Perşembe, Mart 29, 2007

MİLLETİZ MİLLET...

Önümüze her gelenle kavga ediyormuşuz gibi algılansa da, birileriyle Millet adına birilerinin çekişmesi gereğine inananlardanım...
Karşıt fikirlilerin çekişmesi kadar doğal ve doğruyu bulabilme çaresi-yolu yoktur.
Millet adına, milletten siyaseten oy isteyenlere destek vermek veya onlara muhalefet etmek te aklın gereğidir. Her kesin doğrusu elbette kendini bağlar. Ama birilerinin doğrularını ısrarla savunmanın adını da fanatizm ve taraftarlık olarak öğrendik, bildik...
"halklar", "halkların kardeşliği", "halkların hakları" falan söylemlerini; bölücü zihniyetlilerden, yerli işbirlikçilerden yaklaşık kırk yıldır dinleyerek büyüdük, yaşlandık...
Şimdilerde, nasıl olduysa oldu, ne zaman olduysa oldu veya olduruldu "Milliyetçiyim" diye siyaset sahnesinde boıy gösterenlerin ağzında da bir "halk" teranesidir sürüp gidiyor!...
"Millet" bütünleyicidir beyler!...
Halk ile milleti aynı anlamı vererek asla kimse kullanamamalı, kullanmamalı...
Türk Dil Kurumu'nun sitesinden iki kelimenin de anlamına baktım. Klavyemin başına oturmadan hata yapıp yapmadığımı, bilmek istedim. TDK'nun sözlüğünden aldığım tanımları, aynen aktararark başlayayım.
Halk: Bir ülke içerisinde yaşayan değişik soylardan insan topluluklarından her biri...
Aydınların dışında kalan insanlar...
Millet:
Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu...
Önce iki tanım arasında ki farkın farkında olmamız gerek. Halk; milletin bölümleridir. Millet eğer tarihindeki özelliklerine sahiplikte kararlıysa halklarını kaynaştırıp karıştırarak milletleştirme yeteneğini göstermelidir.
tarihin en eski milletlerinden biri olan Türk Milleti'ne hiç kimsenin, konumu ve görevi ne olursa olsun "Türk halkı" diyerek küçümseme hakkı olmamalıdır. Hele "Milliyetçiyim" diye siyaset sahnesinde olanların ağzında bu kelime tanım, millete kesinlikle hakaret olarak algılanmaktadır biline...
Milletin teşkilatlanmış şekline "Devlet" deniliyorsa ki öyledir, kimsenin devleti hedef alarak, adım adım milleti yok etme çabalarının farkında olunmadığını düşünme aymazlığına hakkı yoktur...
Devletiz hamdolsun. Devlet kalmaya devam edebilmemiz için, millet kalmaya mecburuz... Milletliğimizi kaybedersek -Allah(c.c.) korusun- devletimiz kendiliğinden yok olur gider...
Tarihte kıyametlere denk badirelere kafa tutarak var olmayı sürdürmüş bir millet olarak, bu zor günleri de aşacağımızdan zerrece endişem yoktur...
Ama yetkili ve etkili ağızlar "Türk halkı" diyerek milletimi incitince; o inciticileri de millet adına incitmeye soyundum...
Milletiz! Millet kalmaya muktediriz ve millet kaldığımız sürece de devletimizi devam ettireceğiz...
tarihin en şerbetli, en deneyimli ve en teamülleri olan bir millet olarak günümüz alt-üst kimlik kompleklilerine de hadlerini meşru yollarla elbette bildireceğiz...
Çünkü bütün tazyiklere ve şuuraltı boşaltma operasyonlarına rağmen Milletiz Millet....
TEVEKKELTÜ A'LALLAH...
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Salı, Mart 27, 2007

KARŞIMIZDAKİ SURAT !...

İnsanlığımın, eşref-i mahlukatlığımın ve eksikliğimin farkında olarak bir insanım.
Eksikliğimin insanlığımdan kaynaklandığını bildiğim için de bütün Dostlarım'ın, Ülküdaşlarım'ın insanlıklarına sığınırım.
Öfkelendiğim zaman -kimseyi kimseye şikayete tenezzül edemediğimden- kendime kaçarım.
Yine kaçaklardayım Dostlar!...
Yine kendime firardayım!...
Sevgimde temennasızlığı, öfkemde bağışlayıcılığı; tarihler yapan ama asla yazmaya tenezzül etmeyen Irkım'dan, Türk Milletinin mensubiyetinden alırım.
Son elli yıldır Milletim'in reva görüldüğü haksız, hukuksuz, teslimiyetçi, yerli iş birlikçilerin hakimiyetindeki yönetimlere isyan ederek yaşlandım.
Milletimi, -haşa- Allah(c.c.)'a şikayet edemem çünkü bu şikayetin beddua olduğunu bilirim. Milletimi ancak meşru zamanlarda, meşru zeminlerde Milletime şikayet ederek uyarmaya çalışırım...
Artık ufukta falan değil, hemen yarınımızda seçim var. Millet; bir daha öfkelendiklerini cezalandırarak umut gördüğü siyasi veya siyasilere görev verecek biliyorum. Ama kimi görevlendireceği hala belli değil!...
Bazı duyarlı Dost Kalemler, -Dolma Kalemler'in inadına- "Allah aşkına bölünmeyelim." diye canhıraş feryatlar ediyor!... Bu feryadı duymamak mümkün değil... Duyup bigane kalmak ta karakterimize uymaz...
Tamam bölünmeyelim!...
Tamam bir arada duralım. Diri kalalım. İri olalım. Bu milletin; tarihin hiç bir döneminde Ülkücü Siyaset Adamı'na bu kadar ihtiyacı olmadı. Doğrudur!...
Vallahi doğrudur!...
Ben fakır de yıllardır benzer feryadı yapar dururum. Ama artık "Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık..." değiiiil !... Tüküreceğimiz yerde suratımız var!...
Ya suratımıza tükürecek ya da millet iğrenmesin diye balgamlarımızı, ağzımızda saklayacağız...
Millet meselelerine millet adına talip olan siyasilerimizde de mi teslimiyetçilik başladı diye endişelenmeye başladım!...
Bu kadar nefse esir olmanın adı, imansızlık değilse nedir? İmansız birinden Allah(c.c.)'tan korkmayı bekleyebilir miyiz?... Allah(c.c.)'tan korkmayan birinden de millet menfaatine bir şey beklemenin akılla bir ilgisi olabilir mi?...
"Rehberimiz Kur'an, hedefimiz Turan." unutulacak!...
"Ya Allah, Bismillah, Allahüekber.." diye 1971'de Malazgirt'te, gök kubbeyi yırtarcasına okuyarak ezberlediğimiz Malazgirt Marşımız unutturulacak, slogan olarak kullanılması yasaklanacak!...
İkiz yasalar'dan, Uyum Yasaları'ndan falan bahsetmeyeceğim. Ama hem Turancı olarak siyaset sahnesinde olacak hem de "Onurlu Üyelik" uyutmasıyla AB kapılarında beklenilecek!...
Olmuyor Dostlarım. Vallahi olmuyor!...
Bunları düşündükçe kendimi iknada zorlanıyorum!...
"Varlığım Türk varlığına armağan olsun." diye Türkçe kükreyen bir Anadolu Çocuğu'nun söylemini; illerdeki teşkilat görevlileri değiştirerek sloganlaştırıyorlar!... Bu erkekçe ve Türkçe haykırışın, Türk Milleti'nce duyulmasını engelliyorlar!... Vallahi bu da olmuyor...
Artık olmalııııı !...
Artık Türk Milliyetçileri, yekvücud tarifiyle bir arada durmalı...
Artık Türk Milliyetçilerinin bir araya gelişinin önünde bir parti amblemi ve isminin engel olmasına izin verilmemeli!...
İzin verilmemeli ki; zananın zağarlarından, AB aflı biri, Kars'tan; Serhad Şehrinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne kafa tutma ukalalığını gösterememeli!...
Bu zana zağarını, reklamı olmasın diye adıyla zikretmeyeceğim. Adını ağzıma alırsam ağzım, yazarsam kalemim kirleneceği için de anmam adını...
Ama bu itlafı yıllardır hak etmiş ukala bilmeli ki; ne bu Devlet sahipsizdir ne de Türk Milleti, olanlara bigane falan değildir. Millet, mer'i yasalarımızın bu ukalanın cezasını vermesini beklemektedir.
Bu aynı zamanda Cumhuriyetin Savcılarına suç duyurumdur. Hayatımda ilk kez bir muhbirlik te ben yapayım istedim!...
Çünkü artık millet te, ben de bu ukalalara dayanamıyoruz...
Bir daha hatırlatırım; öfkeliyiz ve karşımızda kendi suratımız var!... Tükürebilecek kadar nefsine hakim olanlara kolay gelsin...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Mart 25, 2007

ACILI SİYASET!...

Milliyetçiliğin; bir fikir sistemi olmadığını, belki sistemleştirilmesi mümkün olabilecek bir içdürtü olduğunu, ısrarla söyler dururum.
Yaygın ve boyalı basından seslenmediğimiz için olsa gerek ki söylediklerimize inat, hala birileri "Yükselen Milliyetçilik" duygusu ile bir partinin oyları arasında ilişki kurmaya gayret ederler!...
Yok böyle bir şey!...
Olması mümkün değil böyle bir şeyin!...
Milliyetçilik duygusunun yükseldiği, doğrudur!...
Milletin artık kimliğine hakaret edilmesinden rahatsızlığı, doğrudur!... Milletin artık mukaddesleriyle alay edilmesine, mukaddesleriyle alay edenlerce kendilerine aptal muamelesi yapılmasına itiraz ettiği, itiraz sesini gittikçe güçlendireceği, doğrudur!...
Millet, -artık- söylenmiyor!... Artık açıkça, haykırarak söylüyor!...
Dönmeyi, dönekliği, takıyyeyi, dününü inkar etmeyi ilm-i siyaset diye yutturmaya gayret eden siyaset kurnazları, her ne kadar bu millet söylemelerini duymazdan gelse de; günü geldiğinde bu Millet, kendine kulaklarını kapatanların kulaklarını sağır edecek ve aklını başından alacaktır, artık biliyorum...
15 gündür, Dostlarımdan, Ankara atmosferinden uzaktaydım.
Ailemizin üzerine çöken bir kara bulutu, Dostlarımın da gayretleriyle dağıtmaya çalışıyordum. İşe gitmek üzere evden çıkan üç yeğenim, elim bir trafik kazası yaşadılar!... En genci 22, en büyüğü 27 yaşında olan üç yeğenimden Serap ASLAN ve Sedat ASLAN -maalesef- Hakk'ın rahmetine yürüdüler!... Genç yeğenlerimin en büyüğü olan Sırrı ASLAN ise hala kendine gelmiş değil...
Bu küçük kıyamet tarifli acımızda, bendenizi ve ailemi hiç yalnız bırakmayan Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Sn. Muhsin Yazıcıoğlu'na, Büyük Birlik Partisi Genel Merkez Yöneticileri Dostlarıma, ağır yaralı olan yeğenim Sırrı ASLAN'dan ellerine tesadüfen aldıkları günden beri yakın alaka ve tedavilerini esirgemeyen AVCILAR ANADOLU HASTANESİ sahibi Dr.Hayati ARKAZ ve kardeşlerine özellike, vurgulayarak ve defaatle müteşekkirim.
Cenaze yerine bizzat gelerek, telefonla arayarak acımızı paylaşan bütün Dostlarıma, Ülküdaşlarıma da defaatle teşekkürler.
Allah(c.c.), hepsinden yerle gökler arası kadar razı olsun. Varlıklarıyla acımızı paylaşarak, acımızı yaşamamıza izin vermediler...
Bu küçük ailevi kıyamette bizleri yalnız bırakmayan Dostlarımızla da fırsat buldukça veya kara bulutları dağıtmak amaçlı, siyasi sohbetler oldu. Sayıları binleri bulan ve çoğunluğu Ülküdaşlarım ve yakın akrabalarımdan oluşan bu Dostlarda da Milliyetçilik Duygusu, şahlanmış vaziyetteydi.
Bu elim kaza ve cenaze merasimimiz, bana epeyce ikna edici bir anket yapma şansı verdi. AKP'nin takıyyeci Başkanından ve Bahçeli MHP'nin Genel Başkanından memnun olan insan yok gibiydi. Milliyetçilik duygusu şahlanmış hiç kimse AKP'ye oy vermeyi düşünmüyordu. Milliyetçiliğin ısrarla siyaseten adresi olarak tarif edilen Bahçeli MHP'nin Genel Başkanına da oy verecek milliyetçi, yoktu!...
Ve hala millet; AKP'ye alternatif olabilecek bir siyasi kuruluşu aramaya devam ediyordu.
Dilimizin ve kırık gönlümüzün gücünün yettiği kadar dikkatleri bir yere çekmeye uğraştım elbette. Tarif ettiğim kişi ve siyasi parti, yeterince tanınıyor, yeterince biliniyor ve hakkında yeterinden fazla müsbet tarif yapılıyordu ama kime oy vereceklerini sorduğumda, "Bilmiyorum! Daha belli değil!" cevabı, ezici çoğunluktaydı!...
Hayatım boyunca; "Sülalemde bir tek MHP'li olmayan yoktur." cümlemle övündüm durdum. Ama artık sülalemin çoğunluğundan fazlası MHP'li değil ama hangi partiye oy verecekleri konusunda da karar vermiş değiller!...
Millet; Türkçe düşünen, Türkçe konuşan ve Türkçe yaşayan bir ses arıyor!...
"Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türk'üm diyene..." diye Türkçe nara atan Muhsin Yazıcıoğlu'nun, ziyadesiyle ilgi odağı olduğunu ama ilgilenenlerin ne kadarının oya dönüşeceğini, henüz kestirmek mümkün değildi...
Hem teşekkür hem de milletin halini anlatabilmek için klavyemin başındayım. Kime, ne kadar, neyi anlatabildim bilemem ama gördüğüm bu idi; herhalde ülke genelinde de görülen budur diye sesli düşünmek istedim.
Günü geldiğinde, bu Millet'in kendine kulak vermeyenlerin kulaklarından tutarak sandığa gömeceğini, hissediyorum hatta görebiliyorum diyesim geliyor!...
O günü de sabırsızlıkla bekleyenlerdenim.
Sanki biraz "Acılı Siyaset" oldu ama, gördüğüm ve duyduğum bu!...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Pazar, Mart 11, 2007

ARI, SİNEK VE İNSAN...

İnsana takıldım bir kere daha, insanlığımdan...
İyinin, kötünün; güzelin, çirkinin; hainin, sadıkın insandan olduğunu bilirim. İnsana insanı ilgilendiren ve insanın tanınmasına yardımcı olan sıfatları verenlerin, insan olduğunu da bilirim.
Ve insanlığım tutar bir daha, ve insanlara sığınmak gereği duyarım bütün insanlığımla!...
İnsanın; insan olmak üzere yola çıktığı anlarını hatırlarım, çocuklarımdan...
Çocuk; insanın ana rahminden dünyaya düşüşüyle başlayan insanlık yolculuğunun yolcusu...
Yola çıktığından habersiz, yolcu olduğundan habersiz ve rehberleri de ana-baba adındaki yakın insanlar!...
Ana rahminden bebek olarak düşer dünyaya insan. İlk hedefi, çocukluktur tabi ve bundan habersizdir bebek!...
İnsanın, insanlara göre en sevimli dönemidir bebeklik. Oysa hijyen olarak, görünüm ve koku olarak en pis dönemidir bebeklik insanın.
Çocuk, bebekliği süresince kundaklanır bezlenir. Anasının memesinden nasibini alır almaz da bir önce emdiklerini necaset olarak sarındığı kundağa, beze bırakır. Yani bokludur bebek!...
Emeklemeğe, sürünmeğe başladığında da bezlenir çocuk. Hala bokludur!...
Badi badi yürümeğe başladığında da bebeklik görevine yani bokluluğuna devam eder çocuk. Ama çocuğun en sevimli dönemleri, en fazla sevildiği dönemleri; bu bebeklik süresi yani boklu devresidir!...
Çocuk; ne zaman ki bokluluktan -artık aklı kestiği için- utanmaya ve "Anne çişim geldi!" diye haber vererek kurtulmaya karar verirse artık sevimlilik dönemlerinin de sonuna gelmiştir!...
Anne-baba; artık bokluluktan kurtulmuş ve ele avuca zor gelen bir çocuk olan evlatlarının, yaramazlıklarını kontrol edebilmek, haşarılıklarına son verebilmek için cezalandırmalara başlayarak yeni bir boklu bebeğe yöneltirler sevgilerini!...
Zaman içinde büyüyerek ve bebeklikteki bokluluğuna rağmen gördüğü sevgiden epeyce uzak bir halde insanlaşır insan... Ve insan olarak ana-babasından gördüklerini hatta gördüğünü hatırlaması mümkün olmadığından iç dürtüsel olarak insanlığının gereklerini, boklu bebeğine yapmaya başlar.
Boklu bebeğine ana-babalık gereği sevgisini sunarken ve ana-babasının kendi boklu döneminde yaptıkları, kakasına üşüşen sinekleri kovma görevini, gönüllü olarak daha doğrusu iç dürtü olarak bebeğine yapmaya başlar!...
İnsansa eğer insanın bir başka görevi daha başlar. Boklu bebeğinin sineklerini hiç bir mecburiyeti yokken kovmayı iç dürtüyle yapan insan; bebekliğinde kendi sineklerini kovan ana-babasına bal taşımaya başlar.
Koku içeren iki maddeye iki uçucu böcek üşüşür. Bunlardan biri; bebeğin ve bütün yaratıkların bokuna üşüşen sinekler, diğeri çiçekten çiçeğe dolaşarak topladıkları çiçek özleriyle bal yapabilen muhteşem arılar. Arılar; hem çiçekten çiçeğe bal ham maddesi toplamak için dolaşırlar, hem de kendilerinin veya başka arıların yaptığı bala üşüşürler.
Bu iki kokuya üşüşen uçuculardan birini kovmak, her insanın görevidir. Ama bal yapan ve yaptığı balı yemek için üstüne üşüşen arıları kovmak, dünyanın hiç bir yer ve toplumunda akılla izah edilemez.
Arı, sinek ve insan...
İkisi hayvanattan, birisi ise eşref-i mahlukat olan insan.
Hayat yolculuğunda; her ömür denen sürede mutlaka bir araya gelmiş veya gelecek üçlü!...
Bu üçlüden tek akıllı olan, insan. Tek akıllı olduğu için de iç dürtüsel olarak sineği kovan da, bal yapan arıya hizmet veren de insan.
Ama bazan aynı insandan bazıları; sadece başka insanlara zarar verebilmek adına arıları da kovmaya niyetlenirler.
O zaman da benim aklım karışır!...
Sineğini kovarak, boklarını koklayarak, boklarını yıkayarak ve severek büyüttüğümüz insanın; büyüdükten sonra sineklerle beraber arıları da kovmasındaki insanlık dışı mantığı, anlayamam!...
İnsanlığın yaşadığı ve yaşattığı hangi alanı; bu üçlü ile birlikte incelemek zahmetine katlanırsak, hayatlarımızdaki sinek kovucu insanları ve arı kovmaya niyetlenen hain düşünceli insanları, görürüz...
Bütün insanlığımla, bütün insanların insanlıklarına sığınarak ve Allah(c.c.) rızası için, insanlıktan; büyüyerek sinek kovan ve bal yapan arılara hizmet vererek insanlığa bal ikram eden insanların arılarına zarar vermemelerini istemeyi düşünüyorum!...
Her kes bilmeli ve kabul etmeli ki herkesin olduğu gibi bizim de bebeğimiz, bokluluktan çıkarak çocuklaşmıştı ve artık büyüyerek bal ikram etmeye niyetli...
Bu ikram edilen balı, her kesin kabul etmesi ve tatması için yapılması gereken, -sadece ve sadece- bal ikram edecek kadar büyüyen hiç bir çocuğun bal arılarına zarar vermemektir...
Balcının arılarına zarar veren veya vermeğe niyetlenen, bilmelidir ki zarara uğrayan belki balcıdır ama kendisi de asla bal yiyemeyecektir.
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgidua...
Mustafa ASLAN

Perşembe, Mart 08, 2007

ÜLKÜCÜLER'E...-2-

Ülkücüler hakkında herkes bir şeyler yazdı, herkes birşeyler söyledi...Ülkücülerden herkes kafasına göre bir şeyler bekledi, bir şeyler istedi...
Ben de; Türk Milliyetçiliğini, siyasi hayata kazandıran ve sancağı altına topladığı Türk Milliyetçilerini -kimseye fark ettirmeden ve kimseyi incitmeden- Ülkücüleştiren otoritenin, Son Başbuğ'un ağzından nakledeceğim özdeyişlerle Ülkücülere seslenmeye niyetlendim...
"Ülkücü kimdir?
Ben'i aşarak 'Biz'i hisseden, 'Biz' diyerek nefsini kör kuyulara çıkmamak üzere atandır.Dağlarıyla, taşlarıyla, ırmaklarıyla, yollarıyla bir kara parçasını vatan yapandır. Haksızlık karşısında susmayan, davasından taviz vermeyen; korkaklığı, pısırıklığı, nemelazımcılığı lügatinden atıp çıkarandır.Hürriyet kavgasında kırk yiğitin başında Kürşad; il derleyip vatan kuran İlteriş; bilgelikte Tonyukuk, Akşemseddin; Malazgirt Ovası'nda ak kefen içinde Alparslan'dır. Bir Bozkurt silkinişiyle esaret zincirini kırandır.Ülkücü budur,Ülkücü budur,Bunun dışındakiler külli yalandır." Alparslan Türkeş
Bu tarifi, tarık Tavadoğlu'nun Son Başbuğ'la ilgili yazı dizisinden aldım. Ülküdaşlarımla, Gönüldaşlarımla, Dostlarımla paylaşmak istedim...
Yine Son Başbuğ'un tarifiyle Ülkücünün Bayrak olarak görüldüğünü, hatırladım...Son Başbuğ'un "Ülkücü bir bayraktır.Bayrağı yere düşürmeyin. Lekelemeyin.." şeklindeki tarif ve öğüdünü hatırladım..."Dalından kopan yaprağın akıbetini rüzgar tayin eder." Öğütleri de Son Başbuğ'dan mirastır...
Bunları hatırlayıp hatırlattıktan sonra daha ne söylenebilir bilemiyorum!...
Devlet olarak darda; millet olarak zorda olduğumuz talihsiz bir süreç yaşıyoruz...Bu talihsizliğin müsebbibi de biz'iz!...
Önce perakendeleştirildik, sonra sırayla yenilgilere terk edildik!... Seçilenlerin tamamını biz seçtik ve beğenmeyen de biziz!...
Sevgimizi paylaşamıyoruz!...
'Lailaheillallah.' diyoruz ve Allah(c.c.)'a öylesine sahipleniyoruz ki; -haşa- sanki kimseye Allah bırakmıyoruz!... Kur'an'ı da, Peygamberimiz (s.a.v.)'i de öylesine sahipleniyoruz ki; bizden başkalarına kalması mümkün değil!...
Yanlış yapıyoruz!... İmanımızdan başka kendimizin olan hiç bir şeyimiz yok!... Diğer ne varsa hepsi Allah(c.c.)'ın lütfü inayetiyle eşref'ül mahlukat olarak yaratılmış olan Biz'im.Hepimizin...
İnanç ta;
Bayrak ta;
Vatan da;
Devlet te;
Cumhuriyet te Biz'im!...
Ama bütün bunlar, millet kalabilirsek bizim kalmaya devam edecek!...
Trabzon'da ki, İstanbul''da ki olaylar da tabiki hepimizin, bizim!... Eğer süratle aklımızı başımıza toplamazsak; yaşayacağımız belalar da bizim!...
Bu şekilde konu mankenliğine gönüllü olmaya devam edersek korkarım çok kötü günler de bizi bekliyor!...
Van'da yüz bin kişi olarak Bayrağımız'a sahiplenen Kürt kardeşlerimizi; hainlerden, bölücülerden, Zana ve zağarlarından ayrı görmezsek, canımız yanar!... Canımızı yakan da yine biz oluruz!...
Müslüman Türk olduğumuzu; Ne mutlu Türk'üm diyene dediğimizi ve köpek bizi ısırdığında onu ısırmayacağımızı, veterinere götürüp aşısını-tedavisini yaptırdıktan sonra yalını-yemini vermemiz gerektiğini, asla unutmamamız gerek...
Isıran köpeğimiz, kuduzsa da hiç düşünmeden ve elimiz titremeden elbette itlaf edeceğimizi de birilerine hatırlatmamız gerek!...
Bu dün de böyleydi, bu gün de böyle ve yarın da böyle olacak!...
"Ülkücüyüm." diyenlerin, öncelikle bir boy aynası karşısında kendi kendilerini muhakeme etmeleri gerek!... Milletin sevgisini, yeniden kazanmaları gerek!... Milletin inandığı, güvendiği, varlıklarıyla kendini emin hissettiği erk olduğunu, hissettirmeleri gerek!...
Ve bütün Ülkücülerin hep bir ağızdan; "Varlığım Türk varlığına armağan olsun." diye kükreyen Türk Beyi'ne destek vermeleri gerek.
Çünkü Vallahi de Billahi de bu memlekete, bu devlete, bu millete "ülkücü gibi ülkücü" çok ama çok lazım!...
TEVEKKELTÜ A'ALALLAH..
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Çarşamba, Mart 07, 2007

VARLIĞIM, TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN...

Fikri şahsiyetimin oluşmasındaki katkısı yüzde doksan olan Erzurum'dan, bir kıymetli kanaat önderi büyüğümüzden dinlemiştim:
"Günün yeni ışıklarıyla uyanan tabiatla birlikte karga da uyanır. Güneşin kendine daha dolaysız ulaşabileceği, açıklık bir dala zıplar ve tüner.
Kulağına sabah sabah gelen "çat-çut" sesleriyle irkilir ve merakla bakar ki bir tavşan, bir mağaranın ağzındadır. Önüne koyduğu bir daktilo ile "çat-çut" diye bir şeyler yapmaktadır. Tavşanın ne yaptığını, karga çok merak ederek aşağı inip sormaya niyetlenir.
Tam o sırada bir tilki meydana çıkar. Sabah sabah, çok sevdiği bir av bulmanın hevesiyle sinsice tavşana yaklaşır. Tam avına atılacakken tavşanın kendisinden hiç korkmadığını fark ederek hayret eder ve sorar:
- Tavşan, ne yapıyorsun?...
Tavşan, çok kendinden emin bir eda ile;
- Bir tavşanın, bir tilkiyi nasıl avlayacağının ve yiyeceğinin yollarını çocuklarıma öğretmek için kitap yazıyorum! Der...
Cevaba tilki de ve kulak misafiri olan karga da hayretler ederler;
- Bre salak hayvan! Hiç tavşanın tilki avladığı, duyulmuş bir şey midir?!... Diye kükrer tilki. Tavşan, aynı kendinden emin edalarla;
- Erkeksen içeri gel!... Diye davet ederek mağaraya yönelir. Tilki, artık avının kaçış yolunun kalmadığına sevinerek, hevesle tavşanın peşinden mağaraya girer. İçerden hafif yollu bir mücadele sesi falan gelir. Ve kısa sürede ses kesilir. Karga meraktadır.
Biraz sonra tavşan, mağaradan üstünün başının tozlarını silkeleyerek çıkar ve yeniden daktilosunun başına geçer.
Kısa bir süre sonra bir çakal peyda olur. O da sabah sabah tam ağzına layık bir av bulmanın hevesi ve iştahıyla tavşana doğru atılır. Tavşan, yine aynı kendinden eminlikle daktilosuyla meşguldür. Çakal da hayret ve merakla tavşana yaklaşarak;
- Ne yapıyorsun? Diye sorar.
- Bir tavşanın, bir çakalı nasıl yiyeceğinin yollarını öğrensinler diye, tavşanlara bir kitap yazıyorum!... Der. Çakal da hayret ve hiddetle;
- Be salak hayvan! Hiç duyulmuş mudur böyle bir şey?!... Diye sorar. Cevap aynıdır;
- Erkeksen içeri gel!...
Çakal da tavşanın arkasından heves, hiddet ve iştahla mağaraya dalar. Karga, meraktan ölecek gibidir. Bu sefer mağaradan daha kuvvetice bir çekişmenin sesleri gelir. Mağaranın ağzından dışarı tozlar çıkar. Ve biraz sonra ses-seda kesilir. Tozların arasından yine tavşan görünür!...
Üstünün başının tozunu silkeleyerek yeniden daktilosunun başına geçer.
Meraktan çatlayacak hale gelen karga, artık dayanamayarak sessizce süzülür ve mağaraya girer.
Çakalın kemikleri ve derisi bir tarafta, tilkinin derisi ve kemikleri bir taraftadır. Mağaranın dibinde ise karnı doymuş aslan, yan üstü devrilmiş ve dişlerini temizlemektedir!..."
Hikaye veya kıssa bu!...
Bu kıssadan ibret almak gerek tabiki...
İki siyaset fahişesinin birini mağaranın ağzına daktilograf olarak koyan "Büyük Senarist", bir diğerine de mağara içindeki aslan rolü vermiş.
Mağara ağzındaki tavşan da, mağara içindeki aslan da Türk'ün mükemmel bir aslan avcısı olduğunu, her halde unutmuşlar. Türk'ün milletleşmesinin gereği vatanlaştırdığı topraklarındaki mağaralarına da sahiplenişini de unutmuşlar!...
Unutmasalar, bu rolleri asla kabul etmezlerdi.
Tarihte bu role defalarca soyunanlar oldu ve gereken cevap ve cezayı aldılar. Bu son figuranların da ayranı kabarmaya başlayan Türk Milleti'nin mer'i yasalarıyla cezalandırılmaları, artık çok yakın görünüyor.
Çünkü Türk Milleti olarak siyaseten tam sahipsiz gibi kalmışken, bir Anadolu Türk Beği;
"Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türk'üm diyene." diye kükremeye başladı.
Bu sesle Türk Milleti'nin ziyadesiyle heyecanlandığını ve bu Türkmen Beği'ne bağrını açmaya başladığını hissediyorum. Bu hissedişimin verdiği hevesle de artık mağaradaki aslan rolüne soyunmuşlarla, daktilografların sonunun yaklaştığını hissediyorum.
Bunu da duyurmak ve paylaşmak istedim vesselam..
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Pazartesi, Mart 05, 2007

EMANETİ EHLİNE...

Emaneti ehline vermek, Allah(c.c.) öğretisi olmasına rağmen nedense kırk yıldır bir türlü beceremedik!...
Elbette olan da bize oldu!... Ehil olmayan emanetçiler yüzünden hem emanetimiz harab oldu, hem yıllarımız heba oldu, hem de ehil olmadıkları için, bulundukları-geldikleri mevki-makamdan kişilik bulan kişilik yoksunları yüzünden Devletimizin istikbalini de tehlikeye soktuk!...
Suçlu; ehil olmadıkları halde emanetçilikle görevlendirilenler değil elbette. Bu işin suçlusu biziz, biz!...
Dünyanın hiç bir yerinde, dünyanın hiç bir rejiminde, bizden başka önce seçip sonra şikayetlenen seçmenin olabileceğini sanmıyorum. Bu yanlış, bu eksik özelliğimizi biliriz ama bildiğimiz yanlışımızda da ısrar ederiz!
Yaklaşan seçimlerin ayak sesleri, artık duyuluyor. Bu seçim ayak sesleriyle de -bilhassa- Başkent'te, gözle görülür bir hareketlilik var. İnşaallah hareketin olduğu yerden bu kere bereket zuhur eder!...
Bütün siyasi parti genel başkanlarına, gününden önce bir seslenme yapmaya niyetlendim. Yaygın basın mensubu olmadığımız için ne kadar kaale alınacağımızı bilmememe rağmen yine de duyarlı biri olarak sesleneceğim.
Beni çok etkileyen bir yavuz Sultan Selim kıssasını, bir daha arz ederek başlamak isterim:
Yavuz, tahta oturur ve sadaret makamını boşaltır. Birlikte çalışacağı sadrazamını, kendisi seçecektir. Fısıltıyla, ilk divanda sadrazam atayacağını duyurur.
Paşaların tamamı, Enderun'lu yani mekteplidir. Sadece Piri Mehmet Gazi ünvanından da belli olduğu üzere bir serhad gazisidir.
Paşaların tamamı, sadrazamlık hayalleri kurmaya başlarlar. Divan günü, divan saatinden çok önceden salona gelerek padişaha yakın koltukları doldururlar. Piri Mehmet Gazi ise divana üç-beş dakika kala salona gelir. Bütün koltuklar, saatler öncesinden doldurulduğu için kapı ağzında boş bir iskemle bulur ve ilişir.
Koca Yavuz gelir. Selam-sabah, hoş-beşten sonra divanı açar ve meşveret teamülüne uygun olarak bir kararını açıklar. Açıkladığı karar, devlet-i aliyye'nin çok aleyhinde bir karardır. Paşalara sırayla sormaya başlar:
- Falan Paşa, ne dersün?
- Muvafıktır Hünkarım...
- Filan Paşa?...
- Çok muvafıktır Hünkarım...
- Filan Paşa..?
- Siz yeryüzünde Allah(c.c.)'ın sayesisiniz hata yapmazsınız Hünkarım!... Şeklindeki soru cevaplarla sıra Piri Mehmet gazi'ye gelir.
- Bre Piri Paşa, sen ne dersün? Şeklindeki soruya;
- Külliyen yanlıştır Hünkarım! Şeklinde bir cevap gelir. Cevap, divana bomba etkisi yapar. Yavuz, çok gazaplı biridir ve kelle almasıyla da ünlüdür.
- Bre Piri!... Bizden korkmaz mısın? Bilmez misin biz, kelle alırız. Diye kükrer Yavuz!...
Cevap ta aynı tonlama ve kükremededir;
- Haşa Hünkarım! Yüreğimizi Allah korkusu öylesine kaplamıştır ki, başka bir korkuya asla yer yoktur!...
Piri Mehmet Gazi, sadrazamdır ve Yavuz sekiz yıllık hükümranlığına seksen yılları sığdırır.
Daha önceler, iki hüküm sahibi kişiye açık mektup olarak yazdığım bu kıssayı ve alınması gereken hisseyi, şimdi de bütün siyasi parti Genel Başkanları'na hatırlatmak isterim.
Bu milletin bağrından her zaman Piri Mehmet'ler çıkar. Allah(c.c.), Piri Mehmetleri seçerek görevlendiren Yavuzlar'ı çok aratmasın diye de temennilerimle...
Kıssadan hisse...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Cumartesi, Mart 03, 2007

BEN BİR TÜRK'ÜM...

"Tarihi ben mi yazdım tarih mi beni öğen
Ben miyim böyle tevekküle baş eğen."
Kimine göre bin yıldır, kimilerine göre binikiyüz yıldır bu coğrafyadayız. Bana göre ise onlarca- yüzlerce bin yıldır aynı coğrafyadayız. Ve bütün saldırılara, bütün baskılara rağmen hala ayaktayız.
Aynı coğrafyada onlarca, belki yüzlerce medeniyet ve millet, tarihin hafıza çöplüğüne atılmışken; bu unutulan medeniyet ve milletlerle beraber de vardık, onların yok oluşlarını seyrederek varlığımızı koruduk ve hala varız...
Semavi dinlerin tamamının doğduğu adresteyiz.
Semavi kitaplara göre kıyametlerin, tufanların koptuğu adreste mukimiz. Nuh Tufanı'nın da bu coğrafyada koptuğuna inanılır. Nuh'un Gemisi'nin Ağrı Dağı'nda arandığını ve uzaydan fotoğraflarının çekildiğinin yazıldığını da hatırlıyorum.
İnsanlığın, Nuh Tufanı'ndan sonra yeniden ve bu coğrafyada çoğaldığını da semavi kitaplar anlatıyor. Hz.Nuh'un oğullarından Yasef'in oğlu Türk'ü biliyoruz. Hz. Türk'ün soyundan gelen Türk oğlu Türk olduğumuzu da bilsek, kim ne diyebilir?
Bilmesine biliyoruz da neden lazım olduğunda söyle/ye/mediğimize de hayretler ediyorum!...
Bu coğrafyada Akalar'ın, Etiler'in, Sümerler'in, Asurlular'ın, Lidyalılar'ın, Frigyalılar'ın, Romalılar'ın v.s. çöküşlerini, batışlarını, yok oluşlarını seyrederek, kıyametlere tanıklık ederek varlığımızı sürdürmüş bir millet olarak şerbetliyiz desek kim ne diyebilir? Defalarca medeniyetlerin yok oluşlarına tanıklık ederek ve bu kıyametlerden sağ çıkarak günümüze kadar gelişimiz bile başarı ve bir direnç örneği değil midir?...
Yer kürenin her yerinde; en doğusunda, en batısında, kuzeyinde, güneyinde özetle dünyanın her yerinde Türk'ün olması, tesadüf müdür?...
Nuh Tufanı'ndan sonra bu coğrafyada yeniden çoğalarak en doğulara, Orta Asya'ya gidip dönmüş olabiliriz desem, kim itiraz edebilir? Veya etse ne der?...
Muhteşem Türk Atatürk'ün bu coğrafyaya sahip çıkışını; Güneş Dil Teorisi'ni, Etiler'in, Sümerler'in, Akalar'ın Türk olduklarını ispata çalışmalarını tesadüf olarak mı yoksa genetik bir iç dürtüyle sahipleniş olarak mı yorumlamak lazım?...
Kimliğinden endişesi olmayan; alt-üst kimlik vehimlerine kapılmadan, kimliksizlere kızmaya bile tenezzül etmeden, sadece şerbetlilik haliyle var olmaya devam eden Türk Milleti'nin bu yenilmezliği ve dayanığıyla iftihar etmeyelim mi?...
Düşünmek istiyorum.
Düşünürken düşündürmeğe çalışıyorum. Yüzlerce yıldır oluşturulmaya çalışılan tarih kirliliği içinde gül misali gülümseyen Türk'ün varlığına dikkat çekmeğe çalışıyorum...
Bu söylediklerime inanarak muhteşem bir vakar ve huzur sahibiyim. Bu vakar ve huzurumu bütün Türkler'le paylaşmak istiyorum. On binlerce yıldır var olarak, varlığını muhafaza ederek sevmeyenlerinin kıskançlıklarına, dolayısıyla da saldırılarına muhatap ırkımızın direncine dikkat çekmek istiyorum.
Kıyametlere şahitlik ederek, kıyametlerden sağ çıkacak kadar Allah(c.c.)'ça korunarak günümüze gelen ve geçtiği her yüz yıla, her çağa mutlaka mührünü vurmayı başarmış bir ırkın ahfadı olmakla övünmek gereğini, hatırlatmaya çalışıyorum...
Allah(c.c.)'ımız'a şükredelim ki Türküz ve yine şükrederek hamd edelim ki İslam'la buluşarak iyice şereflenmişiz.
Mehmet Emin Yurdakul'un ağzından, hep beraber, bir daha vakarla ve şükrederek; "Ben bir Türk'üm dinim cinsim uludur." diye terennüm edelim.
"Biz biliriz bizim işlerimizi
İşimiz kimseden sorulmamıştır." diye de bütün dünyaya, AB ve ABD adındaki Haçlılar'a uyarılarımızı yapalım...
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN

Perşembe, Mart 01, 2007

KIRK YILLIK ÜLKÜCÜLERİN DÖRT YÜZ YILLIK HAYALLERİ...

Yaklaşık 40 yıldır tanıdığım, tanımakla müftehir olduğum; kırk yıllık Ülkücülerden biriyle, bir "Ülkü Devi" ile yılların muhasebesini yaparak sohbetler ediyoruz...
Sanırım okuyan her kesin aklından; kırk yıllık maziyi hatırlayarak nostalji yaptığımız geçecek!... Böyle düşünenler, pek te haksız sayılmazlar ama vallahi kırk yıllık iki Ülkücü; yeni kırk yılların hayallerini kurmaya, yeni kırk yılların planlarını yapabilmeye kafa patlatıyoruz!...
Elbette "Kırk yılda ne yaptınız ki, yeni kırk yıllarda ne yapasınız?" sorularının da sorulmaya başlayacağını, duyar gibiyim.
Gerçi -Rabb'imiz bilir de- bir kırk yıl daha yaşayamayacağımızı bilenlerdeniz. Ama bizden sonra ve bizden sonrakilerden sonra gelen yeni nesil Ülkücülere öylesine güveniyoruz ki değil kırk yıllık, dört yüz yıllık hayaller bile kurabiliyoruz!...
Bu "Kırk Yıllık Ülkücü", bu "Ülkü Devi", Ahmet YILMAZER... Nam-ı diğer "Ayıboğan Ahmet"...
"Ayıboğan"ı tanıma şansını yakalayan Ülküdaşlarımız; O'nun Başbuğumuz'un ellerinde şekillenmiş ve Başbuğumuz'un son anlarına kadar en yakınlarında sırdaşlık etmiş olanlardan olduğunu bilirler.
Bu Başbuğ tedrisli Ülkü Devi'de baba ocağından uzakta!...
Asla siyaset düşünmüyor ama siyaset düşünen Ülküdaşlarımız için hala omuz vermeye hazır bir şekilde ve teyakkuz halinde bekliyor...
Hiç bitmesini istemediğim bir sohbetimizde "Ayıboğan", muhteşem bir tarif ve teşbih yaptı. Kendinden izin almadan zapt-ı rapta alıyorum. Umarım yıllara sari Dostluğumuz'un hatırına, bu yaptığıma çok rahatsız olmasına rağmen kızmayacaktır. Ama kızsa da bu tesbitin yapılması gereğine inandığım için,- belki izin vermez endişesiyle- izin almadan sizlerle paylaşacağım.
"Ayıboğan" diyor ki; "Ülkücü Hareketin yer altında, kömür madeni ocaklarında uğraşan ve beyaz elbiseli, görünmeyen neferleri vardır. Bu yer altı işçileri, yıllarca tozun, kirin içinde çalışmalarına rağmen beyaz elbiselerine ufacık bir lekenin bile bulaşmasına izin vermediler. Ama hareketin en zirvesinde ve tertemiz yerlerde, ofislerde; tozdan, kirden uzak oldukları için elbiseleri bembeyaz kalması gerekenler ise tepeden tırnaklarına kadar pisliklere bulaştılar. Bu yüzden de Millet nazarında irtifa kaybettik!..."
Butarife, bu teşbihe hayretle şapka çıkardım.
Ve neden zirvedekilerin Ülkücülerden rahatsız olduklarını, bir kere daha çok geçerli bir sebeple anlayıverdim.
1965'te siyasallaşan ve 1967'den beri içinde olmakla iftihar ettiğim Ülkücü Hareket mensuplarının, ilklerini nerdeyse tamamen tanıyoruz. Ve onları tanıdığımızı; onlar hakkında müsbet-menfi herşeyi bildiğimizi onlar da biliyorlar!...
Bir şeyi de yanlış biliyorlar! Zannediyorlar ki haklarında bildiğimiz menfi şeyleri, herkese anlatıyoruz! Vallahi anlatmadık, anlatmıyoruz ve anlatmayacağız!... Kenan Evren cuntasının bütün tazyiklerine rağmen anlatmadıklarımızı, şimdi onlara kızdığımız için asla anlatamayız!... Anlatsak onların değil, Ülküdaşlarımızın, Davamızın zarar göreceğini biliriz. Ve bu zarardan korktuğumuz için susmaya, anlatmamaya devam ederiz, ediyoruz...
Ama günü geldiğinde; bilenlerin sohbetlerinden kulak misafiri olanların; duyduklarını anlatacaklarını da biliyoruz!...
O günün sarsıntısına, birilerinin dayanamayacağını da biliyoruz!...
Ama artık kendimiz anlatmasak ta birilerinin anlatmalarını beklemeye başladık!... Çünkü "Yol Arkadaşları", canımızı incittiler!... 12 Eylül Kıyameti öncesi, rakiplerimiz bizleri kurşunluyorlardı, öldürüyorlardı ama incitmiyorlardı!... Bize hasım muamelesi yapıyor ve hasımlığın gereklerini yerine getiriyorlardı...
Ama bu dost bildiklerimiz, bu Ülküdaş zannettiklerimiz, bizi incittiler! Ülkücüleri, yurtlarından-yuvalarından, ocaklarından-bucaklarından sürgün ettiler!...
Şimdi de neden onlara muhalefet ediyoruz diye bizlere, Ülkücülere "Hain!" gibi en galiz hakaretlerle saldırarak incitmeye devam ediyorlar!...
Bizler de savunmaya gerek duymadan, sadece;
"Keser döner sap döner
Gün olur hesap döner." temennisiyle hesaplaşacağımız meşru günü bekliyoruz.
Kırk yıllık örülü duvarda hakkı ve harcı olan her tuğla sahibinin, örülü duvardan tuğlasını isteyeceğini ve alacağını biliyor ve bekliyoruz.
Gerisi Rabb'imiz'in takdiridir.
TEVEKKELTÜ A'LALLAH
Selam, sevgi, dua
Mustafa ASLAN