Salı, Ağustos 07, 2012

TARİHE MEKTUPLAR -2-

"Şol gökleri kaldıranın, donatarak dolduranın
"Ol" deyince olduranın, sonsuz güzel adı ile..."
Hemen peşine selâm ile...
Dostlar!
Bugün; düşüncelerimizle benzeştiğimiz, yüz yüze hiç gelmeden tanış olduğumuz, balarısı misâli güzel çiçekten güzel çiçeğe dolaşarak en güzel çiçek tozlarını, kovanımıza yani milletimize taşıyan fikir erleri ile bir sohbete niyetliyim.
Dikkatlere sunacaklarım, sesli düşüncelerimdir!
Seslendirmezsek duyulmaz; duyulmayınca tenkît veya tebrîk edilmez! Bu sesli düşünceler, katılanların desteği, katılmayanların tenkîtleri ile ya büyüyecek, ya da olduğu yerde tarihe emânet edilecektir.

Taşlanmış, lânetlenmiş şeytanın şerrinden Sana sığınarak; Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla...

"O'nun delillerinden biri de gökleri ve yerleri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır." (Rûm-22) Âyeti- Celîle'sinden aldığım cesâretle bizi Türk yaratıp Türkçe lisânımızla donatan Tanrımız'a hamd'ederek ve bizi İslâm'la taçlandıran Çalabımız'a şükr'ederek başlarım!
Gönüldaşlarım, fikirdaşlarım, ülküdaşlarım, kandaşlarım, soydaşlarım;
Bazı konuları netleştirmek için, eksik ifâdeleri -varsa- tamamlamak, yanlış anlaşılmaları gidermek için gerekirse yüzlerce, binlerce kere tekrârlamak lazım!
Bu tekrârı, Allah rızâsı için hiç üşenmeden, "Ne gereği var?" demeden herkesin yapması lâzım!
Bir milleti, bir ordunun; bir orduyu bir süvârinin, bir süvariyi bir atın, bir atı bir nalın ve bir nalı bir mıhın koruduğunu; bu mantık silsilesini tersten de, düzden de okursak bir mıhın ehemmiyetini fark edemeyenlere, fark ettirinceye kadar vurgulamak lâzım!
Bizi buluşturana şükr'ederek, her birine ayrı ayrı ölesiye muhabbetli olduğum okurlarımdan bir Hanfendi Kandaşımız, bana yazdıkları samîmi yorumunun -bütün katılımcılar tarafından okunduğunun farkındalıkla veya olmadan- sivri bir söylemde bulunmuşlar!
İncitmeden, bize yaptıkları iltifâtlarla şımarmadan müdâhele lâzım diye düşündüm!
Bu Kandaşımız, Bacımız; "Kürd'e düşmanlık, anamın ak sütü gibi helâldir bana, düşmanım! Irak, İran, Suriye Kürdleri bahis olsa idi; eyvallah, çamurdan da olsa sınır komşuluğumuz var derdim. Lakin benim toprağımda, benim himayemde yaşayan yığın beni öldürüyorsa, leşinin anası da babası da düşmanımdır. Komşu dersem, bana zül ona şeref olur." demişler!
Bu Hanfendi Bacım'ın öfkesini anlarım!
En az O'nun kadar öfkeliyim ve duyarlı bütün Türk Milliyetçileri de en az o kandaşımız kadar öfkeliler ve haklıyız!
Okuyanlar-duyanlar, sayısız kere; "Türk Milliyetçileri ve Türk Milletçilerinin; milletleştirdikleri halklardan olan Kürtlerle asla bir mes'elesi yoktur! Bizim mes'elemiz ;Haçlı tahrîk ve teşvîkiyle etnik ayrıştırıcılık yapan, milletçiliğimize zarar veren Kürtçü maskeli bölücü taşeronlardır! Biz, ne bir Kürdümüzün saçının telinden, ne de bir çakıl taşımızdan vazgeçmeyiz. Her ikisi için de milyonlarca öldürür, milyonlarca ölürüz!" diye seslendiğimizi hatırlarlar inşallah...
Bu öfke ile sarfedilmiş yorumdan hareketle yeri gelmişken bazı kavramları, netleştirelim istedim:
"Her şey zıddı ile kâimdir" yani tezle antitezin çatışmasından doğan sentezin, zaman içinde tezleşerek antitezinin oluşacağını ve bu seyrin sürekli devâm edeceğini, biliyoruz! Düşünce ve fikirler böylesine doğurgan bir Tanrı hikmeti... Dostluğun zıddı, düşmanlık; düşmanlığın zıddı, dostluktur. Her iki kavram da eşit derecede güçlüdür.
İnsan, benzerlerinin içinde en fazla benzediği veya kendine en çok benzeyenle dostluk kurar.
Yine insanların da milletlerin de güçleri, düşmanlarıyla düz orantılıdır! Madem ki gücümüz düşmanımızla düz orantılı; o zaman; "benim toprağımda, himâyemde yaşayan yığın" diyerek ne olduklarını bildiğimiz birilerini düşmân ilan edersek, onu abartılı bir şekilde büyütmüş, Türk Milleti'ne ise insâfsızca irtifâ kaybettirmiş olmaz mıyız?
Ne zamandan beri bizi ısran kapı köpeğimizi, biz de ısrmaya başladık?
Biz, yani Türk Milleti, Türk Milletinin de yavuz yüzü olan Türk Milliyetçileri; bizi ısıran kapı köpeğimizi baytara götürmez miyiz? Muâyenesini, aşısını yaptırıp yine getirip yerine bağlamaz mıyız? Veterinerden getirdiğimiz köpeğimizin yalını, yemini vermez miyiz?
Ancaaak çok sevmemize rağmen, bizi ısıran köpeğimiz kudurmuşsa kendi elimizle baytara itlâf ettirmez miyiz?
Bütün bu sorularıma; "Evet" cevabı alacağımı biliyorum. O zaman, kudurmuş kapı köpeğimizi itlâf ettirirken bile üzülürken; "benim toprağımda, benim himâyemde yaşayan" dediğimiz, komşularımızı düşmân ilan edersek; kime hakâret etmiş oluruz?
Bu çelişki; dünyanın en eski yönetimi ve yönetim fikri olan ve bütün dünyaya Türkler'in öğrettiği Milletçilik uygulaması ile yaratılış özelliğinden kaynaklı bir iç-dürtü olan Milliyetçiliği, çok karıştırıyor olmamızdan kaynaklanıyor zannediyorum.
Bir kaç kere daha bu konuya değinmiştim ama nedense yeterince ilgi çekmedi! Bir kişinin daha olsa bile dikkatini çekinceye kadar söylenmeye ve söylemeye devâm edeceğim!
Türk Kavmi ile Türk Milleti aynı şey değildir!
Türk Milleti; Türk Kavmi'nin dört yanda düşman bırakmayıp, başlıya baş eğdirip, dizliye diz çöktürerek bir araya topladığı ve yasalarla hayat düzenini belirlediği kavimlerden-halklardan meydana gelir.
Başlıyken baş eğip, dizliyken diz çöküp, geçerli yasalara uyarak yaşayanların, kavmî farklılıklarına artık bakılmaz. O, Türk Milletindendir, "Ne mutlu Türk'üm diyene" diyenlerdendir! İçlerinden baş kaldıran olursa âsidir, başı alınır; ayaklanmaya niyetlenenin dizi kırılarak yerine çökertilir!
Bunun adına da düşmanlık denilmez, yasa uygulayıcılığı denir! Ana-Babanın yaramaz çocuğunun kulağını çekmesi mesâbesinde; Türk Milleti'nin azmış bir kavminin cezâsını vermesi diye düşünmek, işin en doğrusudur...
Biliriz ki tiryâkiliklerden insan sağlığına faydalı olan, yok denecek kadar azdır. Tiryâkilik sayarak çoğu dostumuzun yaptığını, görmezden geliriz!
Atalarımız; "Alışkın dert, öldürmez." demişler! Tam da bugünlerimiz için söylenmiş sanki!
Tarihe baktığımızda; yüzlerce yılda, yüzlerce kere Kürt İsyânı adlı ve hepsi de Haçlı destek ve tahrîkiyle meydana gelmiş ayaklanmalar görürüz!
Hepsinde de devrin yasalarına göre cezalandırıldıklarını; yasaların, mahkemelerin karşısına çıkarılıncaya kadarki süreçte de âsilerin itlâf edildiklerini, gebertildiklerini görürüz! Demek ki bu dert, öldürmeyen alışkın olduğumuz bir illet ve bizi değil hep onları çarpmış!
Tarihe dikkatle bakarsak, görürüz ki; Kürt İsyanlarını bastıran komutanlar arasında, Devlete sâdık Kürt komutanlar hep vardır! Meselâ son Dersim İsyânını bastıran adamın adı, İsmet İnönü'dür ve Kürt olduğunu zannederim bilmeyen yok! Ama müfterîler, hep Muhteşem Türk Atatürk'e atf'ederler!
II.Abdulhamîd'in Hamidiye Alayları'nın, âsi Kürtlere neler yaptıklarını da çok dikkat ve ibretle okumak lâzım!...
Toparlarsak; Devlete ve Türk Milleti'ne baş kaldıran âsilerin adı ne olursa olsun, cezâlandırılır! Başlının başı alınır, dizlinin dizi kırılarak çökertilir! Pişman olan affedilir! Millete-Devlete sadâkatle hizmet eden ödüllendirilir! Bunun adı Türk Töresi'dir. Türk Töresi'ni bildiğinden olmalıdır ki bebek katili alçak, uçakta gözleri açılır açılmaz; "Benim annem de Türktür. Devletin ve milletin emrindeyim. Kendim de Atatürkçüyüm!" diye finolaşıp kuyruk sallamıştı!
Tarih; düne bakıp bugünden yarına hazırlanmayı sağlıyorsa doğru okunuyordur!
Tarihten ders alınmazsa tekrarlanır, tekrarlandıkça canımız yanar ve bu can yangısının adına, tarihi doğru okuyamadığımız için ancak "Dert Tiryâkiliği" diyebilirim!
İslâmiyet'ten önceki Türk Töresi ve ahlâkının yazılı belgeleri olan Orhun ve Yenisey Yazıtlarını; her Türk'ün çok dikkatle ve gerekli öğüdü almak irâdesiyle okuması gereğine vurgu yapmak isterim.
Orhun Yazıtları'nda Bilge kağan ve Kültigin Kardeşler; Türk Milleti'ne Millî Öğüt'lerini, şahsî vasiyyetlerini yzmışlardır.
Bu kitâbeler, siyâsi birer bildiridir!
"Türklük şuûrunu oluşturmak ve Türk birliğini sağlamak" en belirgin öğüttür. Kendinden önceki Hakanlar gibi Bilge Kağan' da; Orta Asya'da Türk birliğini kurmayı, her şeyin üstünde tutmuştur. Türk Milletine geçmiş dönemin dağınıklığını ve böyle geçirilen yılların acılarını anlatırken çözümü de göstermiştir: "Bilgili ve cesûr Kağanlar buyruğunda, halkları (ulusları) toplamak ve töreyi kurmak." Bir askerî ve siyasî sistem anlatımından başka bir şey olmayan yazıtlarda, "il"e, yani devlete, millî şuûra ve millî birliğe verilen önemin her zaman ön planda tutulması, şuûrluca yapılmıştır. Var olmanın temel şartı budur!
"Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölümlü doğmuştur. Ama il yani devlet sonsuza kadar yaşatılacaktır." vasiyyeti ile;
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pây-dâr kalacaktır."
dileği arasındaki müthîş benzerliği hep hatırda tutmayan, hep hatırlatmayan Türk Milliyetçisinin milletçiliği eksik olmaz mı?
Unutmayalım ve unutturmayalım ki; tarih destanlara tanıklık yaparken destanlar, tarihe kaynaklık yapar!
Destanlarını koruyabilen milletlerin; dilleri, dinleri, kültürleri ve millî kimlikleri bozulmaz, bozulamaz!
Soz sözü, tarihten günümüze ve günümüzden de geleceğe seslenmeyi başaran Bilge Kağan söylesin:
"Türk Oğuz Beğleri!
Türk Budun, eşidin!
Üze Tangrı basmasar, asra yir telinmeser Türk Budun ilingin, töringin kim artatı? Udaçı erti Türk Budun...
Ökün!"

TÜRK TÜRK'Ü KORUMAZSA TANRI TÜRK'Ü KORUMAZ vesselâm
Selam, sevgi, dua...
07 Ağustos 2012/ Salı-İzmir
Mustafa ASLAN

Hiç yorum yok: