Çarşamba, Mayıs 02, 2012

TARİH ELİYLE HERKESE MEKTUP!

"Ârif bilir aşk ehlinin hâlini/ Kaldırır gönlünden kîl ü kâlini
Herkes dosta yazmış arz-u hâlini/ Benimkini ürüzgâra yazmışlar!"
Sümmâni de mi mektupsuzluktan şikâyetlenmiş?
Kâğıt-kalemin unutulmaya, mektûbun acımasız teknoloji katliâmıyla yok olduğu zâlim bir süreçteyiz! Sözlü geleneğin muhteşem temsilcilerinden Sümmâni, sözlerini "ürüzgâr"a yazarak zamâna bıraktığında, mektûbunun bize ulaşacağını bilmiş miydi acep?
"Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigâya çeken bir Molla Kâsım gelür!" diye tarihe şerh düşen Yunus, şiirlerini yok eden Molla Kasım'ı, iki bin şiirden sonra durduracağını bilmeden mi yazmıştı bu mektûbunu acaba? Biri sözle, biri yazıyla zamana yıllarca, yüz yıllarca nasıl direnmiş bunlar?
Biz, onların mektuplarını okuduk anladık ta, bizim cevaplarımız onlara ulaşır mı? Ulaşacak mı? Yoksa biz de Onlar'ın yaptığı gibi; "Kızıma söylüyorum, gelinim duysun!" tavrıyla ortaya mı yazacağız mektûplarımızı?
Alacaksız, sahipsiz, adressiz mektup mu olur?
Yoksa bizim mektup diye iftirâ ettiğimiz yazdıklarımız; kişinin kendi kendine mektûbu sayılabilecek "deneme"ler midir?
"Söz uçar, yazı kalır!" diye öğrenmiştik! Tamam da Sümmâni'nin sözü niye uçmadı? Bütün yazılı metinler kadar zamana kafa tutarak kalmayı, nasıl başardı? Sözlü destanlar, nasıl direndiler zamana ve yazısızlığa?
Mektuptan bahsedecektim! Canım bir mektup daha yazmak istiyordu!
Müyesser Yıldız
'a yazdığım mektûbumun, ulaşıp ulaşmadığını henüz bilmiyorum ama sizinle paylaştığım için amacıma ulaştığımı biliyorum! Yıllar sonra mektûp yazışım, görülmeliydi! İlk yazdığımın, satır araları ve satır başlarının düzgün olmadığını görünce, gençliğimden aklımda kalanı uyguladım! Çizgili bir kâğıdın çizgilerini belirginleştirdim ve çizgisiz kâğıdın altına koyarak ikinci kere yazdımdı mektûbumu!
Bazen, Malta Sürgünleri'nin, iz bırakan şâir ve ediplerin mektuplarına bakarım! Devrin muharrîrlerinin köşelerinden yazışmalarını, fikir alış-verişlerini, münâkaşalarını okurum! Çok ta keyif alırım!
Günümüz "dolma kalemler"inin köşelerinden; lejyonerliğe, şövalyeliğe soyunmalarıyla köşenin de, köşe yazarlığının da köşeliliği kalmadı, yuvarlaklaştı; sivri sözlerini, yuvarlak köşelerde yazanların etkileri de yuvarlaklaştı ma'lesef!
Ne islâm öncesi Türk töresinde, ne de İslâm'da lejyoner ve şövalye kavramlarının olmadığını biliyorum! Demokrasi şırıngasıyla damarlarımıza zerk'edilen bu uyuşturucu kavramlara karşı da milleti uyarmanın bir yolu olmalı! Bu da ancak hür akıllıların yazışmalarıyla olabilir diye düşünüyorum!
İslâm adıyla, din ve dincilikle siyâset yaparak BOP Eş Başkanlığı gibi bir Haçlı ûnvânıyla övünmek; lejyonerlik, şövalyelik değil midir? Millî fedâîlik olmadığını, mücâhidlik olmadığını, alplik-alperenlik olmadığını kesinlikle biliyorum! Belki "yeniçeri"lik diyesim var o da olmaz! Çünkü yeniçeri, gayr-ı müslîm gençler alınarak eğitim ve öğretimle oluşturulmuş! Sonuçta müslüman ve devlete sâdık bir çeri çıkmış!
Laftan lafa, konudan konuya atlayarak, söz dünyâsında kavramdan kavrama uçarak mektuplaşmayı özlediğimi söylemeğe çalışıyorum Dostlar!...
Sevgili Müyesser Yıldız! Sen başta olmak kaydıyla mektûba ve zaman törpülemeye ihtiyâcı olan, bütün hürriyeti çalınmışlara da yazılmış bir mektup desem bu feryâdıma, kabûl eder misiniz?
"Herkes dosta yazmış arz u hâlini/ Benimkini ürüzgâra yazmışlar!" vesselâm...
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Hiç yorum yok: