Cumartesi, Temmuz 26, 2008

HIRLAMANIN NE GEREĞİ VAR?!...

Sevilen ve korkulan insanların, dedikoduları çok yapılır.
İkisine de güç yetmez çünkü. Birinden korkulduğu için güç yetmez; diğerini, incitmekten korkulduğu için!...
İkisi de korku aslında ama ne kadar farklı olduklarının farkında mıyız?
İki kişiden de korkulur; birine güç yetmediği için, diğerini incitmekten korktuğumuz için... Ne kadar farklı, ne kadar birbirine yakın ve ne kadar birbirinden uzak duygular... İnsan olarak, insanlık olarak bu birbirine çok yakın ve birbirinden tamamen farklı duygular arasında bocalayıp dururuz.
Taaaa ki en korktuğumuz ve ne kadar kaçarsak kaçalım sonunda ve zamanı geldiğinde yakalanacağımız ve tadacağımız ölüm gerçeğine kadar...
Ölüm var! Ölüm gerçek... Ölüm kaçınılmaz ve kaçarsak ta, kovalarsak ta yakalanacağız ölüme ve Kur'an'ın muhteşem tarifiyle "tadacağız" ölümü... Ölüm gerçeğini, "ölümü tatmak" diye tarifleyen Allah(c.c.) hükmünü düşünelim istedim...
Tad, lezzet, tadına bakmak, tadmak... Bu kavramların içinde korku yok! Korkmak ve korkutmak yok! Ama korkulur ölümden ve öylesine korkulur ki, hatırlamamak adına dedikodusu bile yapılmaz!...
Oysa Hz.Peygamberimiz(s.a.v)'in; "Günde 17 kez ölümü hatırlayanın kabir azabı hafifler." dediğini hatırlarım. Elbette hatırlayanın, hatırlatması da gerekir diye düşünürüm.
Mesela; ataların, "Ölmek, ölmek!... Hırlamaya ne gerek var?" şeklindeki -muhteşem ve kafa tutar gibi görünse de- teslîmiyetini hatırlarım... Yine bir ölüm şekli olan şehâdetin tarifinde; "Onlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler..." mealindeki Ayet-i Celile'yi hatırlarım...
Demek ki; ölmek var, ölmek var!...
Birinde ölümü tadarak, lezzetine vararak şehid olmak, diğerinde korkulmasına rağmen yine tadarak yine acı lezzetini hissederek ölmek!... Tatlardan birbirinin zıddı olan iki tat var; acı-tatlı... Ölümün acı ve tatlı tadını tadmak; illaki İlahi buyruğa göre olacaksa da, bu tadlar arasındaki tercihi kendimiz yapabilir miyiz diye düşünürüm...
Peybamberimiz(s.a.v)'in; "Aguşunu açarak" beklediği bir ölümü yani ölümün tatlı tadını tadmak veya, korkudan ödümüz patlayarak ölümün acı tadını tadmak elimizde midir diye çok düşünürüm...Ve her ölümü hatırladığımda varlıklarıyla müftehir olduğum Şehit arkadaşlarımı hatırlar, bir Fatiha gönderir ve Rabb'im'den beni de onlara yoldaş etmesini niyaz ederim...
Aldığım her nefeste, verdiğim her nefeste hızla yaklaştığım mukadder akıbetimden dolayı -tanımakla müftehir olduğum- şühedamı kıskanırım...
"Yatağında ölmeyi hatırından sök çıkar
Döşeğin kara toprak yorganındır belki kar
Sen gurbette kalırsan ben ölürsem ne çıkar
Ruhlarımız buluşur elbet Tanrı Dağı'nda.." diye ölüm tarifini güzelleştiren, muhteşemleştiren, ölüme bir vuslat havası veren Atsız Hoca'yı da kıskanırım...
"Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.." diye feryad eden Yahya Kemal'in, duygularını anlamaya çalışırım...
İki ölüm tarifi, iki farklı yaklaşım ölüme... Birinde ölüm, vuslat; diğerinde kaçılması mümkün olmayan bir son!...
Cehennem Sıcaklarını andıran, mevsim normallerinin üstündeki sıcaklardan korunmak için kendimi hapsettiğim evimde, kendimle başbaşa kalmışlığımın verdiği bir hâlet-i rûhiye... Bir de istemesek te çok ısınan, ısıtılan yakıcı, sûni gündemler var olunca....
"Mukadder Son" gerçeğini hep hatırlarım. Hiç unutmamaya çalışırım... Ama Haçlı'nın gözlerimizin önünde, toplu katliamlarla gerçekleştirdiği zulüm adındaki ölümlere çıkarmayışımızı da hazmedemem!... "Haçlı" adı koyulan kendi ordularının, Irak'ta yaptıklarına kafa tutan ABD vatandaşlarının protesto toplantılarını, görmezden geliriz, isyan ederim!...
Hristiyan Dünyası'nın hemen hemen her yerinde, İsrail adındaki, kendine devlet süsü veren en organize terör örgütünün yaptıklarını tel'in eden sivil başkaldırıları, görmezden gelmemize isyan ederim!...
AKP adındaki, bir yazar tarafından "Arap Kürt Partisi" şeklinde açılımı yapılan "deprem çadırı" sakinlerinden oluşmuş Hükumetimiz'in, hemen kapımızın önünde, daha dün bahçemiz olan coğrafyada ki soykırıma bigâne duruşunu anlamakta zorluk çekerim...
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kimin cezası, kardeşi tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır." Bakara-178- Ayeti'ni hatırlarım.
Allah adıyla siyaset yapanların, din ve dindarlık adıyla siyaset yapanların, bu gözler önünde pervasızca yapılan zulme, Allah(c.c.)'ın buyruklarına rağmen seyirci kalışlarını, anlamakta sıkıntı çekerim... Nihai yani son karar, elbette Allah(c.c.)'ın ama ölümün tadını tatlılaştıracak bir şeyler yapmamız lazım gelmez mi?!...
Allah(c.c.)'ın farz kıldığı kısası uygulamak içinde mi "Haçlı" birliği olan, AB veya ABD'den izin almayı bekleriz?
Ola ki, laiklik maskesine sığınmak gibi bir yeni takîyye ile, Ayetlerden uzak duruyoruz!...
Milletimizin, atalarımız ağzıyla söylediği sözü bir daha hatırlatalım; "Ölmek, ölmek! Hırlamanın ne gereği var?..."
"TÜRK'ÜN HER ŞEYİ GÜZELDİR VE HER ŞEYDEN GÜZELDİR."
Selâm, sevgi, dua...
Mustafa ASLAN

Hiç yorum yok: