Pazartesi, Haziran 04, 2012

RÜYADA MAHŞER...

Yer, Rûy-i Mahşer, mahşer yeri...
Zaman, Rûz-i Mahşer, mahşer günü...
Milyarlarca yıl doğmuş, ölmüş insanlığın tamâmı yeniden diriltilmiş, hizâya sokulmuş. "Dîn Günü" gelmiş...
Herkes kendisiyle yüzleşecek! Herkes yaptıklarının ödülünü veya cezâsını görecek...
Mahşerî kalabalık bir ağızdan;
"Adâlet! Adâlet!"
Diye bağırırken o kalabalık içindeki cılız sesi;
"Merhâmet Tanrım! Merhâmet!"
Diye inleyen Selim Pusat'ın Annesi'ni duyunca Kurt, kalabalıkta kendi annesini aradı!
Fazla aramadan gördü Annesini...
O da;
- Adâlet! Adâlet! Diye bağırıyordu!
Biraz sonra sıra Kurt'a gelecekti!
Geçici dünyadan buraya göçerken cenâzesine cemaat olup;
- Hakkınızı helâl ediyor musunuz?
Diye Hocaefendi'nin üç kere sorduğu sorusuna;
- Helâl olsun!
Diyenler de buradaydı, Hocaefendi'nin helâlllik dilediğinden haberleri olmayan sonsuz sayıdaki mahşer kalabalığı da!...
Bu mahşer kalabalığına kendisiyle ilgili de; "Ne diyorsunuz?" İlâhî sorusu yöneltilecek ve elbette mahşer kalabalığı "Adâlet! Adâlet!" diye bağıracaktı.
Annesi Altun Hatun ne diyecekti?
Altun Hatun da Selim Pusat'ın Annesi gibi, kendisine merhâmet dileyecek miydi?
Merak ediyordu!
Hesaba çekileceği andan korkuyordu ama Tanrısına güveniyordu!
Bilerek yapıp tövbe ettiği günahlarından sorguya çekilmeyecekti biliyordu ama bilmeyerek işlediği günahlarından dolayı hiç değilse bir kişinin, meselâ Annesinin merhâmet dilenmesi, işini kolay kılacaktı...
Tanrı, kendinden dilenen hiçbir anne-babayı boş çevirmez diye biliyordu! Ana-babanın duası da, bedduâsı da makbûl sayılanlardandır diye biliyordu...
Selim Pusat'ın sorgusu bitti.
Adâlet tecellî etti!
Tanrısal merhâmet gerçekleşti ama sonucu fark edemedi Kurt! Selim Pusat'ın sonunun sonsuza kadar iyi olacağını tahmînle yetindi sadece...
Mahşer kalabalığında, mahşerî sessizlik ve mahşerî düzen içinde görevli meleklerin uyarısıyla sıranın kendine geldi!...
Tanrı katına çıkarılmak sırası kendisindeydi!...
Bu âna yürek dayanmaz diye biliyordu ama artık yüreğin durma şansı bitmiş, bu ânı yaşamaktan gayrı yolu kalmamıştı!
Ya mahşer yeri çok sessizdi, ya da sînesindeki kalbinin gümbürtüsü gökgürültüleriyle yarıştaydı!
- Güm!
- Güm!
- Güm güm de güm güm!
- Güm güm de güm güm! Diye "Allah! Allah! Ya Allah!" ritmiyle gümbürdeyen kalbi, Tanrı katında olmanın heves ve heyecânındaydı!
Sorgu başlamış, elleri dile gelmişti Kurtun!
- Şu tarih, şu saatte, falan yerde, filana böyle böyle ettirdi bana!...
- Bu tarihte, bu saatte, filan yerde, filana şöyle şöyle ettirdi bana!...
- Falan tarihte, falan saatte, falan yerde, falan konu hakkında yazması gerekeni tuttuğum kaleme yazdırmadı! Kalemle ben çok üzüldük!... Davâcıyız!...
Ayakları dile gelmişti Kurt'un!
- Şu tarih, şu saatte, şurada, kaçanın peşine düşürdü beni! Kaçan kovalanmazdı oysa!...
- Bu tarihte, bu saatte, burada güzel görünümlü bir dişi şeytanın peşinden götürdü beni! Oysa evinde yolunu gözleyeni vardı! Davâcıyız!
Gözleri dile gelmişti Kurt'un!
- Şu tarihte, şu saatte, şuraya bakarak nûrumu lekelemişti! Oysa bakmayabilirdi!
- Bu tarihte, bu saatte, burada, bu güzelliğe bakmalıydı, bakmadı! Bakmadığı güzelliği görebilmek için çok çırpındım! Bakacaklarına bakmadı bazen, bakmayacaklarına baktı bizimle! Davâcyız!
Yüreği dile gelmişti Kurt'un!
- Şu tarihte, şu saatte, hem beni, hem de duyan bütün inananları inciten zâlimi aman diledi diye bana rağmen affetti!
- Falan tarihte, falan saatte, falan güzeli sevmedi ben sevmiş olmama rağmen!
- Filan tarihte, filan saatte, filan çirkinliği sevdi benim inadıma! Sevilmezleri sevdi, sevilesilere kızdı benimle! Davâcıyım!
Kulakları dile geldi! Ağzı dile geldi! Dili dile geldi! Sırasıyla bütün uzuvları dile geldi! Nerdeyse tamâmı şikâyetçiydi Kurt'tan!
Aklı dile geldiğinde ferâhlar gibi oldu biraz!
- Hep sorguladı! Hep zûlme karşı hür aklı ve vicdânını uyanık tuttu! Mazlûmun hakkını korumak adına, bütün uzuvları yapma demesine rağmen defâlarca ölüme atıldı benim irâdemle! Ulu Tanrım senin rızânı çok gözetti beni dinleyerek! Sana çok inandı Tanrım, benim sana îman etmem nedeniyle! Beniş sana îman etmem yüzünden hiç sorgulamadı! Ben de îmanıyla elele vererek becerebildiğimiz kadar cüz'i irâdesine müdâhele ederek günahtan sakındırdık! Ben râzıyım Tanrım! Sen de râzı ol!...
Sıra mahşerin sorguya katkısına gelmişti!
Eşi emsâli görülmemiş bir şimşek çakışı, emsâli duyulmamış bir gök gürültüsü, güzelliğine denk gelinmemiş bir güzel sedâ soruyordu:
- Ne diyorsunuz?
Mahşerin kalabalığı, alışılmış uyumu ve ritmi le bir ağızdan:
- Adâlet! Adâlet Tanrım! Diye uğuldarken duydu Annesinin sesini Kurt:
- Merhâmet! Merhâmet! Şol gökleri olduran, donatarak dolduran, ol deyince olduran Görklü Tanrım! Ben oğlumdan râzıyım! Babası da razıdır! Defâlarca Babasının sayısız kere, namazlarında ve niyazlarında; "Tanrım seni korusun! Ateşe düş yanma oğlum! Sele kapılsan boğulma oğlum! Zor işlerin kolay olsun! Tanrım sana zorluk yaşatmasın oğlum!"diye duâlarına kulaklarımla, gözlerimle tanığım! Bebekliğinde de, çocukluğunda, delikanlılığında da, büyüdüğünde ve ben ihtiyârladığımda da hep duâcısıydım Tanrım! Beni ve Babasını hiç incitmedi! Sen de onu incitme n'olursun Tanrım!
Annesi inliyordu!
Annesinin iniltisi, mahşer kalabalığının ritmik uğultusuna uymuyordu ve Tanrı'dan başkasının da duyması mümkün değildi o sesi!... Duyması gereken duyuyordu ya! O duysun diye inliyordu ya Annesi zâten...
Annesi inledi!...
Kalabalık fark etmese de Tanrı dinledi...
Tanrı dinledi, annesi inledi...
Mhşer kalabalığının sesine benzemeyen, o kadar güçlü olmasa da onlardan ayırt edilen bir inleme ünlüyordu şimdi:
- Allaaah ü ekbeeer! Allaaah ü ekbeeer!...
İnilti uğulduyor, beyni uyanıyor ve Kurt uyanıyordu derin uykusundan kan ter içinde...
Sabah ezânı okunuyordu...
..................
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Hiç yorum yok: