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN