Salı, Ocak 31, 2012

KÂĞIDI YIRTAN DOLMA KALEM!

"Nûn! Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına." (Kalem-1-)
Allah'ın Kur'an'da üzerine and içtiği kaleme, kalemin önemine ve elinde kalem olanların nasıl bir sorumluluk taşıdıklarına, dikkatinizi çekerim...
Sonra, kimden veya hangi fikirden olursa o renk yazan, eyyamcı, dönen-değişen-gelişen, renksiz "dolma kalem"lerden bahsedeceğim...
Altan oğlu Altan'lardan biri; "28 Şubat'ta bile işsiz kalmamıştım!" diye feverân ediyor! Tabi "işsizlik"ten ne anladığı da çok önemli! 28 Şubat'ta bile işsiz kalmamış ama on yıl akıldânelik ettiği, hatta "2. Cumhuriyet"çilikte fikir babalığı ettiği AKP döneminde, yirmi yıl yazdığı gazeteden milyon dolarlarla transfer edildiği yandaş gazetedeki köşesi kapatılınca, işsiz kalmış dolma kalem!
Bu işsiz dolma kalem; bir üniversitede öğretim görevlisi, profesör! Buradan 4000-4200 TL maaş alır! Bu işsiz dolma kalem; "Paranın dini olmaz" realitesiyle trilyonları kontrol eden Gülen A.Ş. Cemaati televizyonlarında, program yapar! Kendi söylemiyle 35 kitabı varmış, -bunun için tebrikler ve alkışlar- kitapları da herhalde bedava dağıtılmıyordur ama kocaman Prof. ünvanlı, televizyoncu ve 35 kitabından -helal olsun- para kazanan Altan oğlu Altan, mürekkepsiz değil işsiz kalmışmış!
Bir gazetedeki başyazarlığı bitirilince düne kadar alkışlarıyla vuvuzelaları bile bastıran Dolma Kalem, AKP Hükümeti'ne feryâd-figân verip veriştirmeye başladı!
Eeee! Boşuna hem de markalı "dolma kalem" değiller! En marka dolma kalem bile mürekkebi bittiğinde kâğıdı yırtar bilmez miyiz? Olan bu! Mürekkebi karalamalarla bitirilen Dolma kalem, az önce yazdığı kâğıdı yırtıyor!
Başbakan'ın Gülen A.Ş. Cemaati Gazetesinin kuruluş yıldönümündeki; "Kalemini satmayan, kiralamayan, doğruyu mertçe savunup yanlışın karşısında dik duran herkesi yürekten selamlıyorum!" sözünü ve Yandaş bir gazetede işine son verilen Dolma Kalem'in, aynı cemaatin televizyonunda program yapmaya devam ettiğini hatırlayınca; "Yok artık!" diye söyleniverdim!
Dönen-değişen-gelişen, 68 Kuşağı eskisi bir başka Dolma kalem; "Peki bizim protestocu hanımlar niçin soyunmazlar acaba? Hem solcu olup hem de örf ve adetlerimize saygılı oldukları için mi yoksa güzelliklerine güvenmedikleri için mi? Hanım, hanım! .... gerektiğinde kıçını açmaktır marifet! Aç ki muhalif basın, sana da haber değeri versin." diye yazıyor!
Bu yazı üzerine de Başbakan'ın; "Hakârete karşı çıktık, ama eleştiriye asla!" sözlerini hatırladım!
Benzer markalı dolma kalemlerin ihbâr veya yönlendirmesiyle, tutuklulukla cezalı Kürt Kızı Türk Milliyetçisi Müyesser YILDIZ'ı hatırlayınca yapmadığım bir iş yaparak; "Bir çift güzel kadın memesine vatanı satarım" diyen öbür Altan oğlu Altan'ı ve Türk kadınına hakaret etmekten çekinmeyen 68 Kuşağı eskisi kaşalot dolma kalemi; Başbakan'a şikâyet ve Başbakan'a bağlı Adâlet Bakanı'na bağlı Savcılara da ihbâr ediyorum! Bu renksiz-karaktersiz dolma kalemlere kızıp, gazeteciliğin omurgası muhabirleri kıskanarak, muhabirlik özentisiyle muhbîrliğe de başladık! Nasılsa kiralık, satılık, transfere açık dolma kalemlerin işgâl ettiği Basın Dünyası'nda gazeteci olma şansımız yok!
Muhabir olamadığım için önce kendimi ihbârla başladığım muhbîrliğim; başımızdaki AKP Kaosu bitinceye kadar da sürecek!
Bu arada; "AKP'nin çatlayıp dağılması kaos olur!" düşüncesindeki muhalefete inat, Kaos Duâsı'na çıktığımı da duyurur ve duyarlı bütün Türk Milleti mensûplarını Kaos Duâsı'na dâvet ederim! Kaos Duâm da şu: Tanrım! AKP çatlasın, dağılsın! Kaos olsun! Meclis'ten kalıcı bir hükümet çıkamasın! Bir Seçim Hükümeti kurulsun ve AKP Kaosu da son bulsun inşallah! Âmin... Sonn ankette de AKP, CHP, MHP'nin oyları yükselmiyor muymuş? Tam zamanı işte!...
TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Ocak 30, 2012

PSİKOPAT ÖZERKLİĞİ!...

Ölüden şeytan da el çeker ama meselâ; Kaddafi'ye çok yürekten rahmet diliyorum. Saddam'a, dilindeki tamamlayamadığı ikinci Kelime-i Şehâdeti'ni hatırlayınca rahmet okuyorum ama Yaser Arafat'a rahmet okumayı vicdânım hiç onamıyor!
Yıllarca çocukları, ellerine taş vererek kuduz İsrail askerlerinin önüne sürmesini, hep öfkeyle, yüreğim yanarak ve Arafat'a küfrederek izledim! Şükür Arafat öldü de Filistinli çocukların ziyân edilmesi de bitti!
Arafat vâri bir psikopat veya karaktersiz psikopatlar bizde de var! Bizde bir tane olsaydı, ayıp olurdu zâten! Aptal İvan'ın bile, Rusya'da bir tane ama biz de ne çok olduğunu, Gorbaçov'dan öğrenmemiş miydik? Zihnimizden hatırladıklarımız, ne kadar can incitici, ne kadar utandırıcı!
Bizdeki psikopatların veya sehpa artığı bir sapığın talimatlarını uygulayan, psikopat bile olamayacak pitbullar, önce çocukları beş-on lira vererek oyun diye kandırıp güvenlik güçlerinin üzerine saldılar! Allah'tan Türk Güvenlik Güçleri mensûpları insandır, insan evlâdıdır. Oyun diye kendilerine taş atan, araçlara molotof attırılan çocuklara karşılık olarak Güvenlik Güçleri, çikolata verdi, top verdi, sokak aralarında beraber top oynadılar!
Sonra bizim pitbullar; kandırabildikleri kadar zavallı, kimsesiz kadınları topladılar! Ucuz tele kadınları da aralarına kattıkları kadınlara, bilmem ne günleri anneleri adını verdiler! Sokaklarda yürüttüler! Ankara'da Karanfil Sokak'ta, 50-60 kadar, kadına benzer yaratığın; "Kimsenin namusu olmayacağız!" cırlamasıyla yürütüldüğü gün, yüzlerce polisin onlara, kortej görevi yaptıklarını, hele bir kadın polisimizin öfkeden ağladığını, gözlerimle gördüm! Kadın polisimizin, ilgilendiğimi görünce; "Bunlar ne diyor Abi?" diyerek dişlerini gıcırdatıp ağladığını, tüylerim dikenlenerek hatırlıyorum!
Özetleyerek hatırladığım ve hatırlattığım, sadece yandaş televizyonları izleyenlerin bile yüzlercesini hatırlayabileceği bu utanç sahnelerinin tamamı; "Açılım", "Milli Birlik Projesi", "İleri Demokrasi" diye adı değiştirilen dikte uygulamaların sahibi AKP İktidarında oldu!
Ve sonunda "Açılım", ve sonunda "İleri Demokrasi", meyvesini verdi!
Siyasallaştırılmış ve asla dokunulamaz edilmiş bölücülerden bir kadın, Cizre'de; "Şırnaklılar olarak diyoruz ki, topumuzu da alsanız başaramayacaksınız! Çünkü Şırnak özerk Cumhuriyettir ve bu cumhuriyeti ele geçiremeyecekler." diye car-car carladı!
Yedikleri kaba pislemeyi, domuzca dışkılarını bile yemeyi mahâretten sayan bu zihniyeti temsîlen aynı kadına benzer yaratık; "... bu bahar çok kötü geçecek, çok çatışmalı geçecek. Ölen yaşamını yitiren sadece Kürt gençleri olmayacak, Türkiye gençleri, Türkiye halklarının emekçi çocukları da bu baharda bu çatışmalarda yaşamını yitirecek." diye, "it baharı"nın işâret fişeğini çaktı!
Şimdi; üç üstün hizmet madalyalı Kahraman Millet Evlâtları'nın yıllardır terörist muamelesine tabi tutulduğuna mı öfkeleneyim? Paralı askerliğe mi küferedeyim? Vicdâni redciliğe mi söveyim? AKP'ye mi kahredeyim? Recep Tayyip Erdoğan'a bedduâ mı edeyim?
Yoksa daha kolay diye, onlara hakâret serbest diye, onlara küfredene birşey olmaz diye; "Bu aşamada AKP çatlar, dağılırsa kaos olur!" endîşesiyle AKP'ye ve hükümetine sahiplenen "Yavru Muhalefet"e mi kızayım? "Solcu sosyalist" Gandi Kemâl'e kızmanın ise AKP'yi memnûn edeceğini biliyorum!
İki yok'tan bir var edip hediye ettim kendime
Bir yok'a AKP dedim, yok dedim bir de partime!
Yok'lar Ülkesi'ne varıp yokları saymak istedim,
Yokları da yok etmişler! Öfke ekilmiş Ülkem'e!
TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

ANKARA KARIŞIK; AKP'DE LAYLAY LOM!

Siyasi partiler Yasası, Seçim Yasası ve Dokunulmazlıklar değiştirilmediği sürece; demokrat söylemlerle milletle alay eden, milletin zekâsını yok sayan; Türkiye'nin seçmen ve sandık istikbâlini Dört Kişi'nin iki dudağı arasına hapseden sistemle barışmam, mümkün değil! Ki bunlardan biri, İmralı'da güya ağırlaştırılmış müebbet mahkûm!...
Sistem diye dayatılan bu zorbalık demokrasi ise bir daha haykırıyorum; "Demokrat değilim!"
Her yangın, yakın komşuları da ilgilendirir! Dört yanımız yangın yeriyken bizim, "İleri Demokrat"larımıza, itirâzımız olabilirdi!
Bir muhalefet partisi Genel Başkanı'nın, sorulan soruya irticâlen verdiği; "Şimdi çatlar ve dağılırsa kaos olur!" cevabından yayılan ürkekliği hazmetmeye çalışırken; Basın ve Medya Ankara temsilcileriyle yaptığı toplantıda, altı doldurularak; "Şu aşamada, siyasi iktidar üzerinde bir kaos yaratılarak spekülasyon yapılmak suretiyle istikrarsızlık, ülkemize bir fayda getirmez! Bugünkü Meclis yapısı, parçalanmış bir AKP söz konusu olsa dahi sağlıklı bir siyâsi iktidarı tekrar ortaya çıkarmaya müsait değildir!" diye AKP'nin dağılmasından duyduğu endişesini te'vilsiz şekilde tekrar açıklayınca, "İleri Demokrat" dokunulamaz'lara itiraz hakkımızdan vazgeçtik!
Önümüzdeki günlerde CHP'de ve MHP'de kongreler var!
Hükümet, yapması gerekeni yaparak anketler yaptırıyor ve anket sonuçlarına göre; AKP'nin, CHP'nin ve MHP'nin oylarında artış varmış! Diğer küçük ve marjinal partilerin oylarında ise erime varmış! La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azîm!
Dünyanın neresinde, hangi sistemde, ne zaman böyle bir garâbet görülmüştür! Demokrasi denilen sistemde, iktidar yıpratıcı değil midir? Üç dönem üst üste seçim kazanılması, demokrasilerde nerdeyse imkânsızken, bizdeki "İleri Demokrasi" diyen Hükümet, üçüncü kere ve oylarını artırarak seçim kazanıyor! Yetmedi! Seçimlerden yedi ay sonraki anketlerde hem iktidârın, hem de muhalefet partilerinin oylarında artış varmış!
Demek ki; Hükûmet, doğru yapıyor! O zaman muhalefet partilerine sormazlar mı: Niye bağırıp çağırıyor, asıp kesiyorsunuz? Demezler mi: Madem sizi bu kadar öfkelendirecek yanlış işler yapıyor, o zaman dağılması niye kaos olsun? Dağılsın diye kaos duâsına çıksanıza! Bu Meclis'ten seçim hükümeti de çıkmayacaksa, siz ne iş yaparsınız?
Demek ki işin aslı başka!
Hükümet, yanlış yapıyor, biiir; Anamuhalefet yanlış yapıyor, ikiii; Başbakan'ın deyimiyle "Yavru muhalefet" yanlış yapıyor, üüüç! Yanlışa yanlışla mukabele etmek zâten yanlışken bir de yanlışa yanlış muhalefet edilince; millet doğruyu yapıyor!
Hükûmete de, Anamuhalefete de, "Yavru Muhalefet"e de; istihzâ ile bıyıkaltı gülerek; "Alayına gider!" argosuyla; "Üçüne de gider!" yapıyor!
Şimdi; milletin "Üçüne de gider!" yaptığı barbut masasındaki üç partiden ikisinde kongre var! Ömrümün 45 yılını mensûbu olarak geçirdiğim MHP'de; üst kongre delegesi değilim, kongre delegesi değilim, hatta üye değilim! Mevcût Siyâsi Partiler Yasası'yla bana heyecan verebilecek bir Genelbaşkan Adayı da yok!
Zâten adaylık hayâl edenler; "Kemik sesleri" demokratik uyarı(!)sını, gününden önce almışlar! Aday adaylığı, artık resmen yürek işi!...
Eeee! Bunun neresi demokrasi? Neresi ileri demokrasi ve neresi kongre? Kime ne bal alandan, pekmez satandan?
11 Şubat'ta, İstanbul'dan Ülkücü bir grup; MHP Genel Merkezi önünde; "Ülkücü İradenin yeniden İhya ve İnşası için Entrikasız Adaletli Kongre Talebi" için toplanacaklarını duyurdular!
İkinci kere söylüyorum, cesûr bir davranış ama; "Avazı iyi avaz da okunan Kur'an olsa!" endîşem de çok canlı!
Netice; canım çok yansa da, vicdânım sızım-sızım sızlasa da, çok endîşeli olsam da, ben de; bal alana da, pekmez satana da eşit mesâfede ve uzağım vesselâm!...
TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Ocak 29, 2012

TÜRK'ÜZ ELHAMDÜLİLLAH...

Elhamdülillah Türk'üz. Türk milliyetindeniz ve şükr'olsun ki Türk Milleti'ndeniz.
Türk milliyetinden oluşumuza hamd'ederiz. Çünkü; "Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm-22) âyetinden, Türk olarak yaratıldığımızı, Türkçe lisâniyle donatıldığımızı biliyoruz.
Milliyetimizi savunuruz. Çünkü Hz. Peygamber; "Sizin en hayırlınız -kavminin zûlüm ve haksızlıklarını desteklemek gibi bir günah işlemeden- kendi soyunu müdafaa eden kimsedir." diye soyumuzu müdafaa etmemize, savunmamıza izin verildiğini biliyoruz.
Türk Milleti'nden olmamıza şükr'ederiz. Çünkü halkları toplayıp milletleştiren bir erkin mensûbuyuz. Dünyaya; halklardan başlıya baş eğdirerek, dizliye diz çöktürerek millet oluşturmayı öğreten ve sonra mensûplarına zûlmetmemeyi, mazlûmlardan zâlimlere karşı koyabilecek güçte, zâlimleri cezâlandıracak kudrette bir güç çıkarmayı başaran bir özel kavmin mensûbuyuz.
Türk milliyetinden ve Türk milletinden olmanın haklı gurûrunun farkında olan Alp Er ve Alp Erenlerle, yine bu özelliğin farkında olan öğretmenlerle, bu övünülecek hasletin farkında olan ebeveynlerle büyüdük.
"Adımız andımızdır, yoluna can koyarız,
Türk olmayı en büyük şeref ve şân sayarız!" marşlarıyla ve bu marşları söylemeyi hak etmiş bir ırkın ahfâdı olmakla övünerek büyüdük!
Şimdi birileri; dincilikten geçinen îman tâcirleri; "Mühim olan soy, boy değil takvâdır." diyorlar! Doğru söylüyorlar ve çok gariptir ki mü'minleri doğruyla aldatıyorlar!
Doğrudur! Dîn Günü'nde, yani ahiretteki hesap zamanında; değil milletlerin milletlere, kimsenin kimseye göre üstünlüğü yoktur! Orada sultan da tebaa da, başbakan da taraftar da, varlıklı da yoksul da birdir, eşittir. Herkes yaptıklarının karşılığı, ödüllendirilecek veya cezâlandırılacaktır. Kim, kimin kalbine girebilmiştir? Kim, kimin îmanını ölçme yetkisine sahiptir? Takvâ kul ile Allah arasında değil midir? Kim, kimin takvâsı hakkında ahkâm kesebilir? Birinin takvâsına dil uzatanı dînimiz, kendini ziyân eden zâlimlerden saymaz mı?
İslâm'ın zuhûrundan, "Hak geldi, bâtıl zâil oldu!" hükmünden de önce, 500'lü yıllarda taşlara kazıyarak tarihe emânet edilen, insanlık dünyasına öğüt veren Orhun Yazıtları'yla bunları yazan ve bırakan Bilge Kağan ve Kül Tigin atalarımızla övünmeyelim mi? Bu yazıtlarda: "Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine, ecdâdım Bumın Kağan oturmuş. Türk milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş." şeklinde anlatılan mâzimizle övünmeyelim mi?.
Sonra İslâm ve Arap kaynaklarından; "Fahr-i Kâinat aynen şöyle buyurdular: Kendi halinde, avının üstüne atlamak için sanki pusuda bir arslan gibi bekleyip duran toplum üzerine varmayınız. Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız.*" tavsiyelerini, Türk Milletine saygıyı, sonra sayısız övgüyü ve sonunda da defalarca duâlarını okuyup öğrendikten sonra; Türklüğümüzle övünmeyelim mi? Türk yaratılışımıza şükr'etmeyelim mi? Türk Milleti'nden olmamıza hamd'etmeyelim mi?
Hem de dîne iftirâ ederek dîn adıyla; Peygamber'e iftirâ ederek Peygamber adıyla, Kur'an'a iftirâ ederek Allah adıyla aldatan şeytan temsilcilerine daha ne kadar inanacağız?
Bize yazık değil mi? Çocuklarımıza günâh değil mi? Dînimize, Peygamberimiz'e, Kitâbımız'a, Allahımız'a karşı günâh değil mi?
Allah aşkına! Tanrı aşkına! Çalap aşkına! Hüdâ aşkına! Bir kere daha ve çok yüksek sesle, hep berâber; "Türk'üm. Bu ad, her ûnvandan üstündür." diye haykıralım! Günahı, vebâli, "Günahtır!" diyenlerin boynuna olsun!
"TÜRK'E BAŞ OLAMAZ TÜRK'ÜM DEMEYEN!"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
* el-Hamevi, Mucem'ül Büldan, II, s. 23

Cuma, Ocak 27, 2012

SİLİVRİ YERLEŞKESİ'NE MEKTUP...

Sevgili Müyesser YILDIZ;
Bu mektûbu, zamana kaşelettirerek tarih eliyle gönderiyorum!
21.yy. Maltası dediğim Silivri adresine göndersem, zarfına vurulacak olan "Görülmüştür" kaşesiyle mektûbumun mahremiyeti zedelenir diye; kademeden kademeye, elden ele dolaşırken postadan bir mühür yemiş olan pulumuz, "Elden ele gezen güle" döner sakıncamla "MEYDÂN"ımdan yazıyorum!
Özel Dost Ulak vasıtasıyla gönderdiğin, hayatımın en özel ödülü selâmını aldım, Ve aleyküm es'selâm... Selâmınla gönderdiğin teşekkür'üne ise sana kıyamadığım için Ulağımız'a sitemle mukâbele ettim, gönül koydum!
Sevgili Müyesser;
Savaş, ordular arasında, devletleri-milletleri temsîlen yapılır! Savaşı, ordular yapar. Savaşta erler, ölür-öldürürler ama kaybeden komutanlar, yenilen devletler, yok olan milletler olur! Yâni tersten alırsak milletlerarası varoluş-yokoluş mücâdelelerinde, ordular savaşır ve savaşlarda erler-yiğitler-kahramanlar meydâna çıkar!
100 sene öncenin Düvel-i Muazzâma veya Yedi Düvel adlı Haçlı'sı, günümüzde ABD ve AB adıyla "Haçlı Seferi" diye adlandırarak Ortadoğu'ya saldırıyor; yüzlerce yıl Haçlı'yı İslâm adına tek başına göğüsleyerek ezip yokeden Türk Milleti'ni temsîlen savaş, bu sefer sana nasipmiş!
"Yeniden Osmanlı"cıların, "2. Cumhûriyet"çilerin, "Açılım"cıların, "İleri demokrasi"cilerin, "Gömlek değişen"lerin ve "Gömlek değişenci"lerin başı olan AKP Genel Başkanı, AKP Hükümeti'nin Başbakanı, malesef BOP Eş Başakanı! Ve NATO üyeliğimiz yüzünden, BM mensûbu oluşumuz sebebiyle Hükümetimiz, dolayısıyla Devletimiz, dolayısıyla Milletimiz Haçlı ile berâber Müslümanlara "Demokrasi Bombaları" atmaya mecbûr! Biz de bu mecbûriyeti, ayıplamaya mecbûruz!
İtiraz edenleri susturmak, suturamadıklarının seslerini kısmak, bunları yaparken diğerlerini korkutmak için operasyon üzerine operasyon yapıyorlar ve bu operasyonlardan birine muhatâpsın! Allah yardımcın olsun...
"MAHKEMEYİ YARGILAYAN DÂVÂ" adını verdiğin, senaristi ve rejisörü belli bir oyunun sahnesinde irticâlen yaptığın tulûatlarla bir "Devrin Panoraması"na el koyuyorsun!
"Çok kötü bir senaryo. Rolümü beğenmedim, bana göre bir rol değil." girişinle zâten sahneye ve senaryoya el koyacağını ilan ediyorsun, yüreğinle var ol!...
"Başbakan'ın yatak odasının dinlendiği yerde hiçbirimiz güvence altında değiliz. Bu silahın yarın siz dahil, hangimizi vuracağı belli olmaz..." tarihî uyarınla; yaşadıkların, yaptıkların ve yazdıklarınla senden sonraki nesillere "rol model"liğini açıklıyorsun, var ol!...
Kutadgu Bilig'de; "İnsanların dillerinden düşmeyen iki türlü ismi vardır; biri iyi, biri kötüdür. İkisi de unutulmaz. İyiyi överler, kötüye söverler." diyor Yusuf Has Hâcib! Senden sonraki nesillere nasıl bir ad mîras bıraktığının -Allah için- farkındasın! Farkındasın derken haddimi aştığımı biliyorum! Başka türlü Dâvâ'nla Mahkemeni Yargılayabilir misin? Bağışla!...
Sevgili Müyesser; Yalnız kurtlar, ya kendi sürülerini oluşturur, ya da yok olurlar! Yalnız kurtların hepsi de bu gerçeği bilirler! Yalnız kurtlar, ancak ve ancak diğer yalnız kurtlarla bir araya gelebilirler! Nâdirdir, zordur ama Türk Tarihi'nde görülmüştür. Yine görülecektir, hatta görülüyor! Kurtla köpeğin ortaklığı ise asla mümkün değildir!
21. yy. Tomris Hatun'u Müyesser; mektuplarım devâm edecek! Bu mektûbu burada keserken; Yalnız Kurt, yalnız değilsin! "Yalnız kurt yenilmemeli" diyen Yalnız Kurtlar, 21. yy.'ın Kürşat Akınını yapmak hayâliyle seni bekliyoruz!
Tanrı'm seni korusun! Allah yâr ve yardımcın olsun...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

"MAHKEMEYİ YARGILAYAN DÂVÂ"

Kemdime öfkeliyim, kaderime -hâşâ- asla!

Fakirliğime, parasızlığıma öfkeliyim; zenginlere, paralılara asla!

Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de; ilmi her isteyene, seveti dilediğine dilediği kadar vereceğini buyurduğunu biliyor ve nasîbime şükr'ediyorum...

Hayatımda ilk defa; şımarık çocuğun babasına yaptığı gibi, azîzlenmiş terbiyeli bir çocuğun ebeveynine yaptığı gibi nalanmak hakkımı, -hâşâ- şikâyetlenmek değil söylenmek hakkımı kullanacağım!

Hayâtımda hiçbir şeyi; hiç değilse ayda bir kere de olsa 21.yy. Maltası dediğim Silivri'ye gidebilmeyi; orada sürgünde olduklarına inandığım bir kaç millet evlâdı, kandaşımı ziyâret edebilmeyi, onlara hiç değilse görünerek yürek ve moral verebilmeyi, istediğim kadar istememişimdir!

Çok istememe rağmen, gidemeyiş nedenim de sadece benim! Böylesi hallerde, hatta âcil rahatsızlanacak olsam -hiç bir sosyal güvencem olmadığı için- beni doktora, hastanaeye götürecek kadar da olsa bir yastıkaltı birikimi yapmadığım, yapamadığım için kabahatli benim!

Bu saatten sonra, ola ki biri, birileri, "Hadi Hoca! Sen söyle biz yol harcırahını karşılayalım!" diyecek olsa, sakın düşünmesinler çünkü küfrederim!

Geçtiğimiz günlerde varlığıyla onurlandığım, Kürt Kızı Türk Milliyetçisi Müyesser YILDIZ nâmlı Yiğit Kandaşım'dan selam aldım! Sevgili Müyesser, o has, kabadayı, Türk gönlünce davranarak bana bir de teşekkür göndermişler! Kalbim ağrıdı! Günlerdir ağrımaya devâm ediyor kalbim!

Borç isteyebileceğim iki yerden de alıp hâlâ ödeyemediğim için, ödeyeceğim güne kadar bana maddî kapılarımın tamâmı kapalı! Tam yeri gelmişken hele bir de; duruşumuzdan, aç gezip tok salınışımızdan bizi transferler yaşayan "Dolma kalemler" gibi zannederek benden maddî yardım isteyen, gerçekten sistemin boğduğu Türk Yürekli Türk Yiğitler çıkmıyorlar mı? İşte o zaman Tanrım'dan ömür değil mühlet istiyorum; ibretin ahirete kalamadığını biliyor ve bazılarının düşecekleri ibretlik hali görerek atlayanlara hatırlatabilmek için mühlet istiyorum!

Her neyse!

Sevgili Müyesser YILDIZ'ın, yargılandığı değil, adâleti de değil, hukuku-hukuksuzluğu, tarik tanıklığında yargıladığı; muhatap olduğu Mahkeme Heyeti'nin şahsında kurumu sorguladığı, müthiş savunması bana intikâl etti!

Su gibi içerek, beynime kazımaya çalışarak iki kere okudum ve klavyemin başına geçtim!

Mahkemeyi Yargıladığı Dâvâsı'nda Müyesser YILDIZ; "Biz gazeteciler, karmaşık konuları haplaştırarak anlaşılır hâle getirmeye çalışırız."

Gazeteci olmadığım için, üstelik irticâlen yaşayan birisi olarak ben de hapların çözümleneceğini düşünmeden suya atıp karıştıranlardan biri olarak, klavyemin başındayım!

Nemrûd'un yaktığını duyduğu Hz. İbrahim'i yakan ateşi söndürmeye hevesle ağzının kapasitesi kadar suyu taşrken filin istihzâsına; "Safımı belli ederim ya!" diklenmesiyle örnek bir duruş sergileyen karınca misâli, MÜyesser'in ve onun şahsında 21. yy. Maltası Silivri'de Sürgün'de olan Kahraman Millet Evlâtlarının, yanlarında veya nerelerinde isterlerse oralarında olduğumu haykırabilmek için klavyemin başındayım!

Yine bu arada yine yeri gelmişken; Bilgisayarım var! Klavyem de fenâ sayılmaz ama sadece daktilo niyetine kullanabiliyorum! İsteyen hacker, istediği "Sanal Nuri Alço'luğu" istediği zaman yapabilir! En son benim haberim olur merak ta etmesinler diye kendimi de ilgililerin ilgilerine tekrar sunayım!...

Umarım geveze ânıma denk gelen girizgâhımla ilgilenecek Dostlarımı sıkmamışımdır!

Şimdi Sevgili Müyesser YILDIZ'ın -teknik olarak adı öyle olduğu için- Savunması'nı paylaşıyorum:


“ SAVUNMA YAPMIYORUM, SUÇLUYORUM “

Müyesser Yıldız mahkemede “ savunma “ yapmadı... İddianameyi reddetti... İnsanlara tuzak kuran devlet içindeki “ virüs örgütü “ hakkında suç duyurusunda bulundu...

İşte o itiraznameden satır başları:

- Sorun yasalar veya zihniyette değil, “NİYET” tedir. Niyetiniz nedir?

- Devlete sızmış 3-5 virüs var. Nuri Alço’nun masum kızların gazozuna ilaç atması gibi, insanların bilgisayarına virüs atıyorlar. Silivri’ye düşürdüler, ama çok şükür kötü yola düşüremediler. Hala gazeteci oğlu gazeteciyiz.

- Olmayan örgütün, olmayan medya kolu olarak, olmayan suçu anlatmamız isteniyor...

- Bu bir iddianame değil iftiranamedir... Çok kötü bir senaryo. Rolümü beğenmedim, bana göre bir rol değil.

- Bir büro ilk kez toptan “terörist” olarak yargılanıyor. Anlaşılıyor ki biz kobayız. Bünye kabul ederse, diğer gazete bürolarına da rahatlıkla yaygınlaştırılacak demektir.

- Bu iftiraname değil hukuki kanuni bile değil. Ve ben de Başbakan gibi diyorum ki; “ Ben bu ileri hukuku tanımıyorum “...

- Devlette paralel devlet olmaz. Devlet içinde devlet olmaz. Olursa o devlet kimseye yar olmaz, çöker. Şu anda biz bunu yaşıyoruz.

- Başbakan’ın yatak odasının dinlendiği yerde hiçbirimiz güvence altında değiliz. Bu silahın yarın siz dahil, hangimizi vuracağı belli olmaz...

- Silivri’deki 10 aylık zorunlu ikametimin adını koymak istemiyor, mahkemenizden kendimle ilgili bir talepte bulunmayı da zul addediyorum. Yegâne talebim bu gayri hukuki, gayri ahlâki ve gayri vicdani sürecin hesabının sorulmasıdır...

- Örgüt kavramı sulandırılmış, maymuncuk yapılmış, niyet okuma ve İTHAM sistemine dönülmüştür...

Müyesser Yıldız’ın 16. Ağır Ceza Mahkemesinin 04 Ocak 2011 günü yapılan Oda Tv duruşmalarının 7. celsesinde 16.30 sıralarında iddianameyi reddederek kendisine tuzak kuran virüs örgütü hakkında suç duyurusunda bulunduğu savunması özetlenerek aşağıya çıkarılmıştır :

Adım Müyesser Yıldız Uğur. Önce isim konusuna bir açıklık getireyim isterseniz, örgüt adı ya da kod adı olmadığını, Yıldız benim kızlık soyadımdır, mesleğe o isimle başladım Müyesser Yıldız kızlık soy ismi olarak nüfus cüzdanıma da özel işlettim problem olmasın diye. Müyesser ismim, Yıldız kızlık soyadım, Uğur resmi soyadım.


SUÇ ALETLERİMİ GETİRDİM

Efendim suç aletlerimi getirdim, ( 100 Yılın Hesabı- Türk’ü Tasfiye Projesi ve Yılan’ın Kış Güneşi isimli kitaplarıyla elindeki tükenmez kalemlerini gösterip ) şu bir bomba , şu bir Molotof cezaevinde ürettim efendim, şunlar da silahlarım bunları bilginize sunuyorum. Şunu özellikle getirdim. 2009’da yayınlandı bu kitap, ben Oda TV’de yazmıyordum o zaman . Polisler evime geldiğinde bu kitabın basılmış hali varken bilgisayar çıktısına el koydular. Çok merak ettim, ya işte basılmış hali var neden bilgisayar çıktısını alıyorsunuz. Yüzlerce sayfayı oturdum ben tek tek imzaladım, neden? Polis acaba metne bir ekleme yapar mı? Acaba mesela şöyle bir şey koyarlar mı? “ Nedim Müyesser’i çalıştırsın “ ( Gülüşmeler ) Şimdi Emniyet Teşkilatımızın, (Emniyet teşkilatının bir mensubu olmaktan gurur duyuyorum eşimden dolayı) Emniyet Teşkilatımızın resmi bir kurumumuzun bu hale düşmüş olması içler acısıdır, ona dikkat çekmek için bunu dile getirdim. Siz de öğrenebilirseniz çok sevinicem, hakikaten taslağa niye el koydular kitap çıktığı halde.

Efendim şunun ne olduğunu birazdan izah edicem. Burada da önemli bir suç delili var.

Kusura bakmayın 50 yaşına 2 kala hayatımda ilk defa terörist olduğum için heyecanımı yadırgamayın kastı aşan bir şey olursa anlayış göstereceğinizi umuyorum. 12 Eylül gibi bir dönemde üniversite öğrencisiydim terörist olmadım bu yaştan sonra terörist olmak hakikaten koydu.

NİYETİNİZ NEDİR ?

Öncelikle mahkemenize yönelik yani mahkemenizin tüzel kişiliğine yönelik bir eleştirim var efendim, şahıslarınıza değil. Ben iki tane dilekçe verdim cezaevindeyken. Birisi ek klasörlerin yayın yasağı hususunda, çok şükür ek klasörlerde beni mahcup edecek herhangi bir şey yok. Alnım açık. Ve belki inanmayacaksınız, savcılığın bana gönderdiği ek klasörler CD’sini zarfından dahi çıkarmadım. Sadece benimle ilgili olan kısmını eşimden rica ettim, onların çıktısını getirdi. Ne var acaba hangi suçları işlemişim diye baktım, onun dışında insanların özel hayatına tecavüz olacağı, bunu kendime yakıştıramayacağım için geri kalanda ne var ne yok hiçbir şey bilmiyorum. Bu yayın yasağını kendim için talep etmiyorum ben, insanların özel hayatı İMKB’ye sunulmasın diye istedim. Mahkemeniz talebimi bundan 2-2,5 ay sonra burada karara bağlamaya çalıştı. İş işten geçmişti, herkesin eline geçmişti artık. O yüzden vazgeçtim bu talebimden.

İkincisi efendim, bilgisayarımdaki o virüslerle ilgili bilirkişi raporu ODTÜ’nün. Bunu bizimkiler bir hafta sonu sonuçlanmış, almışlar, bir Pazar günüydü avukatım heyecanla cezaevine geldi. Ben Pazar günü avukat beklemediğim için anneme bir şey olduğunu düşündüm, çok heyecanlandım, çok korktum. Ve eyvah annemi kaybettim ben diye çıktım. Meğerse bilirkişi raporu çıkmış, haklı olarak heyecanlanmışlar, zaten virüs olduğunu az buçuk biliyorduk . Hemen dilekçe verdik Pazartesi günü. Üzerinden 2,5 ay geçti sayın başkan şimdi bir 2,5 ay daha bekleyeceğiz. 1 dakikalık yatmamı gerektiren bir suç olmadığı halde. En temel iddia o virüslerdi bilgisayarda bulunan. Bu dikkate alınmamış. Biz 2,5 ay 3 ay daha bekliyeceğiz, bundan üzüntü duyuyorum.

Adalet mekanizmasının hızlandırılmasından söz ediliyor. Ben elimden geleni yaptım adalet mekanizmasının hızlanması için. Yani kanun değişikliği vs . meselesi değildir bu. Ya da zihniyet meselesi değildir. Niyet meselesidir, niyetiniz nedir? Daha uzun süre cezaevinde tutmak mıdır?


NURİ ALÇO GİBİ

Efendim devlete sızmış 3-5 virüs var. İyi çocuklar seçilmiş, aranmış bunlar. Ben bunlara Nuri Alço diyorum. Bilmiyorum yaşınız hatırlamaya yetiyor mu? Nuri Alço’nun filmlerini bilirsiniz, iyi aile kızlarının gazozlarının içine ilaç atarlar, sonra kötü yola düşürürler. Bizim bilgisayarlarımıza bu iyi çocuklar, bu Nuri Alçolar virüs attılar. Çok şükür Silivri’ye düşürdüler ama kötü yola düşüremediler. Biz hala gazeteci oğlu gazeteciyiz. Onlar ne derlerse desinler.

Keşan Müftüsü çok iyi bir ölçü koydu, “ Adam olan bacadan girmez “ dedi. Ki bunu kimin için söylüyor, hediye getiren Noel Baba için söylüyor. Düşünün hediye getiriyor ama bacadan girdiği için adam değil diyor. Şimdi sizin bilgisayarlarınıza giriyor bu insanlar, bu virüsler bunlara ne denir acaba, 2 veya 4 ayaklı mahlukat ismi ben bulamadım, onu da Keşan Müftüsüne havale ediyorum.

Saatlerdir hukukçular bilirkişi gibi virüsleri açıklamaya çalışıyor. Herkes işini gücünü bıraktı onlarla uğraşıyor. Ben bilgisayardan anlamam bilgisayarı daktilo gibi kullanırım. Yazımı yazarım bir de mail atarım o kadar. Başka bir işim olmaz. Ama hukukçular işini bırakmış bunlarla uğraşıyorlar.

İFTİRANAME Mİ KÖTÜ BİR SENARYO MU ?

Ben savunma yapmıyorum. Sizinle dertleşmeye geldim. 10 ay sonra huzurlarınıza çıkmanın heyecanıyla geldim. Bir de sizin bu göreve yeni gelmenizden duyduğum saygıdan dolayı . Yoksa burada savunulacak bir şey yok. Üç buçuk sayfa yer tutuyorum iddianamede. Sayfa başına 100 gündür yatıyorum. Ve dediğim gibi 1 dakika yatmamı gerektiren bir durum yok. Olmayan bir örgüt, hukuken varlığı isbat edilememiş bir örgüt. Olmayan bir örgütün, olmayan medya kolu olarak işlemediğim bir suçu ispat etmeye çalışıyorum. Günlerdir size de yazık. Bilmiyorum artık algılayabiliyor musunuz anlayabiliyor musunuz? İnanın ben bile koptum belli bir noktadan sonra.

Niye buradayım?

Yılmaz Özdil, Bekir Coşkun bir benzetme yaptılar, “ Göbeğini Kaşıyan Adam, Bidon kafalı “diye. Kıyametler koptu, siz halkı nasıl aşağılarsınız diye. Şimdi şu iddianame hepimizi bidon kafalı yerine koyan bir kağıt yığınıdır. İddianame bile diyemiyorum.

İftiraname diyeceğim ayıp olur, senaryo diyeyim. Kötü bir senaryo, çok kötü bir senaryo. Niye bunu söylüyorum: Yalçın Hoca başlangıçta dedi ki bu iddianamenin bir TC’si doğru, bir de sonundaki imza doğru. Benim açımdan en azından benimle ilgili kısım için söylüyorum, sonundaki imzanın bile doğru olduğundan şüphem var. Neden? Benimle ilgili ilk delil 2007’ye ait bir telefon konuşması. Yani Oda tv’de değilim, hiç bunlar yok, soruşturmalar yok. Daha önemlisi bu 2007 telefonu benim Sayın Zekeriya Öz’ü dava ettiğim telefon konuşması. Davalık olmuşuz, benim hasmım davamız görülürken beni gözaltına aldırmış, tutuklatmış. Dava ben cezaevindeyken bitti ve kazandım. Özel hayatıma girip, ki o zaman ben o davada hiçbir şey değilim. İşte bu ek klasörlerde yayınlanan şeyler. Bir gün mahkemeler, savcılar bunların altından nasıl kalkacak. Gerçi sizler ödemiyorsunuz artık Adalet Bakanlığı ödüyor ama neticede davadır. Özel hayatın gizliliğini ihlalden bu davayı ben kazandım. Şimdi eğer bu iddianameyi Sayın Cihan Kansız yazmış olsaydı, bu dava konusu olan ki Zekeriya Öz ifademi alırken kendisi de biliyor ben de biliyorum hasım olduğumuzu . Bu iddianameye girmemesi, Cihan Kansız ve bu iddianameyi kabul eden mahkemenin “ dava konusu olan telefon konuşmasının ne alakası var “ demesi lazımdı.

Hiç olayla ilgisi olmayan bir şahısla konuşmam var. Ne örgüt liderleriyle konuşmam ne de diğer örgüt elemanlarıyla konuşmam yok. Tırnak içinde söylüyorum.

Hele ki bir milletvekili A.İhsan Köktürk benim bilgisayarımda bulunan virüs ile ilgili bir soru önergesi verdi İçişleri Bakanına cevaplandırılmak üzere. “ O virüsler Emniyette mi yüklendi? “ diye sordu. Soru önergesine cevap daha Ankara’ya ulaşmadan bir gazetede yayınlandı. Yani görülüyor ki, artık bakanların soru önergelerine cevap gazete bürolarında hazırlanıyor Sayın Başkan. Onun için ben bu iddianamenin Beşiktaş Adliyesinde hazırlandığından da ciddi şüphe içerisindeyim. Ve iddianamenin altındaki imza ıslak imza mı, kuru imza mı onda da tereddüdüm var.

1978-79 yılında liseyi birincilikle bitirdim. 78-79. Herkes benim parlak bir fakülteye girmemi bekliyordu; gazeteciliği seçtim, yani taammüden gazeteci oldum. Ve 30 sene sonra taammüden terörist olmuş oluyorum.

Bizim bir dersimiz vardı efendim . Film Teknikleri diye bir ders. Senaryonun yazımını öğretirlerdi. Gerçi televizyonculukla pek ilgim yok ama. Az buçuk aklımda kalan 30 sene öncesinden . Çok iyi bir hocamız vardı. Süha Arın rahmetli. Şimdi geçenlerde Pensilvanya’daki bir büyüğümüz Muhteşem Süleyman dizisini yerden yere vurdu haklı olarak. Dedi ki gerçeklerle bağdaşmıyor. Şimdi bir film, senaryo ne kadar uyduruk da olsa hayatın gerçekleriyle bağlantılı olmalı. Şimdi siz Kanuni Sultan Süleyman’la Hürrem Sultan’ı cep telefonunda konuşturamazsınız. Ya da ne bileyim Predatörlerle savaştıramazsınız. Bugünün şartları, kıyafetiyle oynatamazsınız.

Şimdi senaryoda senaryo tekniğine ne kadar uygunluk var onu ele almak istiyorum. Başlangıçta bana biçilen role itirazım var. Yaşıma başıma terörist olmak uymuyor. Çoluk çocuk sahibi bir kadınım. Rol yeteneğim hiç yok. Yani gel şurda teröristi oyna deseler beceremem. Hele PKK’lı rolünü Nobel verseniz, Oscar verseniz yine oynayamam.

Şimdi yanlış anlamasın hiç kimse. İklim Hanım başrollerde. İklim Hanıma yöneltilen suçlamalar benimkinden fazla. Ben 2 madde ile suçlanıyorum onun ki daha fazla. İklim Hanım tutuksuz. Normali de bu zaten . Ve ben 10 aydır tutukluyum. Şimdi seyirci soracak. Sordular da zaten. Şimdi elit seyircimiz var, hukukçular var, dışarıdan yabancılar var filan yani. İnsanların kafalarında soru işareti doğacak bu senaryo ile ilgili “ Müyesser niye tutuklu da işte İklim tutuksuz “. Soruyorlar işte. Ben de soruyorum bu soruyu.


DİĞER OYUNCULARLA ADLİYE’DE TANIŞTIM

Biz oyuncular ne zaman tanıştık. 22 Kasım’da buraya geldiğimizde aşağıda garajda tanıştık.Yani bir uyum sağlayabilir mi, sahneye çıktığımızda frekansımız tutar mı?

Bakıyorum, Soner Yalçın’la hayatımda 1 kere telefonla konuştum. Babamı kaybetmiştim,başsağlığı için aradı. Barış’larla çok telefon konuşmam ve çok mailim var. Niyet sorgulaması dedim ya. Keşke mesela iddianameye konsaydı, iddianameda benle ilgili bakıyorum bu olayla hiç ilgisi olmayan 2 bayan arkadaşımın telefonları var,telefon konuşmam var. Barış’larla mesela yazı yazmışım, göndermişim işte, tanışmıyoruz, hiç tanışmıyoruz. Telefonda hatta Barış’lar diyor ki bana “ İstanbul’a gelseniz de bir tanışsak“ diyorlar. Şimdi iyi niyetli bir makam bu telefonları da koyar. Yok. Ya da Soner Yalçın’la kaç kere görüştüğümü koyar. Mesela örgüt lideriyle görüşmez mi oyuncu, oyun oynuyoruz ya.

Yalçın Hoca ile bir kere tanıştım. Kitabım demin gösterdiğim şu kitabı yayınevinde basabilir miyiz diye. Hoca bana çok güzel bir Selanik kurabiyesi ikram etti anlaşamadık o kadar. Defterimin köşesinde Yalçın Küçük’ün telefonunu bulmuşlar. Yalçın Küçük’le tanışmam o.

“ ONLAR GAZETECİ DEĞİL TERÖRİST “

Türk hukukuna, evrensel hukuka göre terörün, teröristin tarifi belli. Silahlı olması lazım Hiçbirimizden silah çıkmadı. Bir bıçak olsa bari. Mesela benim evimde bıçak var, iyi de bıçak kullanırım, çünkü iyi yemek yaparım. Polisler eve geldiler,doğrudan canlı bomba gibi bilgisayarın üstüne atladılar. Dediğim gibi bıçak var bıçak alın ya da eşim benim emniyet mensubu. Onun silahını alın. Yani 30 küsür yıllık polis, 20 küsür yıllık karısının terörist olduğunu anlayamamış, Emniyet teşkilatı onu istihdam etmeye devam ediyor, devlet açısından içler acısı. Bu kadar dünyadan bihaber, onun silahını alıp pekala cinayet falan işlemiş olabilirim mesela. Söz konusu terör örgütü dediğimiz tabir evrensel standartlarda da Türk yasalarında da çok açık: silah olacak, şiddet olacak, cebir olacak, tehdit bile saymıyoruz. Tasarıda tehdit vardı tehdidi çıkardılar.

Biz hem teröristi oynayacağız, hem savcının görevini yapacağız,savcıya diyoruz ki ne olur şu sözde belgeler nereden nasıl geliş baksanız. Biz koşturuyoruz üniversitelere ben savcının işini yapıyorum, savcı hakimin işini yapıyor. Peki hakim ne yapıyor, o Yargıtay’a gidiyor. Böyle karmakarışık,rollerin karıştığı bir süreç yaşıyoruz. Hakikaten işin içinden çıkamıyorum.

Bu senaryoda en önemli yanlış da şu : Bir filmin, bir oyunun ilgi çekmesi için bir heyecan verilir, sonu merak edilir. Biz daha sahneye çıkmadan hem filmin yapımcıları, hem sponsorları “ Siz onların gazeteci olduklarını zannediyorsunuz,onlar filmin sonunda terörist çıkacak diyor.Yani Ankara’dan ağzını açan “ONLAR GAZETECİ DEĞİL TERÖRİST“ diyor. Mahkemeniz de zan altındadır.

KÖHNE HUKUK- İLERİ HUKUK

Yeniden senaryoda bana biçilen role dönüyorum; çok geri zekalı bir rol biçilmiş bana. Neden? 14 Şubat’ta bu operasyonun birincisi yapıldı, yani Soner Beylerin alındığı operasyon. 2 gün sonra gazeteler, Oda TV’nin bilgisayarlarında bu sözde talimatların bulunduğunu yazmaya başladı. Ben de bunları okuyorum gazetelerden. Hatta okumakla kalmıyorum. Avukat Tugay Topbaş’ı arıyorum , (Barış’lar yeni evli çocukların eşlerinin bir şeye ihtiyacı olabilir mi ben ne yapabilirim) diye. Sonra, “ne bu talimat malimat dosyadan çıkan” diyorum. Bari savcı bu konuşmaları çıkarsın. Yani gazeteler günlerce yazıyor , ben o bilgisayarı yok etmiyorum. Zekeriya Beye bunu söylediğimde, şunu söyledi. O da bilgisayar uzmanı ya “ Siz onu yok etseydiniz de biz geri getirirdik.” Onu ben de biliyorum herhalde. Bilgisayarı da mı kıramazdım. Evde eşimin, oğlumun bilgisayarları var. Ama zaten polis neyi bulacağını biliyordu. Bakın o kadar iyi biliyordu ki en önemli delillerden biri cep telefonudur değil mi? Benim cep telefonuma el koyma kararı almayı unutmuşlar. Öğleden sonra hatırladılar. Zekeriya Beyle görüştüler, Zekeriya Bey de yazı gönderdi. Zekeriya Beye ben ısraren şunu söyledim, o bahsi geçen bilgi belge neyse sizden şunu istirham ediyorum, velev ki onlar benim. Bunlar hangi yolla geldi, uçaktan mı attılar, bir maille mi geldi, evime mi bıraktı birisi nedir nasıl geldi? Hangi tarihte geldi? Kimden geldi? Onları söyleyin bana. Zekeriya Öz, “ Aşağıda mahkemede öğrenirsiniz “ dedi. Aşağıya mahkemeye indim, aynı şeyleri sorup, Zekeriya Bey burada öğreneceğimi söyledi dedim. Hakim Bey iyi niyetli sayfa sayfa sayfa aradı ve “ böyle bir bilgi yok “ dedi.

Özetle ortada olmayan bir suçu kabul etmiyorum. Fakat çok gayri hukuki, gayri kanuni, gayri vicdani bir süreçle Ankara’dan buraya getirildiğimi biliyorum, bunun hesabının sorulmasını istiyorum. Gazeteci dokunulmaz değildir. Neydi bizim köhne hukukta; gazeteci yargılandığında en fazla sorumlu yazı işleri müdürü de gider ifadeleri alınır neyse. Bir büronun toptan terörist olarak alındığı bir dava ilk kez yaşanıyor Türkiye’de. Eğer bu savcıların ve polislerin gözüyle bakarsak, bu mantığa göre, Türkiye ‘de veya dünyada bütün gazete büroları terör ofisidir, terör merkezidir. Keşke bu davanın müştekisi Nazlı Hanım buraya gelmiş olsaydı, Nazlı Hanımla çok uzun yıllar çalıştım. Ekip olarak yaptığımız haberleri düşünüyorum da şu mantık olsaydı CIA da, El Kaide de bize bağlanırdı. ANAP iktidarına karşı, rahmetli Turgut Özal’a karşı gazetecilik yaptık Nazlı Hanımın yönetiminde. Rahmetli Turgut Bey beni hapse tıktırmadı, dava bile açmadı. Ha beni işten attırdı, sonra Tercüman’ı da batırdı ayrı. Ama insanların özgürlüklerini elinden almadı.

Şimdi o köhne hukuk yine uygulanıyor. Kime uygulanıyor? Yandaş ve candaş medyaya. Onlara dava açılıyor, gidiyorlar ifadelerini veriyorlar… Neden? Bitmemiş davalarda insanlara yargısız infaz yaparsanız, gazete manşetlerinde idam sehpaları kurarsanız hakimler savcılar görmese dahi bu olayın tarafları, mağdurları elbetteki dava açacaklardır. Ama, “ bize dava açıyorlar, özgürlüğümüz elimizden gidiyor. “ diye bağırıyorlar. Bizim başımıza gelen nedir? Tabi her yeni uygulamada kobay seçilir. Anlaşılıyor ki biz bu ileri hukuk uygulamasında kobayız. Eğer bünye kabul ederse, herhalde diğer gazete bürolarına da yaygılaştırılacak.

“ BEN BU HUKUKU TANIMIYORUM “

Köhne hukuk, ileri hukuk kıyaslaması yapmışken Sayın Başbakanın yaşadığını örnek vermek istiyorum: Belediye Başkanı iken 4 ay hapis cezası aldı. O da, “ halkı kin ve düşmanlığa sevketmekten “ yani bazılarımızın suçlandığı madde ile suçlandı. Sayın Başbakan son güne kadar görevinin başındaydı, evi basılmadı. Mahkemeye çağrıldı, davası görüldü, Yargıtay’da hüküm kesinleşti. Cezaevine gireceği gün belli oldu ve devlet töreni ile paşa paşa gitti, Pınarhisar cezaevinde çamaşır makineli, günde yüzlerce ziyaretçili cezaevinde kaldı. Toplam 4 ay, ama hala anlata anlata bitiremiyor, “ zulüm yapıldı “ diyor sayın Başbakan. Tabii her insanın zulüm sınırı farklıdır.

Sayın Başbakan giderken birşey söyledi, “ Bu karar kanuni olabilir ama hukuki değil,ben bu hukuku tanımıyorum “ dedi. Şimdi şu iftiraname, şu dosya kanuni bile değil. Ve ben de Sayın Başbakandan cesaret alarak diyorum ki, ” Ben bu ileri hukuku tanımıyorum. “

Onun için ifade vermek savunma yapmak istemiyorum. Şimdi siz bana bilmem ne örgütünü soracaksınız. Onu görmedim, duymadım, bilmiyorum. Ama devlete sızmış bu virüsü çok iyi biliyorum. Gelin önce bu örgütü ortaya çıkaralım. Bu bir tüzel terör örgütüdür. 10 yıl, Bakanlara çok yakın çalıştım. Devlette paralel devlet olmaz. Devletin içinde devlet olmaz. Öyle bir durumda o devlet kimseye yar olmaz, çöker. Şu anda biz onu yaşıyoruz.

Bir de şu deftere bakın, ne olduğunu anlatacağım. Burada konuşulanları tümüyle satır satır not aldım. Şimdi 2-3 sene sonra polislerin evimi basması ihtiyacı hasıl olursa, bu bir suç belgesidir. Bütün “örgüt” burada. Yalçın Küçük burada, Soner Yalçın burada , Doğan Bey burada. Hiçbir araya gelmemiştik, bu defter sayesinde geldik. Deftere tarihi, yeri de yazıyorum Çağlayan Adliyesi diye. Gelen arkadaşlar kötü niyetli olurlarsa, o tarihi, yeri görmezlerse hatta hatta size gıcık kapmış, sizi de defterden silmiş olurlarsa, sizi de katarak ETÖ cülerin medya yapılanması Hakim Mehmet Ekinci’yi de kafaladılar, örgüt toplantısı yaptılar der rahatlıkla. Bu defter, bu şekilde kullanılabilir bir kaç sene sonra. Çünkü benim 20-30 yıllık gazetecilik ajandalarımdan 2000 yılına ait gazeteci isimleri bulup, -ki o zaman bakan müşaviriyim – örgüt bağlantısı kurmaya çalışmışlar. Ama buradaki insanlarla bir örgüt şeması kuramamışlar, hiçbir telefon, hiçbir mail, hiçbir şey yok. Dedim ya, Niyet önemli!..

İPİN UCUNU YAKALADIK

Şunu söylemek istiyorum; Başbakanın yatak odasının dinlendiği bir yerde hiç birimiz güvence altında değiliz, siz dahil. Bu silahın yarın hangimizi vuracağı belli olmaz. Onun için hazır bakın biz burada gazeteci olarak ipin ucundan yakaladık. Gelin bunun üzerinden gidelim. Bu devlette çöreklenmiş, bu Nuri Alço örgütünü, bu virüs örgütünü bulalım, hesabını soralım. Çünkü ben şu geride kalan 10 aylık gayri hukuki, gayri kanuni sürecin hesabı sorulmadan, burada bir savunma yapmak istemiyorum. Onların neler yaptığını ortaya çıkaralım, ondan sonra sizin bana hala soracağınız bir şey olursa başım gözüm üstüne cevaplandırırım. Ama şu anda cevap vermek istemiyorum. Sadece size saygımdan dolayı buradayım.

Silivri’deki 10 aylık zorunlu ikametimin adını koymak istemiyorum. Bunun adını koymak istemediğim gibi, hani mahkemelerin sonunda ( sayın heyetinizden şunu talep ediyorum ) derler ya ben o taleplerde bulunmayı da kendime zul addediyorum. Çünkü burada her şey A’dan Z’ye gayri kanuni, gayri hukuki,gayri vicdani. Ben bunun hesabının sorulmasını istiyorum. Geri kalanı da sizin takdirlerinize bırakıyorum efendim. Söyleyeceklerim bundan ibaret.

Son olarak bir şey okumak istiyorum. Örgüt kavramına ilişkin. Bu bana ait değil, bu kanunları, yani şu suçlandığımız CMK,TCK’yı hazırlayan, iktidara yakın Profesör İzzet Özgenç’e ait. Bu uygulamaları görünce, “ örgüt işinin suyunu çıkardılar “ diye demeç verdi. Bir de kitabını yazmış. Bakın ne diyor kitabında ;

“ Soruşturma makamları tarafından ekonomik çıkar amacıyla veya siyasi amaçla işlenen bir suçun varlığı hususunda yeterli delile ulaşılamayan durumlarda, kişiler hakkında belirtilen hedefler doğrultusunda suç işlemek amacıyla örgüt kurmak veya kurulmuş örgütü yönetmek ya da örgüte üye olmak suçlarından birini işlediklerinden bahisle iddianame düzenlenmesi yoluna gidilmektedir. Her iki uygulamanın da hukuk güvenliği ve toplum barışı bakımından büyük sakıncalar taşıdığı izahtan varestedir.

Suç olgusunun örgütle ilişkilendirilmesi Ceza Muhakemesi Hukukunda bir bakıma maymuncuk olarak işe yaramaktadır. Bireysel suçlar bakımından işletilemeyen soruşturma ve delil toplama yöntemleri, başvurulamayan koruma tedbirleri, kullanılamayan yetkiler suçun bir örgütle ilişkilendirilmesi halinde rahatlıkla işletilebilmektedir.

Suç olgusunun daha soruşturmanın başlangıcında örgütle ilişkilendirilmesi, kişilerin suça karşı korunmasından ziyade, ceza muhakemesi müesseselerinin, genel olarak toplumu izleme enstrümanları olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Unutmamak gerekir ki suçla ve suçlulukla mücadele amacı yalnız başına soruşturma ve kovuşturmada izlenen yöntemlerin meşruluğunu sağlamaz. Ceza Hukukunun amacı suçu önlemeye hasredilemez. Ceza Hukuku, kişilerin hak ve hürriyetlerini aynı zamanda devlete karşı güvence altına almaktadır. Zira, hukukla sınırlandırılamayan devlet gücü, kolaylıkla organize suçluluk enstrümanı haline dönüşebilir. Bu itibarla tamamlanmamış veya en azından teşebbüs aşamasında kalmış suçlardan soyut olarak suç işlemek amacıyla kurulmuş bir örgütün varlığından söz edilemez. Böyle bir anlayış ancak niyet okuma şeklinde tezahür eder.

Örgütten hareketle somut bir takım suçların işlendiği yargısına varılması halinde, insanlığın çok acı tecrübelerle kurtulmaya çalıştığı İTHAM sistemine geri dönülmüş olacaktır. “

Bu, bu kanunları hazırlayan, redakte eden insanın uygulamalar neticesinde çıkardığı sonuçtur.

Bilgilerinize arzolunur.

BU DAVA MAHKEMEYİ YARGILIYOR

İki hafta süren duruşmaların son günü olan 8. Celsenin yapıldığı 5 Ocak 2012 günü 16. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti ara kararı için görüşmelere geçeceği sırada yine söz alan Müyesser Yıldız özetle şunları söyledi:

- Biz gazeteciler karmaşık konuları haplaştırarak, anlaşılır hale getirmeye çalışırız. İki haftadır burada yaşananları özetlersek; Devlet içindeki birkaç virüs, kuyuya taş attı, 40 akıllı toplandık, günlerdir çıkarmaya çalışıyoruz…

- Birkaç haftalık kursla “ bilişim uzmanı “ sayılmış polislerin verdiği raporlarla tutuklandık. Ülkenin üç üniversitesinin, bilişim uzmanlarının verdiği raporlarla neden tahliye edilmiyoruz? Emniyet, devlet kuruluşu da üniversiteler değil mi?

- Nürnberg Mahkemelerinde yargıçlık yapmış Robert Jackson’un şu sözünü hatırlatmak istiyorum:

“ Mahkemeler davaları yargılar,

Ama davalar da mahkemeleri “

İşte bu dava, mahkemenizi yargılamaktadır. Arz ediyorum.




II- DİLEKÇE


T.C.İSTANBUL 16.AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA



4 Ocak 2012 günü duruşmada, “ Haksız, hukuksuz gayri vicdani ve gayri ahlâki bir süreç sonucunda 10 aylık tutukluğuma yol açan kamu görevlilerinin ortaya çıkarılıp, onlardan hesap sorulana kadar savunma yapmayacağımı “ belirtip, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundum.

Yüce Heyetiniz de 5 Ocak 2012 tarihindeki duruşma sonucunda oybirliği ile bu talebimi reddederken, “ Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunma hakkım olduğunu “ hatılatıp, Mahkemenizce bir karar verilmesine yer olmadığı yönünde görüş bildirdi.

Talebimi yeterince anlatamadığım düşüncesiyle, bazı hususlara açıklık getirmek istiyorum.

Bu davada, soruşturma aşamasından itibaren;

- Yasaların, usul esasların çiğnendiği,

- Soruşturma ve kovuşturmanın tamamen polis eliyle yürütüldüğü, hatta belki de iddianamenin dahi polis tarafından hazırlandığı,

- Sanıklar lehindeki hiçbir hususun9 dikkate alınmadığı,

- Soruşturmanın “ gizliliği “ ilkesinin sadece bizlere uygulandığı, öte yandan daha yargılama başlamadan siyasiler ve medya eliyle hakkımızda linç kampanyaları düzenlenmesine fırsat verildiği,

- Suçun eksiksiz tarifi gerekirken, “ sanal “ ve “ milli piyango “ usulü suçlarla özgürlüğümüzün gasp edildiği,

- Önce “ suçlu “ kılınıp, sonra “ deliller “ üretildiği,

Bunların da tesadüf-ihmal değil, “ taammüden “ olduğu ve kamu eliyle kasti-örgütlü bir şekilde suç işlendiği tüm açıklığı ile görülmektedir.

Mesele; bu haliyle de şahsi meselem olmanın ötesindedir. Kaldı ki bir dava açtığım için başıma gelenler ortada iken, “ Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmamın “ tavsiye edilmesi, “ adaletin “ bir kez daha o dehlizlerde kaybolmasından başka bir anlam taşımayacaktır.

Mesele ; şahsi meselem değildir. Zira ;

- Kamuoyu gerçek anlamda bir “ kara propaganda “ ile aldatılmış,

- Özgürlüğümüz haksız ve hukuksuz bir biçimde elimizden alınırken, tüm hukuk kuralları çiğnenerek, adalete güven ortadan kaldırılmış,

- Mahkemeniz gereksiz yere meşgul edilmiş,

- Hepsinden de önemlisi, bizzat AB’den sorumlu Devlet Bakanı Sn. Egemen Bağış’ın ifadesiyle bu dava ile “ devletin ayağına bir pranga vurulmuş “, bu yüzden milletimiz ve devletimizin itibarı hiç de hak etmediği biçimde ağır darbelere maruz bırakılmıştır.

Tüm bu gerekçeler sebebiyle;

Beni “ suikastçilerimizle “ birlikte yargılamanızı talep ediyorum. Bu kanunlarda da işaret edilen, yer bulan bir “ tüzel terör örgütü “ dür. Yani bize bu “ suikasti “ yapan “ örgüt “ de, “ deliller “ de bellidir.

Böyle bir yargılama, öncelikle giderek yaygınlaşan bu tür davaların ve başka insanların mağduriyetlerinin önünün alınması açısından bir içtihat ve ders niteliğinde olacaktır. Ayrıca ;

- Ceza adaletinin, doğruluk, dürüstlük, gerçeğe ulaşma ilkesine uyulması zorunluluğu yerine getirilmiş olacak,

- Yargısız infazların önüne geçilecek,

- Suçsuzluk karinesinin lafta kalmaması sağlanacak,

- Adalet gerçek anlamda tecelli edip, verilecek kararlar da vicdanlarda karşılık bulacaktır.

Bu yüzden “ suikastçilerle “ birlikte yargılanma talebimin yeniden gözden geçirilmesini, değilse bugün itibariyle 11 ayı bulan haksız-hukuksuz tutukluğumun hesabını nasıl soracağım ve gaspedilen 11 ayımı kimlerden, nasıl tahsil edebileceğim hususlarında tarafıma yol gösterilmesini saygılarımla arz ve talep ederim. 23. 01 2012



Müyesser UĞUR

(İmza )



Perşembe, Ocak 26, 2012

DÖRT DÖRTLÜK HİÇ!...

Türkiye Cumhuriyeti, bir daha değiştiriliyor!
Birinci 12 Eylül'de, ABD'nin "Bizim çocuklar" sıfatlı beş Generali değiştirmişti! Yaklaşık yedi yıl, patronlarının ta'limâtları ve kafalarına göre değiştirdikleri Türkiye'yi yönettiler! Astıklarını asıp kestiklerini kestiler!
1987'den itibâren İkinci 12 Eylül'e kadar 177 maddelik 1982 Anayasası'nın 85 maddesi değiştir/t/ildi! 24 madde de İkinci 12 Eylül'de değiştir/ti/lince, toplam 109 maddesi değişmiş bir Anayasa ve hâlâ Netekim General ve dört suç ortağının Anayasası ile yönetiliyoruz diye şikâyetler var!
1982 Anayasası'ndan değiştirilmeyen 20-30 madde kalmış! Onlar da; Siyâsi Partiler Yasası, Seçim Yasası, Dokunulmazlık Yasaları'dır herhalde! Birinci 12 Eylül'de, Beş Kişi'lik bir çeteye zorla değiştir/t/ilen Türkiye; bugün de bir başka Beş Kişi'lik İleri Demokrat Örgüt'ün, İkinci 12 Eylül Anayasal Değiştirme zorlamasına muhatap!
Birinci Beş Kişi; "Asmayıp besleyelim mi?" demişti, İkinci Demokrat Beş Kişi; "Beslemeyip asalım mı?" diyor! Önceki asıyordu; şimdiki, Ağırlaştırılmış Ömürboyu Tutukluluk'la tek kişilik hücrede, idam etmeden öldürüyor!
Türk Milleti, kaderiyle oynayanları seyretmeye devâm ettikçe, "değiştim-geliştim" diyen takîyyecilere; değişen-gelişenlere, kamera önünde "dönek, vatan hâini" diyerek saldırıp Meclis'te destekleyen eyyâmcı dokunulamazların taraftarlığıyla oyalanmaya devâm eder!
İleri Demokrasi denilen, yıllarca demokrasi diye dayatılan "sistemsizlik" adlı yönetimle belirsiz bir sona doğru, hızla gidiyoruz!
75 milyon nüfuslu bir ülkenin kaderi, Dört Kişi'nin keyfine mahkûm ve bu Dört Kişi'den biri, "Ağırlaştırılmış Ömürboyu Hapis"le adına tahsîs edilen bir adada hükümlü!
Bu Dört Kişi'den kurtulmadan, bu Dört Kişi'nin tahakkümüne, saltanatına, vesâyetine son vermeden demokrasi adlı sistemle buluşmak, hayâl bile edilmemeli!
AKP'de; "Berâber yürüdük ..." tarifi içindekiler de dahil Erdoğan'ın dediğinin haricinde kimin sözünün, söz itibârı var? Berâber yürüyenerden hangisi, Erdoğan'a karşı önce şâh'laşıp sonra; "Tarihî bir hatâ yaptım!" diye şahbâz'laşmaz?
Y-CHP'de; "Sosyalist solcu" tanımlı, "Gandi" lakaplı Kılıçdaroğlu'nu, o koltuğa getiren bir-kaç kişiden hangisi, bugün söylediğinden yarın dönmez veya değişmez?
MHP'de; -bütün ömrünü Milliyetçi Hareket'te, Ülkücü hareket'te geçirmiş olsa bile- Kimin, Genel Başkan'ın sözünün üstüne söz söyleme yüreği ve yetkisi var? "Benim için 50 ile 21'in farkı yok! Kemik sesleri duyulacak!" demokratik uyarısı(!)na muhatap oldukları ve ısrarla sustukları yazılan kimlerin sözüne, kim niye inansın?
BDP denilen; İleri Demokrasi'ye adım-adım, taviz-taviz gelinirken "açılım"larla siyâsallaştırılan ve "asla dokunulamaz" edilen bölücülerden kimin, İmralı'daki Bebek katili câni'nin vetosuna direnme hakkı veya yüreği var?
İleri Demokrasi'ye terfi ettirilmiş demokratik bir ülkede Başbakan; dindârlık adıyla holdigleşerek devleşen, trilyonlarla telaffûz edilen "dinsiz para"nın kontrolünü elinde tutan bir Cemaat A.Ş'nin Gazetesinin kuruluş yıldönümünde; "Biz manşetlerle çarpışarak bugünlere geldik! ... 'Muhtar bile olamaz' diye manşetlerin atıldığı, yargısız infazla mağdur, mahkûm edildiğimiz günlerden bugünlere ulaştık." diyor! "Bugün 9 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. İnşallah 2023'te Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yıldönümünde çok daha farklı bir yerde olacağız." diye devam ediyor!
Ve öylesine İleri Demokratik bir ülke ve öylesine demokrat bir toplumuz ki bir muhalefet partisi Genel Başkanı; "Bu ortamda AKP'nin çatlaması, dağılması kaos oluşturur!" diye muhalefet etmesi gereken Hükümet'e destek verebiliyor!
Ve bu Dört Kişi'nin atadığı kişilerin yaptıkları, yapacakları yasalarla; huzûrumuz, istikrârımız devâm ediyor ve göründüğü kadarıyla da devâm edecek!
Ya bu durumu ve yönetimi hak ediyoruz; ya da bu yönetim ve durumu hak ediyoruz! Ne bu Dört Kişi uzaydan geldi, ne de biz uzaylıyız vesselâm...
"TÜRK'E BAŞ OLAMAZ TÜRK'ÜM DEMEYEN!"
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Salı, Ocak 24, 2012

VAKUMLAŞAN TÜRKEŞÇİLİK!...

MHP Genel Merkezi önünde, mevcût Genel Başkan ve yönetimi aleyhinde, basın bildirisi okunmak üzere bir toplantı dâveti var! Cesûr bir dâvet! Davet sahibi hakkındaki önyargılar olmasa, duyulmaması mümkün değil! Duyulup bigâne kalınması da mümkün değil!
On beş senedir, çok şey yazıldı. Seven sevmeyen herkes, Başbuğ Türkeş'in net duruşunu, Türk Milliyetçiliği fikrini siyâset sahnesine taşıyışını, Ülkücülüğü bir fikrî marka, mensuplarına rütbe-ûnvan şekline dönüştürüşünü takdîr ettiler.
Tenkît edenler de bu hakkını teslîm ederek O'nun net duruşundan ve markalaştırdığı Ülkücü Hareket'ten korktular. Vatan-Millet-Devlet hâinleri, korkmakta haklıydılar!
Çünkü Ülkücü Hareketin; Birinci 12 Eylül Kıyâmeti öncesi, Emperyalist Haçlı ABD'nin ve Komunist Emperyal SSCB'nin bütün saldırılarına, Türk Milleti adına direnişlerini gözlemlediler!
Komunist ve kapitalist emperyalizmin, Beşinci Kol Faaliyetleri şeklindeki son Haçlı saldırılarını; canları, kanları pahasına Ülkücüler durdurdular! Ülkücülerin bu dirâyetini görüp bilenler, korkmalıydılar!
Ölümlerle durmamışlardı! Hapisle yıldırılamamış, îdamlarla susturulamamışlardı! ABD'nin "Bizim çocuklar"ı Netekim General ve şürekasının, "Haçlı Şövalyesi" zûlmüne teslîm olmamışlardı! Hareketin bânisi ve hâmisi Başbuğ Türkeş te kendine gönül veren Ülkücü Türk Gençliği ile birlikte yıllarca hapsedilmiş, îdamla tehdît edilmiş ama yıldırılamamış aksine daha heybetli bir halde yeniden Türk Milletiyle buluşmuştu!
Bu arada, SSCB'nin temsîl ettiği komunist blok dağılmış, Türk Milliyetçileri için muhayyel güzellikler gerçekleşirken Haçlı'nın Türk Birliği korkusu, yeniden depreşmişti!
1985'te Sovyetlerde başlatılan Glasnost ve Perestroyka Açılımı, altı yılda Sovyetlerin çöküşüyle sonlanmış; Asya'da altı Bağımsız Türk Devleti'nin daha sahneye çıkışı, yayılmacı Haçlı'nın hesaplarını alt-üst etmişti!
Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birleşik Devletleri arasındaki "Petrol Birim Fiyatı"nın dolar mı, euro mu olması çekişmesi sürerken ABD'nin Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi, Ortadoğu'da, Türkiye de dahil 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesi ve petrol paylaşımı planı uygulamaya koyuldu!
Türkiye de, Meclis dışında olmasına rağmen Devletle siyâset arasında mükemmel bir katalizörlük yapan Alparslan Türkeş gibi bir siyâset dehâsı vardı. Türkeş adlı müthîş zekânın; içerdeki politik, -yakın komşularımız ve Türk Dünyasıyla- dışardaki kimlikli diplomatik ataklarıyla ilmek ilmek örülmeye başlanan Dünya Türk Birliği Projesi, Büyük Ortadoğu Projesi'ni yutmak üzereydi! Türkeş'in; "DYP ile bir seçim ittifâkıyla en az 20 yıl iktidâra tâlibiz." söylemini hatırlıyorum! Duyan herkesi, heyecenlandırmıştı! Nasip olmadı!
4 Nisan 1997'de Türkeş gibi bir millî duayenini kaybeden Türk Siyâseti, bocaladı! Sorosçuların, Karen Fogg Çocuklarının, Dolma Kalemlerin ve -güya- karşı davranışlı NATO ve BM güdümlü Generallerin gayretleri sonucu, AKP adlı ehven-i şerre mecbûr kaldık! Başbakan, BOP Eş Başkanı oldu!
Türkeş'in ardından herkes bir şeyler söyledi demiştik. Bir tesbît vardı ki yazıldığı günden beri, beynimi kemirdi durdu!
Merhûm Durmuş HOCAOĞLU, 10 Nisan 1997'de; "Türk Milliyetçiliği, efsane liderini, Başbuğ'unu, mit'ini kaybetmiştir! Bu kayıp, eğer dikkat edilmeyecek olursa, bir 'kayıp' olmaktan çıkar ve bir vakum'a dönüşür ki bu dehşetli vakum'un yutacağı şey, -başka bir şey değil- doğrudan doğruya Türk Milliyetçiliği'nin kendisidir." demişti!
On beş sene önceki yoruma ve günümüz Türk Milliyetçiliğinin tek adres ve markası MHP'nin oluşturduğu manzaraya bakar mısınız? Korkulan gerçekleşiyor mu?...
TÜRK, TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

MAHALLEMİZİN ÇOCUĞU...

İnsanız! Eşref-i mahlûkattanız! Yaratılmışların en şereflisindeniz!
Bu yüzden hatâdan münezzeh, çirkinlikten nasipsiziz! Sözün gelişine göre çoğul yaptığımız bu tarifte, aslında hepimiz aynadaki tekili, kendimizi târif ederiz! "Varsa, yoksa ben!"lerdeyiz! Benlikte, bencillikte kendimizle bile yarışta ve yenileceğimizi hissettiğimiz anda şirretleşir, cığızlık ederiz!
Çünkü biz, yenilemeyiz! Yenilirsek kıyâmet kopar! Bizsiz dünya mı olur? Hemen hepimiz aynı iddiâda ısrarcı ama bizden başka, aynı iddiâyı yapanı tenkîtte de yarıştayız! Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin her ne yapsak bize mübâhtır ama bizden başkasına doğruyu, iyiyi, güzeli yapmak yasaktır! Yasak ne kelime: Harâmdır! Bu tenkîtlerdeki insafsızlığımız, kendimizden olanlara karşı insâfsızlığı bile insâfa getirir!
"Ev danası öküz olmaz!" der, kenâra çıkarız! Ama iyi öküzleri merâkımızda, adamların; "Koçluk kuzu, küzde seçilir." tesbîtiyle beslenip büyütüldüğünü öğrenir, şaşırmayız bile!
Şarkıcılar, türkücüler, artistler, topçular, müteahhitler, beceriksiz doktorlar, iki-üç dikişli kaşar öğrenci icâzetli mühendisler, başka partilerden milletvekili, genel başkan yardımcısı, genel başkan olabilirler! Başbakanlık, bakanlık yapabilirler ama eğer bizdenseee!...
Biz mücâdele ederken o, şarkı-türkü söyleyip kıç sallıyordur! Biz savaşırken o, kısa şortla top oynuyordur! Biz ölüp öldürürken o, hakedişlerde sahte evraklarla devlete kazık atıyordur!
Ama hiç birimizin sesi, şarkı-türkü söyleyecek güzellikte değildir! Hepimiz seçer, elbise giyeriz ama hiçbirimiz terzi değilizdir! Hepimiz bir takımın fanatik taraftarıyız ama çoğumuz topa elimize almadan tekme atamayız! Çoğumuz kendimizden başkasına yaramayız!
Bunları niye mi söylüyorum? Canımı, benim kadar sıkmaya kimsenin gücü yetmiyor da ondan!
Bizden saymadığımızı; bizim sevdiğimizi sevmeyen, bizim sövdüğümüze sövmeyen asla, kat'a bizden değildir ve eğer bizden değilse; iyi olma, doğru olma, güzel olma şansı, yoktur! Bizden olanlara gelince de; "Ev danası öküz olmaz!"
Ne diyoruz? Ne diyorsunuz kardeşim?
Allah'tan belâ mı istiyoruz? Bizi; Allah ile, dîn ile, mezhep ile, tarikât-cemaat ile, millet-milliyet ile kandıranlar illa ötekilerden mi olmalı?
Duymuyor muyuz? Duymuyor musunuz?
Bir delikanlı çıkmış; "Mahallenin çocuğuyum!" diyor!
Duyuyor musunuz, bir Mahalle Çocuğu çıkmış; "Bir kardeşimin ölümündense dünyânın yanmasına râzıyım!" diye nârâ atıyor!
Duymuyor musunuz, bir Mahalle Çocuğu çıkmış; "Kaza yapan araba suçlanamaz! Şöföre bakmalıyız!" diyor!...
Bir Mahalle Çocuğu; "İdamı geri getiririm! Teröristlikten ceza alanı, cezasını bitirdikten sonra kimliğine el koyarak sınırdışı ederim! Çatışmada gebertilen teröristi asla kimseye vermem, gebertildiği yere gömerim! İdam ettiğim suçlunun mezâr yerini, kimseye söylemem!" diyor.
Bir Mahallemizin Çocuğu; "Ülkemin sınırları içinde Türk ordusu ve Güvenlik Güçleri mensuplarından başka hiç kimsenin üniformayla gezmesine izin vermem!" diyor!
Bir Mahallemizin Çocuğu, enerjiyi ilk ve en önemli mes'ele sayarak; enerjide, ekonomide, eğitimde, dinde-diyânette, yeniden inkîlâp derecesinde çâreler sunuyor!
Duymuyor muyuz? Duymuyor musunuz?
Duysam ve duysanız şaşardım!
Çünkü konuşanın, gerçekten Mahallemizin Çocuğu olduğunu biliyoruz! Eskiden büyükler, mahallenin çocuklarına sahip çıkardı! Ama bugün; "Ev danası öküz olmaz!" Allah kahr'etmesin!...
TÜRK, TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Ocak 22, 2012

ÜLKÜCÜLER NEREDESİNİZ?

"Öldün mü ey gençlik? Eğer öldünse haber ver! Onlara hicviye yazan kalemim sana da mersiye yazsın! Yahut ölmediğini ispat et ki, sana olan büyük îmânım sarsılmasın ve sana olan destanım boşa gitmesin." Arif Nihat Asya
Ey Türk Gençliği!
Bir zamanlar problem olanlar ağabeylerdi; öldüler, azaldılar, unutuldular! Kendilerini dünyanın merkezi sayanlar, kendilerini dünyayı boynuzlarında taşıyan "tağut" zannedenler, hayvan pazarlarında siyâset cambazlarınca alındılar-satıldılar!
"Ekerken yok, biçerken yok, harmanda kardeş" ler; buğday ithâl edecek kadar değişip gelişen 'Haçlı Müslümanlar'ın ithal buğday silolarında bekçiliğe râzı oldular!
Av köpeği misâli, tüfeklinin yanında durmayı akıllılık sayan "kahverengi burunlular", bir daha ölüm gelince komşuya attılar!
Kanla canla vatanlaştırılmış, "Evimizin evi" vatanı sahneleştirdiler! Shakespeare'den bir oyun oynasalardı; "İktidar dalkavukluktan hazzetmeğe başladığında, şeref ayaklar altında kalır." diyebilirlerdi rol gereği de olsa!...
ABD senaryolarını, AB senaryolarını, Haçlı senaryolarını oynuyorlar ve sahnede Haçlı Müslümanlar, Sosyalist solcular var!
Nerdesiniz Ülkücüler? Bu sefer trübünlere sizi mi çıkardılar? Onlarca yıl Karaoğlan'ın seyirciyi sahaya indirmek tehdîdiyle sahnelenen oyunun yeni perdesinde, seyircilik rolü size mi düştü?
ABD'nin 'Bizim çocuklar'ı, yeniden darbe mi yaptılar?
Özal'lı dönemleri mi yaşıyoruz yeniden?
Osman Yüksel'lerin, Necip Fazıl'ların açtıkları gedikten aramıza sızarak; "İslâmi Cihâd'ın, bizler tesbîh tutan, kalem tutan elleriysek ülkücülerde silah tutan elleridir!" diyen dinci liberallerin; şimdi hangi sahnelerde, hangi rollerde olduklarının farkında mısınız?
Onar yıllık aralarla, on yıl önceki kahramanların hainleştirildiği, hainlerin kahramanlaştırıldığı yeni sahneye, yeni hain kahramanların hazırlandığı, demokrasi tramvayının farkında mısınız?
"Sabah rüzgârıyla gelen, akşam rüzgârıyla gider." miş! Dervişin fikriyle örtüşen zikrini görüyor musunuz? Yandaş medya'yı kabullenerek "candaş ve yoldaş medya" diye yeni hedefler işâret edildiğinin farkında mısınız?
Bu Haçlı Müslümanlara; "Sabah'ı kime, Akşam'ı kime verdiniz? Sabah-Akşam, kimlere neler söyletiyorsunuz biliyoruz!" diyen çıkmaz mı?
CHP'yi yeniden "Sosyalist sol"la buluşturan, 'Kaliteli sosyal demokrat'ın; "... o dönemde de siyasetin içindeydi ve aktifti. Ülkücülerin ağabeyiydi. Ancak farklı fikirlerde olmamıza rağmen herhangi bir tartışmamız hiç olmadı." tarifiyle; bebek katili, İmralı'daki çukurun, CHP'yi sosyalist solla buluşturan Gandi'ye methiyesindeki denk gelmeyi, tesâdüf saymazsınız değil mi?
Neredesiniz Ülkücüler?
Trübünde bile olsanız, trübün önderliğini başkalarına bırakmazsınız değil mi?
Nizâmiye Medreseleri'nden Nizâmülmülk ve Hasan Sabbah'ın yetişmiş olduğunu unutmayarak, aynı oyuna bir daha düşmeyiz değil mi? Yeni Alamut Kalelerine, yeni Hasan Sabbahlara karşı tedbîrimiz ve yeni Nizamülmülk'ümüz vardır değil mi?
Yeni Hasan Sabbahların; sınır bekçisi 'assasîn'i, yeniden 'haşhaşin' etmelerini bir daha izlemez, aynı tuzağa bir daha düşmeyiz değil mi?
Allah aşkına neredesiniz? Ses verin! Ses verin ki Arif Nihat'lardan aldığımız feyizle yeni destanlarınızı birlikte yazalım!
Yoğurda çok mu üflüyorum, çok mu evhamlıyım Allah aşkına? Ey Türk geçliği, neredesiniz?
TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ!
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN