Pazar, Ağustos 06, 2006

HIRLAMANIN NE GEREĞİ VAR?!...

Sevilen ve korkulan insanların, dedikoduları çok yapılır.
İkisine de güç yetmez çünkü!...
Birinden korkulduğu için güç yetmez. Diğerini incitmekten korkulduğu için güç yetmez!...
İkisi de korku aslında ama ne kadar farklı olduklarını anlatabiliyor muyum?
İki kişiden de korkulur; birine güç yetmediği için, diğerini incitmekten korktuğumuz için...
Ne kadar farklı, ne kadar birbirine yakın ve ne kadar birbirinden uzak duygular...
İnsan olarak, insanlık olarak bu birbirine çok yakın ve birbirinden tamamen farklı duygular arasında bocalayıp dururuz.
Taaaa ki en korktuğumuz ve ne kadar kaçarsak kaçalım sonunda ve zamanı geldiğinde yakalanacağımız ve tadacağımız ölüm gerçeğine kadar.......
Ölüm var!
Ölüm gerçek...
Ölüm kaçınılmaz ve kaçarsak ta, kovalarsak ta yakalanacağız ölüme ve Kur'an'ın muhteşem tarifiyle "tadacağız" ölümü...
Ölüm gerçeğini, "ölümü tatmak" diye tarifleyen Allah(c.c.) hükmünü düşünelim istedim...
Tad, lezzet, tadına bakmak, tadmak...
Bu kavramların içinde korku yok! Korkmak ve korkutmak yok!... Ama korkulur ölümden ve öylesine korkulur ki, hatırlamamak adına dedikodusu bile yapılmaz ölümün!...
Oysa Hz.Peygamberimiz(s.a.v)'in; "Günde 17 kez ölümü hatırlayanın kabir azabı hafifler." dediğini hatırlarım. Elbette hatırlayanın, hatırlatması da gerekir diye düşünürüm...
Mesela; ataların, "Ölmek, ölmek!... Hırlamaya ne gerek var?" şeklindeki -muhteşem ve kafa tutar gibi görünse de- teslimiyetini hatırlarım...
Yine bir ölüm şekli olan şehadetin tarifinde; "Onlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler..." mealindeki Ayet-i Celile'yi hatırlarım...
Demek ki ölmek var, ölmek var!...
Birinde ölümü tadarak, lezzetine vararak şehid olmak, diğerinde korkulmasına rağmen yine tadarak yine acı lezzetini hissederek ölmek var...
Tadlardan birbirinin zıddı olan iki tad var; acı-tatlı...
Ölümün acı ve tatlı tadını tadmak; illaki İlahi buyruğa göre olacaksa da, bu tadlar arasındaki tercihi kendimiz yapabiliriz diye düşünürüm...
Peybamberimiz(s.a.v)'in; "Aguşunu açarak" beklediği bir ölümü yani ölümün tatlı tadını tadmak veya, korkudan ödümüz patlayarak ölümün acı tadını tadmak elimizde midir diye çok düşünürüm...
Ve her ölümü hatırladığımda varlıklarıyla müftehir olduğum Şehit arkadaşlarımı hatırlar, bir Fatiha gönderir ve Rabb'im'den beni de onlara yoldaş etmesini niyaz ederim...
Aldığım her nefeste, verdiğim her nefeste hızla yaklaştığım mukadder akıbetimden dolayı -tanımakla müftehir olduğum- şüheda arkadaşlarımı kıskanırım...
"Yatağında ölmeyi hatırından sök çıkar
Döşeğin kara toprak yorganındır belki kar
Sen gurbette kalırsan ben ölürsem ne çıkar
Ruhlarımız buluşur elbet Tanrı Dağı'nda.." diye ölüm tarifini güzelleştiren, muhteşemleştiren, ölüme bir vuslat havası veren Atsız Hoca'yı da kıskanırım...
"Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.." diye feryad eden Yahya Kemal'in, duygularını anlamaya çalışırım...
İki ölüm tarifi, iki farklı yaklaşım ölüme...
Birinde ölüm, vuslat; diğerinde kaçılması mümkün olmayan bir son!...
...........
Bu bir pazar muhabbeti...
Cehennem Sıcakları adı verilen, mevsim normallerinin üstündeki sıcaklardan korunmak için kendimi hapsettiğim evimde, kendimle başbaşa kalmışlığımın verdiği bir halet-i ruhiye...
"Mukadder Son" gerçeğini hep hatırlarım. Hiç unutmamaya çalışırım...
Ama Haçlı'nın gözlerimizin önünde, toplu katliamlarla gerçekleştirdiği zulüm adındaki ölümlere kafa tutmayışımızı da hazmedemem!...
"Haçlı" adı koyulan kendi ordularının, Irak'ta aptıklarına kafa tutan ABD vatandaşlarının protesto toplantılarını, görmezden geliriz, isyan ederim!...
Hristiyan Dünyası'nın hemen hemen her yerinde, İsrail adındaki, kendine devlet süsü veren en organize terör örgütünün yaptıklarını tel'in eden sivil başkaldırıları, görmezden gelmemize isyan ederim!...
AKP adındaki, bir yazarımız tarafından "Arap Kürt Partisi" şeklinde açılımı yapılan "deprem çadırı" sakinlerinden oluşmuş Hükumetimiz'in, hemen kapımızın önünde, daha dün bahçemiz olan coğrafyada ki soykırıma bigane duruşunu anlamakta zorluk çekerim...

"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürlür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbiniz2den bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır." Bakara-178-
Ayetini hatırlarım.

Allah adıyla siyaset yapanların, din ve dindarlık adıyla siyaset yapanların, bu gözler önünde pervasızca yapılan zulme, Allah(c.c.)'ın buyruklarına rağmen seyirci kalışlarını, anlamakta sıkıntı çekerim...
Nihai yani son karar, elbette Allah(c.c.)'ın ama ölümün tadını tatlılaştıracak bir şeyler yapmamız lazım gelmez mi hala?!...
Allah(c.c.)'ın farz kıldığı kısası uygulamak içinde mi "Haçlı" birliği olan, AB veya ABD'den izin almayı bekleriz?!...
Ola ki, laiklik maskesine sığınmak gibi bir yeni takıyye ile, Ayetlerden uzak duruyoruz!...
Milletimizin, atalarımız ağzıyla söylediği sözü bir daha hatırlatalım; "Ölmek, ölmek!...Hırlamanın ne gereği var?..."
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN
http://maslan.blogspot.com
tokkali@gmail.com
tokkali_53@yahoo.com
tokkali@mynet.com

Hiç yorum yok: